Verda Özer

15 Ocak 2025, Çarşamba 07:00

Dünya artık daimi pandemide

İnsanın kendi hayatının değiştiğini kabul etmesi nedense çok zor oluyor. Yaşamının merkezindeki her şey değişmiş olsa bile yine de ‘yeniden eskisi gibi olacak’ inancından bir türlü kendini kurtaramıyor. Yeniliğe, değişime direniyor.

* * * * *

Bunu aklıma getiren, son günlerde hızla yayılan ‘Çin zatürresi’ denilen HMPV (insan metapnömovirüsü) adlı viral enfeksiyon oldu. Hatırlarsanız evvelki yıl da Kovid’in türevi Eris ortaya çıkmıştı. Pandemi döneminden beri her virüs salgınında hep bir “Ne zaman normale döneceğiz?” sorusu gündemde olageldi. Her şey ne zaman eskisi gibi olacak? Bunu sorup durduk ve gündemde salgın olmadığı her an da sanki bunları hiç yaşamamışız veya bir daha hiç yaşamayacakmışız gibi davrandık. Oysaki şunu görmekten kaçıyoruz: Dünya artık daimi bir pandemide! Dolayısıyla artık yeni bir normal var ve buna da ne kadar çabuk adapte olursanız, o kadar rahat edersiniz. Peki niye mi?

DOĞADAN KOPARILAN HAYVANLAR

Şöyle ki: Bu bitmek tükenmek bilmeyen salgın silsilesinin asıl sebebi, doğayla kurduğumuz hiç ‘doğal olmayan’ ilişki. Biliyorsunuz, Kovid-19 Çin’de sokaklara kurulan hayvan pazarlarında satılan ve yenilen yarasalardan kaynaklandı. Yani aslında yaban hayvanları olmaları gereken yerden -doğadan- alıkoyup hijyenik ve doğal olmayan şartlarda insanla iç içe getirmekten... Zaten yarasanın virüs taşımasının sebebi de bu. Uzmanlara göre; hayvanların doğal ekosistemlerinin tahrip edilmesi, ormansızlaşma, yaban hayvanların yasa dışı veya kontrolsüz ticareti; virüs gibi patojenlerin hayvanlardan insanlara geçme ihtimalini yükseltiyor. Dahası, doğal yaşamdan koparılan hayvan türlerinin bulaşıcı hastalığa sebep olma ihtimali tam 2 kat daha fazla oluyor.

* * * * *

Birçok bilimsel rapor da -Kovid benzeri- hayvandan insana bulaşabilen hastalıkların alarm verici hızda arttığını gösteriyor. Böyle giderse, daha çok sayıda benzer virüs ve salgın göreceğimiz aşikâr. Bir diğer deyişle, insan doğaya bu derece hükmetmeye ve onun dengesini bu derece bozmaya kalktıkça, işte sonuç ortada: Kendi doğası da bozuluyor.

29 Aralık 2024, Pazar 07:00

Paran ne kadar kripto?

‘Para artık tarihe mi karışıyor? Yerini kripto yani dijital para mı alıyor?’ Cevabı ‘şimdilik hayır’ gibi görünse de, bir geçiş sürecindeyiz. Yepyeni bir finansal düzen oluşuyor. İnsanların merkezi bir otoriteye bağlı kalmadan kendi kendilerine dijital ortamda para satın alabileceği, o paranın değerini kendilerinin koruyabileceği, tüm finansal işlemleri ‘blok zinciri’ denilen dijital açık defterde yapabilecekleri yeni bir düzenden bahsediyoruz. Yani Web-3’ten ve bu dünyadaki ‘merkeziyetsiz finans’ sisteminden. Ama ne var ki; her ne kadar bu ‘merkeziyetsiz finans’ diyarı almış başını gidiyorsa da… Diğer yandan hem merkezi sistem bu gidişata direniyor. Hem de eskiyle yeni iç içe geçiyor. Bu yüzden diyebiliriz ki; ne eskideyiz, ne de tamamen yenide. Tam anlamıyla araftayız.

KRİPTO BORSALAR

Önce ‘merkeziyetsiz finans’ta (DeFi) kripto para nerden çıkıyor, nasıl alınıyor, oradan başlayalım. Dijital para almanın bir yolu, kripto para borsalarından kripto para satın almak. Bu parayı elbette klasik bir parayla; yani TL, dolar vs. ile alıyorsunuz. Sonrasında bu parayı yine borsada tutabilir ve burada işlem yapabilirsiniz. Farklı küresel kripto borsalarda kripto paraları birbiriyle değiş tokuş yapma şansınız var. Ya kripto borsada TL’ye, dolara vs. çevirip; sonra klasik bir banka hesabına havale edebilirsiniz. Ya da yine dijital ortamda aplikasyon (mobil uygulama) indirerek açtığınız e-hesabınıza/e-cüzdanınıza yükleyebilirsiniz. Blok zincire kaydettiğiniz bu e-cüzdandaki paranızın değerini siz tutuyorsunuz elbette. Yani başka bir merkezi otorite belirlemiyor. Sorumluluk da sahiplik de tamamen bireye ait oluyor. 2020 yazından bu yana ortaya çıkmış olan bu DeFi’de, sayısız kripto banka oluşmuş durumda. Kredi, mevzuat, faiz, fon, aklınıza gelen tüm finansal işlemleri burada yapabiliyorsunuz.

MERKEZ BANKALARI DİRENİYOR

Bu yeni düzene elbette eski klasik düzen direniyor. Tüm dünyada merkez bankaları adeta alarmda. Bu zamana kadar paranın üzerinde tek söz sahibi olan bu merkezi otoriteler, kendi egemenliklerine bu kadar girilmiş olmasından ve ortaya sayısız merkezin çıkmış olmasından son derece rahatsızlar. Peki ya hükümetler? Türkiye’den başlayalım. Türkiye’de kripto paralar ile ilgili ilk ve tek yasal düzenleme, 4 yıl önce yapıldı. Merkez Bankası bir gecede çıkardığı yönetmelikle, ‘kripto paraların ödemelerde kullanılması yasaktır’ dedi. “Ayrıca Türkiye’de bu konuya hangi kurum bakacak? Buna yönelik yeni bir kurum mu kurulacak? Henüz belirsiz” diyor görüştüğüm Araştırmacı-Yazar, Paribu Danışma Kurulu Üyesi Turan Sert.

HİBRİT YAPILAR

Peki klasik bankalar bu yeni düzenin neresinde olacak? “Ortaya hibrit, melez yapılar çıkıyor Verda Hanım. Dünyada bazı bankalar şu an kripto paralarla işlem yapabilmek için çalışmalar yürütüyor“ diyor Turan Sert. Yani bir yanda klasik bankalar var, bir yanda kriptoyla da çalışan klasik bankalar oluşuyor, bir tarafta da kripto bankalar var. Tam anlamıyla geçiş sürecindeyiz. Aynı zamanda ‘Sorularla DeFi’ ve ‘Sorularla Blockchain’ kitaplarının yazarı olan Turan Sert, bu belirsiz ve birçok risk taşıyan ortamda regülasyonların da mutlaka artması gerektiği görüşünde. “Klasik bankalar, sizin paranızı emanet olarak tuttukları için çok katı regülasyonlara tabidirler. Paribu gibi kripto para borsaları ve kripto bankalar da sizin paranızı tuttukları için, regülasyonlara tabi tutulmalılar” diyor. Kripto para borsalarının bu geçiş sürecine ait kurumları olduklarını ekleyerek.

25 Aralık 2024, Çarşamba 07:00

Dijitalleşme bizi gerçekten koparacak mı?

Bir önceki yazımda dijitalleşen hayatlarımızın okumak gibi birçok alışkanlığımızı yok ettiğini, hayatlarımızı kökten değiştirdiğini yazmış, “yoksa dijital bir yıkım çağına mı giriyoruz” diye sormuştum. O zaman anlamanın vaktidir: Metaverse, sanal gerçeklik, karma gerçeklik, NFT, blok zinciri… Hayatımıza damdan düşer gibi giren tüm bu yeni kavramlar birbirine girmiş durumda. Anlamları tam olarak nedir? İlk bakışta “Gerçekliğin sanalı, fazlası eksiği mi olur?”; “Gerçek tektir” ya da “Bu işler kafa karıştırmaktan başka işe yaramaz” veya “Neyinize yetmiyor bu dünyadaki gerçeklik” diyebilirsiniz. Ki ben öyle demiştim. Ama işin uzmanlarıyla konuştukça ve düşündükçe, fikrim değişti. Bakalım sizinki de değişecek mi…

5 ÇEŞİT GERÇEKLİK

Önce bu yeni kavramlar tek tek ne anlama geliyor, ona bakalım. Bir kere “gerçeklik” kelimesini içeren 5 tanım var. 1’incisi, “gerçek gerçeklik” (real reality). Yani bizim bildiğimiz; dünyada gördüğümüz, algıladığımız, yaşadığımız gerçeklik. 2’ncisi; “sanal gerçeklik” (virtual reality). Hani gözlükleri takıp bir oyunun, simülasyonun, yani bilgisayar ile üretilmiş bir gerçekliğin içine girmemiz… Bu durumun dünyadaki gerçeklikle ise hiçbir ilişkisi yok. 3’üncüsü; “arttırılmış gerçeklik” (augmented reality). Burada cep telefonu ya da tablet üzerinden gerçek dünyadaki gerçeklik algılanıyor ve onun üzerine bilgi bindiriliyor. Mesela bir mobilya markasından masa aldığınızda ve cep telefonunuzu yatak odanıza tuttuğunuzda, o marka ekranınızda yatak odanıza o masayı yerleştiriyor. Bir diğer deyişle, bir bilgiyi (masa görseli) sizin kameranıza aktarıyor. Kısacası tek taraflı bir bilgi akışı söz konusu.

KARMA GERÇEKLİK

4’üncü kavram olan “karma gerçeklik”te ise (mix reality) bilgi aktarımı çift taraflı oluyor. Mesela mobilya markası o masayı odanıza yerleştirirken, sizin odanızı 3 boyutlu olarak tanımlıyor. Dolayısıyla sizin odanızın verileri de oraya gidiyor. Karşılıklı olarak birbirini tanıma ve bilgi alışverişi söz konusu. Bunun için ise bir lens ya da gözlük gerekiyor. 5’inci kavram olan “genişletilmiş gerçeklik” ise (extended reality) aslında hepsinin üst başlığı… Tüm bu bilgileri ise Koç Üniversitesi’nde bu konuda ders veren Öğretim Görevlisi Ali Vatansever’den aldım.

METAVERSE

Gelelim Metaverse’ye. Aslında kısaca “gerçeğe yakın sanal dünya” diye çevriliyor. Anlamı özetle şu: Bu dünyadaki gerçeklikten azade gerçeklikler, dijital evrenler yaratılması. Her Metaverse ise kendi içinde bir evren aslında. Bir Metaverse’in içinde ise hem bu dünyaya ait olan bildiğimiz “şeylerin” yansımaları olabilir. Hem de bu dünyada var olmayan, aklınıza gelmeyen birçok yeni “şey” yani “meta” var olabilir. 3 boyutlu resimler ya da üretilen avatarlar (karakterler) gibi… “Bugüne kadar kendimiz hariç, aslında her şeyin bir dijital yansıması veya karşılığı vardı. Şimdi Metaverse ile kendimizin de yansımaları, yani oluşturduğumuz avatarlar olacak” diyor telefonda konuştuğum Ali Vatansever. Bu dijital karakterlerin buluşması için buluşma alanları gerektiğini, Facebook’un da bu amaçla yola çıktığını anlatıyor.

22 Aralık 2024, Pazar 07:00

Dijital yıkım çağı mı?

Farkında olsak da olmasak da, kapanmakta olan bir devrin eşiğindeyiz. Nasıl ki Taş Devri’nin bitişinden, Rönesans’tan, Reform’dan bahsediyorsak… Şu an tam da böylesi bir tarihi dönemeçteyiz. Yapay zekânın, dijitalleşmenin, sosyal medyanın hüküm sürdüğü; insan iradesinin sınandığı yeni bir çağa girmekteyiz. Bunun en somut göstergesi, son bulgular. Sosyal medya nedeniyle konsantrasyon süremizin 8 saniyeye kadar düştüğünü ortaya koyan bilimsel raporları takiben, en son Atlantic dergisi de şu verileri gün yüzüne çıkardı: Dünyanın en elit üniversitelerinde bile artık birçok öğrenci üniversiteye neredeyse kitap okumadan geliyor. ABD’nin en iyi üniversitelerinden 33 profesörün görüşlerinin aktarıldığı rapora göre; tek bir kitap bile okumadan Columbia, Harvard gibi üst düzey üniversitelere giren çok sayıda öğrenci var. Dahası Z kuşağı ‘kitap okumayı bir zaman kaybı olarak’ görüyor ve derslere katılım konusunda tamamen isteksiz. Çoğu öğrenci ödevini yaparken ChatGPT gibi yapay zekâ araçlarına başvuruyor. Bu da okuma alışkanlığını daha da baltalıyor.

KAYGI TAVANDA

Yine geçtiğimiz hafta yayınlanan, BAREM’in global ortağı WIN International’ın Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 39 ülkede 33 bin 866 kişi ile yaptığı anket; yaşanan dijital endişeyi ortaya koydu. Sonuçlar gerçekten çok çarpıcı. İnsanlar bugün en çok savaştan veya ekonomik krizden korkmuyor. En çok, kişisel bilgilerinin kötüye kullanılmasından ve mahremiyetin ihlalinden endişe duyuyorlar. Bununla birlikte büyük çoğunluk, sosyal medyanın hayatlarını alt üst ettiğini söylüyor. Yükseköğrenim düzeyine sahip kişilerde ise bu kaygı çok daha fazla. Araştırma; dijital dünyada bir an önce sağlıklı bir denge kurmak gerektiğini ortaya koyuyor.

YAPAY ZEKÂ YASASI

Zaten uluslararası kuruluşlar tam da bu yüzden devreye girmiş durumda. Geçtiğimiz haziranda hatırlarsanız dünyanın ilk ‘yapay zekâ yasası’ çıkmıştı. Avrupa Parlamentosu’nun çıkardığı bu yasa, insan haklarını tehdit eden yapay zekâ uygulamalarını ciddi şekilde yasaklıyor. Asıl amacı, yapay zekâ teknolojilerinin etik standartlara uymasını ve temel haklara saygı duymasını sağlamak.

YENİ GÜVENLİK RİSKLERİ

18 Aralık 2024, Çarşamba 07:00

Engelleri tanımayan adam

Tek bir insan tüm dünyayı değiştirebilir. Bu laf değil, hakikatin ta kendisi. Bir düşü olan ve bu düşe inanan tek bir kişi, o düşün tüm dünyayı sarmasına sebep olabilir. Karşımdaki adam, böyle bir insan; Ercan Tutal. Engelli bireylerin toplumdan bu kadar dışlanmasına, eğitim sisteminin ve iş dünyasının bu kadar dışında bırakılmasına, sosyal-kültürel hayatta resmen yok sayılmasına daha fazla dayanamamış. Tüm engellileri kapsayan, hayata dahil eden bir dünya kurmayı düşlemiş. Ve bu düşe o kadar inanmış ki hep birlikte yaşamayı becerebilmenin kapılarını tek başına açmış. Bundan tam 25 yıl önce.

DALIŞ YAPMAK MÜMKÜN

Uzun yıllar Almanya’da yaşayan Ercan Tutal; orada en ağır engellilerin bile nasıl iş dünyasında patron olduğunu, tiyatroda sahne aldığını vs. görünce, önce inanamamış. Türkiye’de evinde pencereden dışarıya umutsuzca bakarak yaşayan engellilere alışık bir Türk olarak, her türlü engelli grubunun hayata dahil edilişine hayran kalmış ve sormaya başlamış: “Benim ülkemde bu mümkün olabilir mi?” “Neden olmasın” diyerek Türkiye’ye döner dönmez kolları sıvamış ve ‘Alternatif Yaşam Derneği’ni kurmuş. İlk işi de engellileri spor hayatına dahil etmek olmuş. Kendisi bir dalış eğitmeni olduğu ve dalmak en zor spor dallarından biri sayıldığı için işe oradan başlamış.

KALIPLARI KIRMAK

‘Dalmak Özgürlüktür’ programıyla, 1998’den bu yana da 3 bin engelliye dalmayı öğretmiş. “Burada önemli olan bir sporu yapabilmek değil, kalıpları kırmak. Evinde otururken televizyon ekranında dalış yapan bir engelliyi gören başka bir engelliye, ‘benimle aynı engeli olan biri bunu yapabiliyorsa, ben de yapabilirim’ dedirtmek” diyor Ercan Bey. Şu anda Türkiye’nin dalış kulübü olan tüm okullarında bu eğitimin verildiğini söylüyor.

DÜŞLER AKADEMİSİ

Engellilerin önündeki en büyük engel olan eğitime de Ercan Tutal el atmış. Düşünün ki Türkiye’de engellilerin sadece yüzde 2’si lise (veya dengi) mezunu. Zira birçok engellinin daha sınava girmesi bile mümkün değil. Kurdukları ‘Düşler Akademisi’ ile engellileri tüm sahne sanatlarına ve plastik-görsel sanatlara dahil etmek üzere eğitim vermeye başlamışlar. “Burada en önemlisi, sahne alan yüzlerce engelliyi izleyenlerin onlara baktıklarında bir engelli değil, sanatçı görmesi” diyor Ercan Tutal. Yani o bireylerin aslında engelli olmadığını fark ettirmek.

15 Aralık 2024, Pazar 07:00

Türkiye kendine yetiyor mu?

Sizce egemenlik nedir? Bağımsızlık ne demektir? Bana göre en basit tanımı, kendine yetebilmektir. Kendine yetebilen, varlığını kendi gücüyle sürdürebilen, bağımsızdır. Egemendir. O zaman gıdası kendine yetmeyen bir ülke bağımsız olabilir mi? Bugün İstanbul, hiçbir gıda ürününde kendi tüketim ihtiyacını kendi üretimiyle karşılayamıyor. Buğdayı yüzde 5, yaş sebze-meyveyi de yüzde 1’in altında bir oranla kendi üretiyor. Bu neden mi önemli? Çünkü gıdada kendine yetmeyen İstanbul, Türkiye’nin dört bir tarafından ve yurtdışından gıda ürünlerinin tedariğine bağımlı. Bu beslenme rejimi de; üreticiyle tüketici arasında büyük bir mesafenin olduğu, sayısız aktörün devreye girdiği bir durum ortaya çıkarıyor. 15 milyon küsurluk nüfusuyla İstanbul, Türkiye’nin gıda tüketiminin üçte birini yaptığı için de; bu durum tüm ülkeyi etkiliyor ve temsil ediyor. Dolayısıyla içinde bulunduğu bu bağımlılık, gıda sistemimize dair alarm zilleri çalıyor.

KRİZLERDE GIDAYA ERİŞİM

Hatırlayın daha 4 yıl önce pandemi döneminde neler yaşadığımızı. Bir anda küresel tedarik zincirleri durmuştu. Dünyanın en büyük buğday ihracatçısı olan Rusya, tüm tarım ve gıda ürünü ihracatını yasaklamıştı. Tüm dünyayı “ekmek bulamayacağız” korkusu sarmıştı. Birçok Avrupa Birliği (AB) üyesi de gıda ihracatını durdurup; ‘Yerli malı tüket’ kampanyasına başlamıştı. BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), salgının başından itibaren yerkürede açlık krizi olabileceğini, bu krizin en az 55 ülkede yaşanacağı uyarısında bulunmuştu. Kısacası bir kriz anında bir ülkenin kendine yetebiliyor olması, her şeyden önce yaşamsal varlığı için olmazsa olmaz.

SEBZE-MEYVE UZAKTAN

Ancak gıdada kendine yetmenin başka yaşamsal anlamları ve sonuçları var. Bunu ortaya koyan, Yerküre Yerel Çalışmalar Kooperatifi ve Greenpeace Akdeniz oldu. Yaptıkları derinlikli saha araştırması sonucunda çok geniş kapsamlı bir rapor hazırladılar. ‘İstanbul Nasıl Beslenir?: Üretici Pazarları Odağında Alternatifler ve Olanaklar’ raporu çok çarpıcı veriler ortaya koyuyor. Bir kere İstanbul’da ve Marmara Bölgesi’nde fazlasıyla sanayileşme sonucu tarım alanlarıfaaliyetleri son derece azaldığı için İstanbullular sebze-meyveye uzak mesafeler sonucunda ulaşıyor. “Düşünün ki 1970-80’lerde şehir yüzde 30-40 oranında gıdada kendine yetiyormuş. Özellikle 90’larda yaşanan çok hızlı sanayileşme ve hızlı nüfus artışıyla birlikte, bu oran yüzde 1’e kadar düşmüş” diyor Yerküre Yerel Çalışmalar Kooperatifi’nin kurucu ortaklarından Orkun Doğan.

YOLDA İSRAF VE KARBON SALIMI

Gıdanın uzak mesafeden gelmesinin ise sayısız olumsuz etkisi var. Bir kere gıdanın besin değeri yolda düşüyor. Ciddi bir bölümü de bozuluyor/ çürüyor. Düşünün ki yaş meyve-sebzenin 3’te 1’i daha markete/ bakkala/eve gelmeden heba oluyor. Bu uzun yolda kamyonların, tırların sebep oldukları muazzam karbon salımı da cabası. Dahası; bu gıdaların mesafeye dayanabilmesi için koruyucu maddeler, kimyasallar katılıyor. Bu yüzden sağlığımızı ciddi şekilde olumsuz etkiliyor. Gıda fiyatlarını da taşıma maliyetleri çok arttırıyor.

ÜRETİCİ-TÜKETİCİ BULUŞMALI

08 Aralık 2024, Pazar 07:00

'Engelli' kelimesi ne zaman değişecek?

Bu gördüğünüz sembol, engellileri ifade eden yeni işaret. Ellerini kollarını, bacaklarını sonuna kadar dünyaya açmış... Hayatı kucaklayan, gürül gürül yaşayan bir engellinin sembolü bu... Meğer bu simgeyi Birleşmiş Milletler (BM) 4 yıl önce yaratmış ve Türkiye de 2 yıl önce kullanım hakkını almış. Artık engelliler için uygun şartları yerine getiren tüm mekânlara ve araçlara, bu sembol yerleştirilecek. Yani ‘erişilebilirlik’ sembolü.

* * *

Eski sembolü ise hatırlarsınız… Hani onları hareketsiz bir şekilde, tekerlekli sandalyede adeta cansız gösteren simgeden bahsediyorum... O sembolle onları hayattan alıkoymuş, yaşamlarını dondurmuş, sabitlemiştik. Yeni sembolle ise engelliler kendilerini kabullenilmiş, hayatın içinde hissedecekler. Onları eğitimde ve iş hayatında çok daha fazla göreceğimiz temiz bir sayfa açılıyor demektir bu…

ERİŞİLEBİLİRLİK KRİTERLERİ

Ne var ki henüz hayata geçmiş sayılmaz çünkü sadece ‘erişilebilirlik’ kriterlerine uyan yani ‘engellilerin’ rahatlıkla girip çıkabileceği/ kullanabileceği yerlere bu sembol takılabiliyor. Otobüslerden tuvaletlere, AVM’lerden kamu binalarına kadar... Ve sorun şu ki; ‘erişilebilirlik’ ön koşullarına uyan, yani engelliler için uygun şartları oluşturan binalar, alanlar, araçlar çok az sayıda. Yani bu logoyu verecek yer bulunamıyor, desek yeridir.

01 Aralık 2024, Pazar 07:00

Çekilelim artık engellinin önünden

Dünyada 1 milyar engelli var. Yani insanoğlunun 8’de biri kadar. Türkiye’de ise resmi rakam 1 milyon 559 bin 222 iken Engelsiz Yaşama Derneği’ne göre resmi olmayan rakam 9 milyon düzeyinde. Bir diğer deyişle; nüfusun yüzde 13’ü. Sorun ise şu: Avrupa’da engellilerin sadece 3’te biri kendini dışlanmış hissediyorken ve yoksulluk sınırı altında yaşıyorken, Türkiye’de bu oran yüzde 77. Yine Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde ilkokuldan sonra okulu bırakan engellilerin oranı sadece yüzde 25 iken, Türkiye’de yüzde 60.

DEMEK Kİ ENGEL YOK

İş hayatına gelince sorun daha da büyüyor. AB’de 15-64 yaş arasındaki engelli bireylerin istihdam oranı yüzde 47. Türkiye’de ise istihdam edilen toplamda sadece 90 bin engelli var! Ki 78 bini özel sektörde çalışıyor. Bu uçurum ise şu anlama geliyor: Aslında ‘engelli’ diye bir şey yok. Eğer istenirse, imkânlar sağlanırsa ‘engelli’ denilen bireyler kendini dışlanmış hissetmeyebilir veya ‘engelsiz’ kişiler gibi eğitim görebilir ve çalışabilir. Yani engeli yaratan bizleriz. Onların kaldırımlarda yürüyememesini, okulda eğitim görememesini, iş hayatına girememesini sağlayan hepimiziz. Özellikle de sokakta gördüğümüz ‘engelli’lere fırlattığımız o acıyan, yukarından bakan, dışlayan, yadırgayan ve hatta yargılayan bakışlarımızla. Onların aslında sadece farklı olduklarını görmeyip farklılıklarını engel sayan, dolayısıyla asıl engelli olan bizleriz.

KAMU BİNASINDA ENGEL

Bunun en dikkat çekici örneğini evvelsi gün yine ülkemizde yaşadık. Dünyanın ilk ve tek engelli ralli pilotu olan Kübra Denizci, sosyal medyada paylaştığı üzere, Şile Tapu Müdürlüğü binasına imza için çağrılınca ta Bursa’dan kalkıp gitmiş. Gitmeden önce de engeli nedeniyle asansör olup olmadığını sormuş ve çalışır durumda olduğu cevabını almış. Ne var ki vardığında asansörün çalışmadığını görmüş ve imzayı sadece üst katta atabileceği söylenmiş. Yetkili kişi bir kat aşağı inmeyince de mecbur 5-6 erkek Kübra Denizci’yi iskemlesiyle birlikte sırtlanarak bir kat yukarı taşımak durumunda kalmış!

ENGELSİZ YAŞAM İÇİN KANUNLAR