Verda Özer

16 Nisan 2025, Çarşamba 07:00

Bir canlıya davranışın herkese davranışın

İçinde bulunduğumuz ve boğulduğumuz birçok sorun var. Herkes siyaseti, ekonomiyi, güvenliği, trafiği vs. yani “sonuçları” konuşup duruyor. Topraktan, havadan, sudan bahsedince hayatın dışından, gereksiz, ufak tefek şeylerden konuşuyormuş muamelesi görüyorsunuz. Oysaki gündemde olan o sorunların sebebi de, dolayısıyla çözümü de tam da o gereksiz görülen şeyler. Çevreye ve diğer canlılara nasıl davranıyorsak, sonuçlarını bireysel ve hep birlikte yaşıyoruz.

İNSAN ÜRETMİYOR, YETİŞTİRİYOR

“Biliyorsunuz hep derler, bir köpeğe tecavüz eden sonrasında bir çocuğa da tecavüz eder. Çünkü bir canlıya nasıl davranıyorsanız, tüm canlılara öyle davranırsınız. Günün bir kısmında ekosisteme zarar verip, sonra hiç bir şey olmamış gibi hayatınıza devam edemezsiniz çünkü o verdiğiniz zarar hayatınızın tüm alanında kendisini gösterir. Karşınıza farklı şekillerde gelir. Hepimiz ortak bir kader içindeyiz” diyor, Yeditepe Üniversitesi’nde Misafir Öğretim Üyesi Dr. Kiraz Özdoğan. Gastronometro Kahvaltı Buluşmaları’nda dinleme şansı bulduğum Sosyolog Kiraz Özdoğan “Tarım insan dışındakilere ne yapar?” sorusu üzerine kurduğu tezinde, yaşamın bir bütün olduğunu, her bir parçayla kurduğunuz bağın her şeyle bağınızı etkilediğini çok çarpıcı örnekler vererek anlatıyor. Özellikle üzerinde durduğu tarımda, ‘kullanılan’ canlıların görülmeleri-haklarının gözetilmesi gerektiğini söylüyor. “Örneğin hep ‘köylü üretti, süt üreticileri vs.’ gibi tanımlar kullanıyoruz. Oysaki insan yetiştirir, üretmez. Üreten topraktır ya da mesela o inektir. Diğer canlıları ve tüm eko-sistemi yok sayıyor, hatta onları fabrikada üretilmiş standart-mekanik birer nesne gibi görüyoruz. Sadece insanmerkezli düşünüyoruz” diyerek devam ediyor.

SUNİ DÖLLENME

Dr. Kiraz Özdoğan, “canlılardan” bahsederken sadece hayvanlardan bahsetmiyor elbette. Bitkileri ve toprağı havayı- suyu da yani tüm tabiatı kapsıyor. “Daha fazla süt için inekleri suni dölleme yoluyla sürekli döllerken ve doğal yolla çiftleşme haklarını gasp ediyoruz. Domateslere de suni tozlanmayla aynı şeyi yapıyoruz. Bir tohumun en doğal hakkı olan tozlanmayı elinden alıyoruz” diyerek çok çarpıcı bir örnek veriyor. Özellikle akıllı tarım, topraksız tarım uygulamalarında nasıl bitkilerin topraksız-havasızsusuz bırakıldığını anlatarak devam ediyor. “İşte bizler sadece kendimizi, sadece insan-odaklı yaşamayı sürdürürken başımıza gelen sayısız doğal afetten eşitsizliklere, yoksulluğa, hastalıklara ve hatta savaşlara kadar tüm bu sorunların kökü bizim etrafımıza olan bu tavrımız. Başımıza gelen hiç bir şeye şaşırmalıyız” diyerek son noktayı koyuyor.

BAKARKEN GÖR

Peki çözüm ne? Çok geç kalmadık mı? “Her şeyden önce kullandığımız dili değiştirmeliyiz çünkü dil algıyı yaratır, o da gerçekliği. ‘Domates üretiyorum’ yerine ‘domates yetiştiriyorum’, ‘süt üretiyorum’ yerine ‘süt sağıyorum’ derseniz ineğe, toprağa iade-i itibarda bulunmuş, onları yok saymamış olursunuz. 2.si; bir yerden başlamak zorundayız ve tanışıklık önemli bir başlangıçtır. Ağaca, kuşa, taşa daha dikkatle ve onların canlı olduğunu gözeterek bakarsanız, ilişki kurarsınız. En azından onlara zarar vermeyi bırakırsınız” diyor. Ağacı yanlış budayarak hem onu hasta ettiğinizi hem de dallarına konan kuşların yuvasız kaldığını fark etmek gibi. Yeter ki bakarken görmeyi seçelim.

13 Nisan 2025, Pazar 07:00

Doğayla bluetooth bağlantısı kurmaya hazır mısın?

Uyanıyoruz çok şükür. Kendimize uyanıyoruz. Kendimizin ne olduğuna. Dünyayla, tabiatla, toprakla havayla suyla, çiçekle hayvanla ne kadar bağlantılı olduğumuza gözlerimizi açıyoruz. Yeniden. Çünkü bir noktada savrulmuşuz, kopmuşuz, unutmuşuz. Bizlerin de topraktan sudan olduğunu; ne yersek ne içersek ne yaparsak birebir onları ve tüm canlıları etkilediğimizi silmişiz sanki hafızamızdan... Peki bu neden mi önemli? Çünkü ‘sürdürülebilirlik’ deyip duruyoruz da; daha biz kendimiz sürdürülebilir olmazsak, yani çevremizi ve diğer canlıları düşünerek yaşamazsak, o zaman dünyanın devam etmesi de mümkün değil de ondan. Ne zaman ki burada sadece bizlerin olmadığını idrak edeceğiz ve herkesin-her şeyin yaşam hakkını gözeterek yaşayacağız… İşte ancak o zaman sürdürülebilirlikten konuşmaya gerçek anlamda başlayacağız.

5 DAKİKA DEĞİL YAŞAM BOYU

Tam da dünyanın, toprağın-havanınsuyun, tüm canlıların ve insanların bir bütünsellik içinde sağlıklı var olmaya devam edebilmesi için bir öğreti var, bize binlerce yıl önce bahşedilmiş olan: ‘Ayurveda’. 5 bin yıllık Hint Tıbbı. “Dünyada 3 ana tıp öğretisi vardır. Biri Batı tıbbı; biri Çin tıbbı; biri de Ayurveda” diyor Dr. Ender Saraç. Bugüne kadar 100 bin hastayı Ayurveda ile tedavi ettiğini anlatıyor. Peki nedir Ayurveda? Önce ne değildir, onu söyleyelim. Hastalanınca doktorun 5 dakika size ayırıp bir ilaç verip yolladığı Batı tıbbından çok farklı bu öğreti. Bir kere siz daha hastalanmadan yaşam biçiminize / yediklerinize içtiklerinize / yaptıklarınıza bakarak hastalığı önleyen, dengeli ve sağlıklı yaşamamızı sağlayan, bunun için de uzmanlarının size 5 dakika değil yaşam boyu rehberlik ettiği kadim bir tıp tipi.

MUSLUĞU KAPAT

Ayurveda için ‘alternatif tıp’ denmesi ise doğru değil zira bir şeyin alternatifi değil. En doğrusu ‘koruyucu tıp’ ya da ‘bütüncül tıp’ olmalı. Bunun sebebi de sağlığınızı daha bozulmadan korumayı öğretmesi. “Düşünün ki evinizde oturma odanızı su bastı. Parkeyi değiştirince sorun çözülür mü? Hayır! Çünkü mutfakta musluk açık! Onu kapatmazsanız tüm evi su basacak!” diyerek, Ayurveda’nın sorunun kökenine inip çözdüğünü, böylelikle tüm vücudu kurtardığını anlatıyor Dr. Ender Saraç.

ELMAYI NASIL YİYORSUN?

06 Nisan 2025, Pazar 07:00

Yaşamını, korktuğun o arıya borçlusun!

“Eğer arılar yeryüzünden kaybolursa, insanoğlunun sadece 4 yıl ömrü kalır. Çünkü arı olmazsa, doğada döllenme olmaz. Yani bitki olmaz, hayvan olmaz, insan olmaz.”

Bunu diyen Einstein. Bana bu sözü hatırlatan ise “çocuğumun hayatını arılara borçluyum” diyen bir anne. Einstein’ın dile getirdiği gerçeği, çocuğunun geçirdiği hastalıkla bizzat yaşayan bir bilim insanı o: Arı Ürünleri Uzmanı, Gıda Yüksek Mühendisi Dr. Aslı Elif Samancı. Bugün Avrupa’nın en büyük arı ürünleri tesisinin sahibi. Aynı zamanda Türkiye ve ABD’nin tek patentli propolis (arı sütü) üreticisi.

ÇOCUĞUMU KURTARDI

Dr Samancı’nın arılarla yolu, doğum yapmasıyla başlamış. Bir bağışıklık hastalığı yaşayan bebeğine yıllarca teşhis konulamamış. “Düşünün ki çocuğunuz 5 yaşına kadar sürekli ateşli, istifra ediyor, cildinde lekeler çıkıyor, hareket etmekte zorlanıyor ve 5 yıl boyunca hastalığının ne olduğu bilinmeden sürekli antibiyotik kullanıyor” diyor Aslı Hanım. Oğlu Kıvanç 5 yaşına geldiğinde ise antibiyotiklerden dolayı artık bağışıklık sistemi tamamen çöküyor. “O 5 yaşındayken gittiğimiz 18’inci profesör, bana acilen oğluma arı sütü (propolis) vermem gerektiğini söyledi” diyor. Ne var ki o dönem -2010 yılında- ülkede patent sahibi, sertifikalı tek bir propolis üreticisi yok. Bu yüzden aynı profesör; Aslı Hanım İTÜ’de (İstanbul Teknik Üniversitesi) mühendis olarak ders verdiği ve eşi de Ziraat Yüksek Mühendisi olduğu için (Dr. Taylan Samancı) “neden siz kendiniz propolis üretmiyorsunuz?” diyerek bu yolculuğun startını veriyor. Böylelikle Aslı Samancı ve Taylan Samancı hemen bir arıcıdan aldıkları ürünü kullanarak İTÜ’de laboratuvarda propolis üretmeye başlıyorlar (arı sütünün insan vücudunda emilebilmesi için laboratuvar ortamında saflaştırılması gerekiyor).

40’INDAN SONRA ARICI

Ürettikleri propolisle Aslı Hanım’ın oğlundaki bağışıklık hücrelerinin sayısı 6 ayda tam 2 katına çıkıyor. 1 yılda tamamen iyileşiyor. Sadece ve sadece propolisle! Bunun üzerine Dr. Aslı Samancı ve eşi bu şifadan tüm insanların faydalanması için hemen harekete geçiyorlar. KOSGEB’den (Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeleri Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı) aldıkları destek fonuyla, yanlarına İTÜ’den hocaları Prof. Dr. Dilek Boyacıoğlu’nu alarak BEE’O Propolis firmasını 2013 yılında İTÜ çatısı altındaki Teknokent’te kuruyorlar. Hemen akabinde Aslı Hanım hem şirket yönetmeyi öğrenmek için MBA, hem de arı ürünlerine ihtisas yapmak üzere master yapıyor. Sonrasında İstanbul’da kurdukları fabrikada bugün 200 çalışanları var. “Türkiye çapında ise 5 bin sözleşmeli arıcımız, 550 bin arı kovanımız var. Her bölgeden bal ve propolis alıyoruz” diyor Aslı Hanım. Şu an 36 ülkeye de ihracat yapıyorlar.

30 Mart 2025, Pazar 07:00

Ona baktığında ne görüyorsun?

Baktığımız şeyi gerçekten görüyor muyuz? Mesela bir bitki gördüğünüzde sadece o bitkinin gövdesini-yapraklarını görüyorsunuz, değil mi? Peki yoğun bakımda yatan bir kanser hastasının damarından içeriye akan ilaçta o bitkinin olduğunu bilseniz… O bitkinin kanser hücrelerini öldürdüğünü, tümörü tedavi ettiğini öğrenseniz… Asıl o zaman o bitkiyi görmüş olmaz mısınız? Ya da cildinize sürdüğünüz kremin içinde o bitkinin olduğunu, yani sizi hem gençleştirdiğini, güzelleştirdiğini, hem cilt problemlerinizi tedavi ettiğini duysanız… Kokusunun da ruhunuza iyi geldiğini, enerjinizi yükselttiğini, sizi sakinleştirdiğini öğrenseniz… Asıl o zaman o bitkiyle tanışmış olmaz mısınız? Sadece yaprak ve gövdeden oluşmadığını, içinde sonsuz şifa ve güzellik barındırdığını anlayıp, işte o zaman onu görmüş sayılmaz mısınız? Peki onu gerçekten gördüğünüzde, sırf güzel görünüyor ya da kokuyor diye toprağından koparıp evinize götürür müydünüz? Yoksa size ve tüm insanlığa sağladığı katkıları artık bildiğiniz için onu yerinde yurdunda mı bırakırdınız?

KUM ZAMBAĞI VE MAVİ YILDIZ

Tam da bu sayısız faydaları nedeniyle nesli tükenmek üzere olan bitkiler devletler ve uluslararası örgütler tarafından koruma altına alınıyorlar. Zira doğada tükenme tehlikesi altında bulunan bitkilerin sayısı son 6 yılda yüzde 123 artarak 3 bin 325’e ulaşmış. İşte Dünya üzerinden yok olmak üzere olan böyle 2 bitkiye, “Mavi Yıldız” ve “Kum Zambağı’na; Kibar Holding’in grup şirketlerinden olan Assan Alüminyum el atmış. Her ikisini de Kocaeli Üniversitesi Biyoloji Bölümü ile birlikte laboratuvar ortamında çoğaltıp doğaya aktarmışlar.

* * *

Sadece deniz kenarındaki kumsallarda görülen “Kum Zambağı”nı koparmanın veya zarar vermenin cezası (Doğa Koruma ve Milli Parklar Müdürlüklerine göre) bugün 109 bin TL. Nesli tükenmek üzere olan bu bitki, 2016’da Uluslararası Doğa Koruma Birliği tarafından koruma altına alınmış. Hem kanser tedavisinde, hem de kozmetik sektöründe çok yaygın kullanılıyor. Zaten Latince adı “her şeyi güçlü, her derde deva” anlamına geliyor. Dünyada sadece Türkiye’nin kuzeybatısında ve Yunanistan’ın kuzeydoğusunda bulunan “Mavi Yıldız” da Bern Sözleşmesi’ne göre “mutlaka korunması gereken” kategorisinde. Kanser ve kalp hastalıklarının tedavisinde yaygın olarak kullanılıyor. Yani bu iki bitki tükenirse dünya üzerinde birçok kanser hastası tedavisiz kalma riskiyle karşı karşıya. Dolayısıyla sadece Türkiye’de (ve kısmen Yunanistan’da) görülen bu bitkilere sahip çıkmamız, insanlığa borcumuz.

ALÜMİNYUM SEKTÖRÜNDEN ÖNEMLİ HAMLE

Assan Alüminyum, hayata geçirdiği “Biyoçeşitliliği Koruma Projesi” dışında geri dönüşüm ve yenilenebilir enerji konusunda da harekete geçmiş. Her yıl tükettikleri elektrik kadar “temiz enerji” üretiyorlar. Bunun için uluslararası sertifikalı bir hidro-elektrik tesisi kurmuşlar. Ayrıca atıkların / hurdaların geri dönüşümü için bir entegre tesis inşa etmişler. Bunda da global alüminyum sektörü AS’den (Aluminium Stewardship Initiative) “Sürdürülebilirlik Performans Standardı Sertifikası” almış olan Türkiye’deki ilk ve tek kurumlar. “2050’de karbon nötr olmayı ‘Geleceği Tüketmeden Üretiyoruz’ diyerek hedefliyoruz. 2021 itibariyle elektrik tüketimi kaynaklı emisyonları nötrledik. Geçen yıl önceki yıla göre sera gazı yoğunluğunu yüzde 39, su yoğunluğunu ise yüzde 47 oranında düşürdük. Atık Su Geri Kazanım Tesisimizle de yılda 500 bin metreküp suyu geri kazandırıyoruz. Geri dönüştürülerek yeniden kullanılan hammadde miktarımız da son 6 yılda yüzde 50 arttı. Geri kazanılan atık miktarı yüzde 99’a yükseldi” diyerek çevreye katkılarını özetliyor Assan Alüminyum Genel Müdürü Göksal Güngör.

19 Mart 2025, Çarşamba 07:00

Bu yazıda geleceğin anahtarı var

Hayatınızın en önemli, en belirleyici anlarının hiç hatırlamadığınız zamanlar olduğunu söylesem? Sizi siz yapan asıl şeylerin ilk 6 yaşınızda şekil aldığını, bugün yaşadığınız birçok olayın, olumlu-olumsuz deneyimin arkasında ilk 6 yaşınızda şahit olduklarınız olduğunu yazsam? Şaşırır mısınız? Bunları söyleyen ben değilim, bilim insanları.

BEYİN ŞEKİLLENİYOR

Her şeyden önce; insanı ve hayatını yönlendiren baş aktörlerden olan beyin, ilk 6 yaşta büyük oranda şekil alıyor. İlk 6 yılımızda bilişsel ve zihinsel gelişimimiz o kadar hızlı ilerliyor ki, beyindeki sinir ağları ve sinapsların yüzde 90’ı bu dönemde oluşuyor. Nöral bağlantıların gelişimi de 0-6 yaş deneyimlerimizle önemli ölçüde tamamlanıyor. Dolayısıyla bu deneyimlerin kalitesi, beyin gelişimi üzerinde derin bir etkiye sahip. Mesela bu dönemde ihmal veya istismara maruz kalan çocukların beyin gelişimi uzun süreli olumsuz etkileniyor. Olumlu ve besleyici deneyimler yaşayan çocuklar ise ileri düzeyde sosyal ve duygusal gelişmiş bilişsel becerilere sahip oluyor. Kısacası; bir insanın çevresindeki dünyayı algılaması ve yorumlaması özellikle 0-6 yaş arasında şekilleniyor. Dahası; akılda tutma, dikkat etme, dil gelişimi, hatırlama, konuşma, düşünme ve problem çözme becerileri de bu süreçte gelişiyor.

0-6 YAŞ YAŞAMSAL

Tam da bu yüzden 0-6 yaş arası en çok dikkat edilmesi ve önem verilmesi gereken dönem. Hiç bir şey anlamıyor gibi görünen o yaşlardaki çocuklar, aslında sünger gibi etraflarındaki bilgileri ve deneyimleri çekiyorlar ve insan ona göre şekil alıyor. “Beynimizin yüzde 95’i gelişimini bu dönemde tamamlıyor. Psikolojik sağlamlığımızın duygusal temeli bu dönemde atılıyor. Yıllardır sesimi duyan herkese ‘hemen her şeyi bırakın ve okul öncesi döneme yatırım yapın’ diyorum. Gördüğünüz gibi bunun çok bilimsel bir gerekçesi var: Hayatın ilk 6 yılı, sonraki dönemimizi çok kritik bir şekilde belirliyor” diyor Prof. Dr. Selçuk Şirin. New York Üniversitesi’nde davranış bilimi ve istatistik profesörü ve alanında duayen olan Selçuk Bey, sağlıklı beyin gelişimi ve bireyin bilişsel, sosyal ve duygusal gelişimi için 0-6 yaş eğitimini gündemin en tepesine koymamız gerektiğini defalarca vurguluyor. Bu saiklerle de Yapı Kredi’nin hayata geçirdiği Yarınlara Kartopu projesinde ilham perisi, fikir lideri olarak yer alıyor. Bu proje; Cumhuriyetimizin 100. yılına denk getirilmiş ve 0-6 yaş çocuklara doğru araç-eğitim desteği veriyor. “Yarınlara Kartopu, bir kuşağın hayatını değiştirecek. Benimle birlikte çalışan uluslararası uzman ekibimiz Türkiye’de doğan her çocuğu okula ve hayata en iyi şekilde hazırlamak için bu projeye özel kaynak hazırladı” diyerek projenin derinliğini dile getiriyor Selçuk Şirin.

YARINLARA KARTOPU

Peki Kartopu projesi nedir? Prof. Dr. Selçuk Şirin ve uzman proje ekibinin önderliğinde eğitici oyunlar, el sanatları, hikaye anlatımı gibi etkinliklerle 0-6 yaşı hedef alan bir gelecek projesi. Yapı Kredi’nin Kurumsal İletişim Direktörü Arda Öztaşkın, her şeyden önce hazırladıkları online kütüphanenin hamilelik döneminden ergenlik dönemine bir çocuğun sağlıklı, mutlu ve başarılı olması için yetişkinlerin yapması (ve yapmaması!) gereken her şeyi herkesin anlayacağı bir dilde anlattıklarını söylüyor. Çocuklar için bu projeye özel olarak bir de ‘Yarınlara Kartopu Kiti’ hazırlamışlar. Bu da doğumdan itibaren çocuklarınızla birlikte kitap okumak, etkinlik yapmak, kaliteli zaman geçirmek için gerekli kaynakları kapsıyor. “Evvelki yıl önceliğimizi afet bölgesine verdik. Depremin etkilediği 17 il için özel hazırladığımız eğitim setleri içerisinde hikaye kitabı, Yarınlara Kartopu dergisi, etkinlik kitabı, uygulayıcıya mektup, doğal afetler ve çocuk kitapçığı, stres küpü, oyuncak ve kırtasiye ürünleri yer aldı. Yine yapikrediyarinlarakartopu. com.tr web sitesinde yer alan içeriklerimizi eğitim alan tüm gönüllüler ve kişiler uygulayabiliyor. Buradan üye olan uygulayıcılar, profil alanındaki “Eğitimlerim” kısmından videolu eğitimlere, podcast kayıtlarına, eğitim dokümanlarına ulaşabiliyor” diyor Arda Öztaşkın. Yani aslında her birimizi 0-6 yaşın eğitimine, bilinçlenmesine katılmaya çağırıyor.

16 Mart 2025, Pazar 07:00

Acilen deprem bakanlığı kurulsun!

Biliyorsunuz ara sıra Marmara Bölgesi için deprem senaryoları tekrar tekrar gündeme geliyor. Ama buna rağmen yine de depremle birlikte baş gösterecek olası senaryolara karşı önceden somut bir adım atılmıyor. Oysa o günü, günleri beklemeden şimdiden ve acilen önlem alınmalı. “Her şeyden önce bir Deprem Bakanlığı kurulmalı. Ki deprem olduğunda söz konusu bölgeyi ivedilikle ‘olağanüstü hal deprem bölgesi’ ilan edebilsin. Başına da tam yetkili, hızla karar alıp uygulayabilecek, bölgeye yatırımları ve bulduğu fonları en hızlı şekilde dağıtacak, 7/24 bölgede vakit geçirecek, oranın insanına bizzat dokunacak ve sil baştan yapılan yapılaşmayı tam kapsamlı hale getirecek biri atanmalı” diyor telefonda konuştuğum eski Ekonomi Bakanı Prof. Dr. Işın Çelebi. Rahmetli Turgut Özal dönemimin ekonomi bakanlığını yaptığı için devletin reflekslerine hakim biri olarak, önemli eklemeler yapıyor: “Binalar yeniden inşa edilirken oradaki yerel üretimin, kültürel mirasın, tarihi dokunun devamının sağlanabilmesi; halkın yaşamını kendi kendine idame ettirmesine de olanak verilmesi (tarım-hayvancılık, yerel üretim, ticaretle) için tam yetkili birinin sadece bölgeye odaklanması şart. Ayrıca bölgeye yardım eden çok sayıda gönüllü insan ve kurum oluyor ama herkes bir yerinden tutuyor. Tüm bu yardımların da koordine edilmesi gerekiyor. Böyle bir oluşum buna da hizmet eder” diyor. Ve de ancak başbakan yetkisinde birinin tüm bu zorlu süreci tam kapsamlı yönetebileceğini söylüyor.

İSTANBUL’DAN ANADOLU’YA

Hesaba katmamız gereken yaşamsal bir konu daha var: Bugüne kadar üretimi-sanayiyi-ticareti hep Batı’ya ama özellikle İstanbul’a yığdık. Düşünün ki bugün koskoca Türkiye’nin ihracatının yüzde 50’den fazlasını İstanbul tek başına yapıyor. Tekstilde istihdam sıralamasında İstanbul 1. sırada geliyor. Ama buna mukabil, ihracatın en ağır topu olan tekstilde kullanılan pamuğun yüzde 60’ından fazlası Güneydoğu’da üretiliyor! Sizce burada devasa bir sorun yok mu? “Sorun çok büyük. Bugüne kadar tam anlamıyla tüm yumurtaları aynı sepete koyduk. Dahası; 2023 Kahramanmaraş depreminden sonra gelen göçle birlikte, İstanbul’daki yük daha da arttı. Şehrin bu yükü, yani Türkiye’nin ekonomisini kaldırması beklenemez. Kaldı ki buna bu şehirdeki yüksek deprem riskini eklersek, bu ülke için hayati bir hata” diyor telefonda görüştüğüm Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası (DTSO) Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Kaya. “2.si; deprem gösterdi ki, yumurtaları farklı sepetlere bölerseniz, çarkın dönmeye devam etmesi çok daha kolay olur. Buna deprem bölgesinde bizzat şahit olduk. Bu nedenle yatırımın Anadolu’nun farklı şehirlerine dağıtılmasında fayda var” diye ekliyor.

GEÇİŞ SÜRECİ ŞART

İyi peki de yatırım, üretim, sanayi nasıl büyük oranda İstanbul’dan tahliye edilip Anadolu’ya dağıtılacak? Yatırımcının her şeyden önce o bölgede yaşam standardı ve insan kaynağına ulaşım endişesi var. Havaalanı-limana yakınlık, alışılmış bir üretim sistemi, nitelikli elemana kolay ulaşım, üreticilere yakınlık, tamirat vs. için teknik desteğin kolaylığı, gibi konularda İstanbul’u tercih ediyor. “Tam da bu yüzden bir geçiş süreci, kuluçka dönemi olmalı. İstanbul’daki bu avantajlar Anadolu’da oluşana ve yatırımcı buraya gelmek isteyene kadar 1000-1500 metrekarelik ‘hızlı işlik’ denilen, Organize Sanayi Bölgesi’nde üretim yapılabilecek geçici yerler sağlanmalı. Bu bölgenin avantajlarını görüp yaşayan yatırımcı zaten bir süre sonra buraya fabrika kurmak isteyecektir” diyor DTSO Başkanı.

MISIR YERİNE ADIYAMAN

12 Mart 2025, Çarşamba 07:00

Kadın olarak kadınlara güveniyor musun?

Tam da Kadınlar Günü'nü geride bırakmışken, kadın-erkek eşitliğinin olabilmesi için önce kadınların kadınlara güvenmesi gerektiğini hatırlamamız gerekiyor. Daha hem cinslerine inanmayan, kadınları birçok mesleğe layık bulmayan ve farkında olmadan da olsa erkekleri üstün gören kadınlardan oluşan bir ülke, zayıf kalır. Tam da bu yüzden en çok da kadınlara güvenen ve el uzatan kadın liderlere ihtiyacımız var. Bugün sayfamda işte böyle bir kadın var: Teknolojide Kadın Derneği Kurucu Yönetim Kurulu Başkanı Zehra Öney.

KADINLAR TEKNOLOJİYE

Zehra Öney, teknoloji sektörünün gelecek liderlerini yetiştiren Teknolojide Kadın Derneği’ni (Wtech) 6 yıl önce kurmuş. “Daha önce teknoloji şirketinde yöneticiydim. Sonra kendi işimi kurup yine teknoloji alanında üretici oldum. O dönem teknolojiye tamamen erkek işi olarak bakılıyordu, kadınla yan yana görülmezdi. Google’ın akıllı gözlüğü bile ilk zamanlarında kadın sesini tanımıyor, komut almıyordu!” diyor. Dolayısıyla kadınları teknolojiye ve üretime kazandırmak amacıyla harekete geçmiş. Derneği 161 kurucu üyenin desteğiyle kurmuş. Bu üye kurumları temsil edenlerin yüzde 60’ı da kadın yöneticilerden oluşuyor. Ancak dernek sadece kız öğrencilere eğitim vermiyor. Yetenekli olan tüm gençleri desteklerken, sektörde cinsiyet kalıplarını kırarak fırsat eşitliği sağlamaya çalışıyor.

100. YILDA 100 LİDER

Zaten tam da bu hedefe yönelik Cumhuriyet’in 100. yılında önemli bir projeye imza atmışlar ve ‘Teknolojinin Lider 100leri’ programıyla yüzde 80’i kadınlardan oluşan gençlere ücretsiz eğitim vermişler. 4 aylık program sonunda 1 Temmuz’da 189 öğrenci sertifika almış. Yüzde 70’i Anadolu’dan katılan öğrenciler bir yandan da onları destekleyen kurumların sağladığı mentörlerden sosyal beceri eğitimleri almış. Mentörlerin CEO seviyesinde yöneticiler olduğunu ekleyelim. Teknolojide Kadın Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Banu Arıduru sosyal eğitimi özellikle önemsiyor. “Onlarda ‘ben bu programa seçildim’ yerine ‘ben bu programı seçtim’ duygusunu yaratarak özgüvenlerini yükseltmeyi, böylelikle hayat boyu kendi hayatlarına liderlik etmelerini sağlıyoruz” diyor.

TEKNOLOJİ ÇAĞI

Derneğin en büyük başarısı ise bu gençleri hızla iş hayatına sokması. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) ile kurdukları akademide eğitim alan 2500 gencin yüzde 93’ü program biter bitmez hemen istihdama katılmış. Yüzde 3’ü de girişimci olmuş. Bugüne kadar ise tam 30 şirketle eğitim gerçekleştirmişler. “2023’te sertifika alan gençlerimiz 6 bini buldu. Bu yıl sonunda 11 bine ulaşacağız. Eğitim programlarımıza katılan gençlerimizin sayısı 100 bine ulaştığında ise Türkiye’yi dünyada teknolojide öne çıkaracak noktaya geleceğimizi düşünüyorum. Bu gençler arasından çıkacak girişimciler yeni unicorn’lar olacaklar” diyerek nihai hedeflerini anlatıyor Zehra Öney.