Verda Özer

10 Kasım 2024, Pazar 07:00

Ne yediğini nerden biliyorsun?

Bir lokantada önünüze gelen tabakta ne olduğundan, size söylenen malzemeleri yediğinizden nasıl emin oluyorsunuz? Nasıl ve neden güveniyorsunuz? Ya da marketten satın aldığınız bir ürünün içinde gerçekten neler var? Sahiden size söylenen yerden mi geldi? Daha kötüsü, bunları sorgulayabileceğiniz bir yöntem de yok. Güvenmek zorunda olduğumuz için güveniyoruz. Bütün dünyada egemen olan bu durumun sebebi ise şu: Mevcut beslenme rejiminde, üreticiyle tüketici arasında büyük bir mesafe var. Ürün yetiştiği topraktan sofranıza gelene kadar, sayısız aktör devreye giriyor.

PANDEMİYİ UNUTMAYIN

O zaman asıl soru şu: Neden kaynakla aramıza bu kadar çok mesafe girdi? Sebebi, bu devasa nüfusu doyurabilmek için kurulmuş olan gıda sistemi. Artık şehirler hiçbir gıda ürününde kendi tüketim ihtiyacını kendi üretimiyle karşılayamıyor. Mesela bugün İstanbul; buğdayı yüzde 5, yaş sebze-meyveyi yüzde 1’in altında bir oranla kendi üretiyor. Bu yüzden Türkiye’nin dört bir tarafından ve yurtdışından gıda ürünlerinin tedariğine bağımlı durumda. İşte bu durum da tüm şehirlerimiz için geçerli. İçinde bulunduğumuz bu bağımlılık ise gıda sistemimize dair alarm zilleri çalıyor. Hatırlayın pandemi döneminde neler yaşadığımızı... Bir anda küresel tedarik zincirleri durmuştu. Dünyanın en büyük buğday ihracatçısı olan Rusya, tüm tarım ve gıda ürünü ihracatını yasaklamıştı. Tüm dünyayı “ekmek bulamayacağız” korkusu sarmıştı. BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), salgının başından itibaren yerkürede açlık krizi olabileceğini, bu krizin en az 55 ülkede yaşanacağı uyarısında bulunmuştu. Kısacası; bir kriz anında bir ülkenin gıdada kendine yetebiliyor olması, her şeyden önce yaşamsal varlığı için olmazsa olmaz.

SEBZE-MEYVE UZAKTAN

Ancak gıdada kendine yetmenin başka yaşamsal anlamları ve sonuçları da var. Bunu ortaya koyan, Yerküre Yerel Çalışmalar Kooperatifi ve Greenpeace Akdeniz oldu. 3 yıl önce başlattıkları kampanyayla derinlikli bir saha araştırması yapmışlar ve sonucunda çok geniş kapsamlı bir rapor hazırlamışlar. ‘İstanbul Nasıl Beslenir: Üretici Pazarları Odağında Alternatifler ve Olanaklar’ raporu çok çarpıcı veriler ortaya koyuyor. Bir kere İstanbul’da ve Marmara Bölgesi’nde aşırı sanayileşme yüzünden tarım alanları-faaliyetleri son derece azaldı ve bu yüzden İstanbullular sebze-meyveye uzak mesafeler sonucunda ulaşabiliyorlar. “Düşünün ki 1970-80’lerde şehir yüzde 30-40 oranında gıdada kendine yetiyormuş. Özellikle 90’larda yaşanan çok hızlı sanayileşme ve hızlı nüfus artışıyla birlikte, bu oran yüzde 1’e kadar düşmüş” diyor Yerküre Yerel Çalışmalar Kooperatifi’nin kurucu ortaklarından Orkun Doğan.

İSRAF VE KARBON SALIMI

06 Kasım 2024, Çarşamba 07:00

Müsilaj geri döndü!

Gözden uzak olan gönülden de uzak oluyor maalesef. Bir şeyi gözleriyle görmeyince yok sayıyor insanoğlu. Bunu yazmamın sebebi, 4 sene önce hop oturup hop kalktığımız Marmara Denizi’ndeki müsilajın (deniz salyası) geri dönmüş olması. O dönem denizin müsilaj kusmasıyla birlikte hepimiz çok üzüldük, çok korktuk. Resmen yüreğimiz ağzımıza geldi. Sonrasında yüzeydeki müsilaj görüntüsü azalınca ise, her zaman olduğu gibi mesele gündemimizden düştü. Sanki yüzeydeki kirlilik yok olunca, suyun altındaki durum da tamamen düzeldi sandık. Oysa ki durum hiç de öyle değildi.

* * *

İşte geçtiğimiz hafta Marmara Denizi’nde müsilajın 10 metreden başlayarak 24 metreye kadar yayıldığının saptanmış olması, bunun ispatı. Biz sadece yüzeye baktığımız ve derinliğini yok saydığımız için, yine aynı sorunla karşı karşıyayız…

BALIKLAR TÜKENİYOR

“Marmara Denizi’nde evet biraz yol kat etmiştik ama durum yine korkutucu. Balıklarımız tükenmek üzere Verda Hanım! Ama farkında değiliz” diye haykırıyor Prof. Mustafa Sarı. Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Denizcilik Fakültesi Dekanı olan ve sık sık dalış yaparak hayatını mercanları kurtarmaya adamış olan bir deniz sevdalısı Mustafa Sarı. “Deniz bizi daha fazla bekleyemez. Süngerler ve mercanlar 4 yıl önce tamamen öldüler. 2000’li yılların başında Marmara Denizi’nde yılda 80 bin ton balık avlarken, bugün 14 bin ton avlıyoruz. Dahası, birçok balık türü de yok oldu. Bu 14 bin ton içinde sadece 4 çeşit balık var!” diyor. Haklı olarak hep anlık krizlere anlık refleksler verdiğimizden, bu yüzden kalıcı çözümler üretemediğimizden yakınıyor.

YÜKÜ AZALTMAMIZ LAZIM

Prof. Mustafa Sarı, “Acilen denizin yükünü azaltmamız lazım” diyor. Bundan kastı, Marmara Denizi’nin 3 büyük yükü. Biri iklim krizi ve onun sebep olduğu deniz yüzeyindeki hızlı sıcaklık artışı. Bir diğeri; bu denizin ikili, durağan tabakası. Şöyle ki: Karadeniz’den akıntıyla aşağıya, Marmara’ya inen su çok az tuzlu. Dolayısıyla yüzeyde kalıyor. Akdeniz’den yukarıya çıkıp Marmara’ya akan su ise çok tuzlu, derine çöküyor. İşte bu iki farklı yapıdaki su arasında da durağan bir tabaka bulunuyor. Farklı suların birbirine karışmasını önlüyor. “İşte bu kalıcı tabaka müsilaj için maalesef ideal ortam sağlıyor” diyor Mustafa Sarı. 3’üncü yük ise, hızla artan kirlilik. “İlk 2 yükü biz değiştiremeyeceğimize göre; yani iklimi ve su yapısını biz etkileyemeyeceğimize göre… Yapabileceğimiz tek şey, kirliliği azaltmak. Marmara’nın sırtından bu yükü kaldırmak” diyor.

30 Ekim 2024, Çarşamba 07:00

Sözde değil özde sürdürülebilir

Birincisi, bir şeyi yapmış olmak için yapmak var. İkincisi; bir şeyi inanarak yapmak var. Üçüncüsü de, yaptığınız şeyin kendisi olmak var. Hani “hâl edinmek” dedikleri... Yani inandığınız şeyin birebir size, bedeninize, hareketlerinize yansıması... İşte size bugün “sürdürülebilirlik” kavramını hâl edinmiş bir otelden bahsedeceğim. Tam anlamıyla 360 derece sürdürülebilir olan, yani dünyayı-çevreyi-tüm canlıları ve hatta tarihimizi bile gözeten bir yerden…

BÜTÜNÜN PARÇASI

Türkiye’nin tam merkezinde, Nevşehir Kapadokya’da bulunan ‘Argos in Cappadocia’ yeryüzünün en büyük manastır yerleşkelerinden biri olan Uçhisar’da bulunuyor. Ama Argos için ‘otel’ demek çok hafif kalır. O yörenin o kadar organik bir parçası olmuş ki… Bir kere odalarının ve mekanlarının arasından bir köy geçiyor. Otel her anlamda o köyle bütünleşmiş durumda. Dahası; peribacalarının üzerine inşa edilmiş olduğu ve içinde binlerce yıllık bir manastır, mağaralar, yer altı tünelleri barındırdığı için burayı salt bir turizm mekânı olarak düşünmemek lazım. Önünde uzanan uçsuz bucaksız Güvercinlik Vadisi de devasa bir kaya bloğuna oyulmuş binlerce mağaradan oluşuyor ve ismini içinde barındırdığı binlerce güvercinden alıyor. Ki, onların kanat çırpışlarının yarattığı akustik ambiyans gün boyu size eşlik ediyor. Dolayısıyla burası 5 duyunuzun çok ötesine hitap eden, insanlık tarihinin ve ruhunuzun en derinliklerine kadar inen, sizi mekanın ve zamanın ötesine taşıyan bir yer... Belki de tam da bu yüzden adı “geçmiş ve geleceğin koruyucusu, her yerden gözükebilen ve her yeri görebilen” anlamına gelen Argos.

OTEL DEĞİL ÜRETİM MERKEZİ

Restorasyonuna 1998’de başlanmış, otel olarak kullanıma 2008’de açılmış, Doğuş Grubu’na da 2019’da geçmiş olan Argos her şeyden önce resmen ekolojik tarım yapan ve tamamen mevsimsel-doğal beslenmeyi esas almış bir yaşam alanı. Mutfağında ve restoranlarında kullanılan malzemelerin yüzde 80’i kendi bahçesinde yetişiyor. Burada atalık tohumlardan endemik ve tıbbi bitkilere kadar 146 çeşit ürün tamamen doğal yöntemlerle, hiçbir kimyasal kullanılmadan üretiliyor. Toprağı-havayı-suyu gözetilerek yapılan tarımın yanı sıra; odalarda güzel koku yayması amacıyla kullanılan kuru otlardan sabunlara, her detay tamamen adil yani sürdürülebilir üretimden çıkıyor. Tüm bunların yapıldığı alanları 2 saat boyunca bana gezdiren otelin Bahçe Şefi, Ziraat Mühendisi Ömer Sevinç; sulamada bile en az su tüketimini sağlayan damla sulama yöntemini kullandıklarını ve yağmur hasadı yaptıklarını söylüyor. Otelin dünyaca tanınan restoranı Nahita’da yemek yerken de yediğiniz her şeyin o gün bahçede gördüğünüz malzemelerden olduğunu bilmek, size “gerçek” bir yerde olduğunuzu hissettiriyor.

GERİ DÖNÜŞÜM ESAS

27 Ekim 2024, Pazar 07:00

Türkiye'nin toprağına suyuna sahip çıkalım!

29 Ekim gelirken; şunu yine hatırlayalım: Bu toplum kendini yönetenlerden acilen Türkiye’nin toprağıyla, havasıyla, suyuyla ilgilenmelerini istiyor. Yani ülkenin ve insanının canıyla. Bu sayfada bugüne kadar alıntıladığım birçok anket gösteriyor ki; siyasetçilerden iklim krizi başta olmak üzere çevre politikalarını açıklamalarını ve önceliklendirmelerini talep ediyoruz.

ÇEVRECİ STK’LAR

Sivil toplum kuruluşları da toplumun nabzını tutarak ve birebir yansıtarak, onların sesi oluyor. Türkiye’nin en önde gelen çevreci kuruluşları olan TEMA Vakfı, WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) ve Greenpeace Akdeniz; siyasi partilerden bekledikleri çevre politikalarını geçtiğimiz yıl açıklamışlardı. WWF-Türkiye “Doğamız Kazansın” kampanyasıyla, TEMA da 28 yıldır yayınladığı gibi geçen sene de açıkladığı “Ekosiyaset Belgesi” ile doğal varlıkları, biyolojik çeşitliliği ve iklimi korumak için uygulanması gereken çevre politikalarını özetlediler. Yayınladıkları raporlarda özellikle iklim, enerji, madencilik, mekansal politikalar ve çevresel etki üzerine çözüm önerileri sundular. Ancak bana kalırsa bu çalışmalarda en çarpıcı olan unsur, Türkiye’de toprağınhavanın- suyun geldiği vahim nokta.

HAL-İ PÜR MELALİMİZ

Durumumuz şu: Türkiye’de son 30 yılda mevcut tarım arazilerinin yaklaşık beşte biri, son 50 yılda ise meraların yarısı kaybedilmiş. Bunun asıl sebebi ise tarım arazilerinin ve meraların amacı dışında kullanımı. Ki bu da gıda güvenliğimizi tehdit ediyor. Yine; 2021 yılı istatistiklerine göre Türkiye’de karasal ve denizel koruma alanlarının ülke yüz ölçümüne oranı sırasıyla yüzde 9 ve yüzde 4. Bu oranlarla dünyada korunan alanlar sıralamasında 177 ülke arasında 133’üncü konumdayız. Bunun için de acilen ülkemizde koruma alanlarımız arttırılmalı, temiz enerjiye geçişi planlamalı ve Kanal İstanbul, 3. Havalimanı gibi büyük kentsel projelerin ve metalik madenciliğin doğa üzerindeki tahribatı hemen durdurulmalı.

EN YAŞAMSAL SORUNUMUZ İKLİM KRİZİ

TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç raporda, iklim krizine özellikle dikkat çekiyor. “Türkiye’nin sera gazlarına yol açan etkinliklerin azaltılması ve iklim değişikliğinin etkilerine uyumu konusunda net bir politika belirlemesi gerekiyor. Taslağı hazırlanmış İklim Kanunu da iklim adaletini sağlama bakış açısıyla yeniden gözden geçirilmeli” diyor. WWF-Türkiye de iklim krizini önceliklendiriyor. “Doğamız Kazansın” raporunda; Türkiye’nin Akdeniz kuşağında yer aldığı için iklim krizinden en fazla etkilenen ülkelerden biri olduğuna dikkat çekiyor. “Meteoroloji verilerine göre, Türkiye’de sıcaklık ortalamaları 1994 yılından beri normalin üzerinde seyrediyor. Dahası; 2035 sonrasında yıllık yağış miktarının yüzde 25’e kadar azalması bekleniyor. Sel, fırtına gibi aşırı hava olaylarının sayısı ve şiddeti de hızla artışta. Yine Meteoroloji verilerine göre, ülkemizde her yıl 1000 civarında aşırı hava olayı yaşanıyor. Sadece 2021’de doğal afetlerin neden olduğu ekonomik kayıp 621 milyon dolar” diyor. Bu nedenle çevreci kuruluş; sera gazı emisyonlarının acilen ve hızla azaltılması gerektiğini söylüyor. Raporda; “Planlı ve aşamalı olarak kömürden çıkılması ve yenilenebilir enerji payının yüzde 75’e çıkarılması; ulaşımda elektrikli araç sayısının binek araçlarda yüzde 20’ye çıkarılması; demiryolu yatırımlarının artırılması; sanayi ve hizmet sektöründe gaz yerine - tarımda petrol yerine yenilenebilir kaynaklı elektrik enerjisinin kullanılması; binalarda da kömür ve fosil yakıt (mazot vs.) kullanımının sonlandırılması elzem. Yoksa zaten Türkiye uluslararası topluma verdiği taahhütleri (2053’te net sıfır vizyon) yerine getiremez” deniliyor.

23 Ekim 2024, Çarşamba 07:00

Dünya için vermeye hazır olanlar

Nedense insana, dünyaya zarar vermemek için mevcut düzeni ortadan kaldırmamız gerektiğini sanıyoruz. Oysaki şu anki düzeni koruyarak ama onu değiştirerek çevre dostu olabiliriz. Üstelik böylece bu düzen daha bile güçlenir, dünyaya zarar vermeyenler daha bile zenginleşir. Bunu söyleyen ben değilim, rakamlar. PwC’nin gerçekleştirdiği “Küresel Tüketicinin Sesi Araştırması” tam da bunu ortaya koyuyor: Dünya üzerinde tüketicilerin yüzde 80’i, sürdürülebilir şekilde üretilen veya tedarik edilen ürünler için yüzde 10 daha fazla harcama yapmaya istekliler. Neredeyse yarısı da, çevre üzerindeki kendi bireysel etkilerini azaltmak için daha sürdürülebilir ürünleri tercih ettiğini söylüyor. Dünya genelinde 31 ülkede 20 binden fazla kişinin görüşü alınarak hazırlanan araştırmaya göre tüketicilerin tercihleri şu şekilde: Yüzde 40, üretim yöntemleri ve geri dönüşüm konusunda; yüzde 38 çevre dostu paketleme, yüzde 34 doğa ve suyun korunmasında olumlu etki yaratma konusunda duyarlı. Yüzde 43 ise genel tüketimlerini azaltmak için daha dikkatli alışveriş yaptığını söylüyor. Bu rakamlar da bize şunu gösteriyor: Artık markaların tüketicinin bu duyarlılığını esas alması gerekiyor.

İYİ DAVRANANLAR

Ki sanıldığı gibi, şirketlerin daha çevre dostu olması onları zarara uğratmıyor. Sanılanın aksine, dünyaya zarar vermemeyi ve insana çevreye yararlı olmayı hedef alan şirketler daha bile fazla kazanıyor. Zira her şeyden önce, gördüğünüz gibi tüketiciler artık bir markanın dünyaya zarar verip vermediğiyle yakından ilgileniyor. Mesela çocuk işçi çalıştıran ya da hayvanlara işkence ederek üretim yapan bir markayı sevmiyor. Bu tip, yani sadece ticari hedefleri olan ve kısa vadeye odaklanan kurumlardan uzaklaşıyor, onları cezalandırıyor, satın almıyor. Aksine, duyarlı olanları ödüllendiriyor. 2’ncisi; bu değerleri olan kurumlarda çalışanlar çok daha verimli oluyor. Mesela cinsiyet ayrımı yapmayan bir firmada çalışanların katkısı, dolayısıyla ortaya çıkan ürünlerin kalitesi çok daha artıyor. “İyi bir Dünya için çalışan bir şirkete Dünya da iyi davranıyor” diyor, telefonda konuştuğum eski TÜSİAD Genel Sekreteri Dr. Bahadır Kaleağası.

NE EKERSEN ONU BİÇİYORSUN

Bir ayağı Paris, bir ayağı İstanbul’da bulunan Bosphorus Enstitüsü’nün Başkanı olan Bahadır Bey’in bundan kastı şu: Bir şirket gelir dağılımı, iklim, çevre konularında duyarsız oldukça, bunun onun için bedeli de oluyor. Mesela çevre kirlendikçe enerji maliyetleri artıyor, bu duyarsızlığı onu prestij olarak aşağı çekiyor vs... Bununla birlikte, bu konularda duyarlı olan bir kurumun örneğin finans ilişkileri daha sağlıklı oluyor, daha rahat kredi buluyor. Kısacası, bir şirket içinde bulunduğu eko-sisteme nasıl davranırsa, o da ona öyle davranıyor.

DEĞİŞEN TERCİHLER

Bunun en iyi örneği herhalde dünyanın en büyük süpermarket zinciri olan Walmart. Dev şirketin başına 2013’te gelen yeni CEO Guilherme Loureiro, ilk iş marketteki her ürünün üzerine ne kadar karbon salımına sebep olduğunun yazılmasına karar verdikten sonra, firmanın satışlarında muazzam bir sıçrama olmuş. Bu başarı asıl olarak, tüketicilerin kendi sağlıklarıyla ilgilenilmesinin yarattığı algıya bağlanıyor. Benzer şekilde, elektrikli araç üreten Tesla’nın pandemi döneminde hisselerinin değerinin iki kattan fazla yükselmesi ve dünyanın en değerli 2’nci otomobil üreticisi haline gelmesi de aynı trende delalet. Kısacası, “Yeni Marka Ligleri” oluşuyor. Tüketiciyi önemseyen kuruluşlar yeni dönemin yükselenleri olurken, bu duyarlılığa sahip olmayan ve insan canını, çevreyi hor kullanan kurumlar cezalandırılıyor. Alt lige itiliyor.

16 Ekim 2024, Çarşamba 07:00

Açık büfe ve serpmeye artık son!

İnsanoğlu olarak çok ciddi bir çöp sorunumuz var. Gökdelenlerle eş oranda yükselen çöp yığınları içinde yaşıyoruz ve bu çöplerle nasıl başa çıkacağımızı bilmiyoruz. Geri dönüştürmeye kalktığımızda da çevreye zarar vermeye devam ediyoruz. Çöpleri yakmak uzmanlara göre ‘yapılabilecek en korkunç şey’. Zira yakılırken havaya muazzam sera gazı salınımına sebep oluyorlar, ki bunlar kanserojen madde içeriyor ve böylelikle küresel ısınmayı daha da artırıyor. Atıklarımız enerji üretim tesislerinde vs. geri dönüştürülse dahi geri dönüşüm sürecinde harcanan enerjiyle ve açığa çıkan zararlı maddelerle doğada ciddi hasara yol açıyorlar. Peki o zaman ne yapacağız?

KAYNAĞINDA ÖNLE

Atıkların çevreye hiçbir zarar vermemesi için kesinlikle kaynağında önlenmesi gerektiğinin altını çizen Fazla’nın kurucularından Olcay Silahlı şunları söylüyor: “Yani atık daha ‘atık’ haline gelmeden değerlendirmeliyiz. Örneğin raflarda kullanma ömrünü tamamlamak üzere olan veya çürümeye yüz tutmuş meyveler gibi, insanın hâlâ tüketebileceği ürünleri kullanmalıyız. Marketler her şeyi satamıyor. Restoranların, otellerin, hele ki ‘her şey dahil’ otellerin her gün çok ciddi miktarda gıda fazlası var. İşte biz kurulduğumuz 2016’dan beri tüm bu ürünleri ve gıdayı daha atık haline gelmeden değerlendiriyoruz.” Peki ama nasıl? Silahlı bu konuda da, “Bugün tüm sektörlerin her gün ciddi miktarda atığı oluyor. Ancak şirketlerin bir ‘atık yönetim departmanı’ yok. Yani atıklarla nasıl başa çıkabilecekleri konusunda uzmanlık ve organizasyon eksikliği var. Biz de yurtdışında yaptığımız araştırmalardan sonra Türkiye’de 2016’da dijital, akıllı bir ‘bütünsel atık yönetimi’ kurduk” diyor.

AKILLI TARTI SİSTEMİ

Sistem şöyle işliyor: Restoranlarda otellerde akıllı bir tablet, çöp kutularına entegre oluyor. Çöpe atılan her yemek çeşidi/her ürün bu tabletteki kamera tarafından çekiliyor ve menü üzerinden türü tespit edilip merkeze bildiriliyor. Bu ‘akıllı tartı sistemi’ ile marketlerde de stok sistemine entegre olan Fazla, her gün raf ömrünü tamamlamak üzere olan, çürümeye yüz tutmuş malları sistemde görüyor. Gün sonunda da mobil bir uygulama üzerinden tüketicilere ‘sürpriz kutu ilanı’ adıyla açık çağrı yapılıyor. Mesela hepinizin bildiği bir market zinciri “şu saatler arası gelip, şu kadar indirimle şu ürünleri alabilirsiniz” diye bu uygulamadan çağrı yapıyor. Düşünün ki bugün İspanya’da her gün tam 6 milyon İspanyol bu sistemle karnını doyuruyor.

TEK YOL BAĞIŞ!

Fazla, 2. seçenek olarak ‘bağış’ yolunu kullanıyor. “Dünyada sıfır karbon ayak iziyle yani çevreye hiçbir zarar vermeden atıkları değerlendirmenin tek yolu bağış” diyor Olcay Silahlı. Bu yüzden kurdukları ‘gıda bankaları’ üzerinden paketli ürünleri depolara ulaştırıyorlar ya da buralarda pişmiş aş olarak ihtiyaç sahiplerine dağıtıyorlar. 2017’de kurdukları Gıda Kurtarma Derneği ile bugün 68 ilde 204 adet bankadan tam 1.5 milyon kişiye gıda dağıtıyorlar.

09 Ekim 2024, Çarşamba 07:00

Kültürel mirasımız kaybolmadan

“Bilelim ki millî benliğini bilmeyen milletler, başka milletlere yem olurlar” demiş Mustafa Kemal Atatürk. Çünkü benlik denilen bağ yok olduğunda, bir millet de ortadan kalkıyor. Millet olabilmek için her şeyden önce zengin bir hatıra mirası, sahip olunan o mirasın korunması için ortak irade ve birlikte yaşamak için gelecek programının aynı olması gerekiyor. Yani ilk şart; ortak bir geçmiş, kader birliği ve ortak bir gelecek hedefi. Bir başka deyişle; insanların düşünce, ruh ve kültür açısından birbirine bağlı olması...

ÖZ BENLİĞİMİZ

İşte bu yüzden ‘kültürel mirasımız’ bizi biz yapan şeylerin en başında geliyor. Bundan kastım sadece müzelerde sergilenen veya Efes gibi doğal sit alanlarında gezdiğimiz tarihi eserler, yani somut/fiziksel kültürel miras değil. Asıl olarak, soyut olan mirasımız. Binlerce yıldır nesilden nesile aktarılan, atalarımızdan devraldığımız kadim bilgiler, geleneklergörenekler, örfleradetler, motifler, ananeler... Benliğimizi oluşturan asıl unsurlar. Bana bunları düşündüren, dün geldiğim masalsı Kapadokya oldu. Bize kendimizi hatırlatmanın vakti olduğunu fark ettim.

MİLLETİN RUHU

O halde kültürel miras dediğimiz tam olarak nedir? “Kültürel mirasımız bizim ruhumuz. Bu ülkenin, toplumun, şehirlerin ruhu... El sanatları, işlenmiş olan motifler, hepsi aslında kültürümüzün birer hikayesi. Kilimlerdeki desenler, kıyafetlerdeki aksesuarlar, kullanılan renkler, yemekler, mimari... Hepsi aslında şehirlerin ve şehirlerde yaşamış kadim atalarımızın günümüze ulaşan hikayeleri ve hepsi bize bir şey anlatıyor. Bize toplumun geçmişten gelen ruhunu yansıtıyor. O yüzden bir yerin, bir toplumun ruhunu korumak da, kültürel mirasını ve hikayelerini korumaktan geçiyor” diyor TUSDER (Turizmde Sürdürülebilirlik Derneği) Başkanı Melek Çubuk.

YEREL HALKLA TURİZM

TUSDER; turizm sektörünün sürdürülebilir olabilmesi için ‘yerel kalkınma’ üzerine kurulması gerektiğini savunarak geçtiğimiz yıl kurulmuş. Turizmin; yerel halkın içine katılarak, onların emeklerinin karşılığını almalarını sağlayarak yapılması ve güçlendirilmesi gerektiğini savunagelmiş. Zira her şeyden önce; yerelde halk dahil edilmezse, orada turizmin gelişmesi ve kalıcı olması zaten mümkün değil. 2’ncisi; yöre halkının bildiği ve nesilden nesile sürmesini sağladığı kültürel mirasın devam edebilmesi için, o halkın bu bilgileri akıttığı ürünlerin hak ettiği yeri bulması gerekiyor. Zaten tam da bu yüzden TUSDER evvelki yıl deprem bölgesinde kültürel mirasımız kaybolma riskiyle karşı karşıya olduğu için ‘Miras: Hayat Veren Kadınlar’ projesini hayata geçirmiş. Antakya’nın kültürel mirası olan el sanatlarını, kadınlara yeniden teslim etmiş. Onlara verdikleri mesleki eğitimlerden sonra (zanaat, finans, işletme vs. alanlarında) yarattıkları özel tasarım serisini, ‘lüks’ markaların mağazalarında satışa sunmuş. Üretici kadınlara verilen kurslar da Boğaziçi Üniversitesi Yaşamboyu Eğitim Merkezi (BÜYEM) işbirliğinde gerçekleştirilmiş. Yerel motifler gibi kadim bilgilerin aktarımı için ise eğitmen, akademisyen ve girişimcilerden oluşan kadrolar onlar sayesinde çalışmaya başlamış.

06 Ekim 2024, Pazar 07:00

İnsan insanca hayvan hayvanca yaşamalı

Önceki gün 4 Ekim’di. Yani Dünya Hayvanları Koruma Günü. İlk kez 1931’de Floransa’da yapılan bir konferansta kutlanmaya başlanan bu günün amacı, hayvanların haklarını hatırlatmak elbette. Ama ne yazık ki bizler “hayvan hakları” denilince sadece sokak hayvanlarını esas alıyoruz. Veya evimizde hayvan besleyerek hayvanların haklarını gözettiğimizi varsayıyoruz. Oysa bir yandan kafeslere tıkılan tavukların yumurtalarını satın alıp yiyerek o tavuklara yapılan zulmü onaylıyoruz. Veya tüm ömürlerini fabrikada geçirip bir kez bile gökyüzünü göremeyen ineklerin sütünü, koyunların etini tüketerek bu sistemi sessizce onaylıyoruz.

DOĞASINA UYGUN

Şunu anlamak zorundayız: Nasıl ki biz insanların insanca yaşama hakkı varsa, hayvanların da “hayvanca” yaşama hakkı var. Her canlı temel ihtiyaçlarını karşılayabilmeli. Yediğimiz ve ürünlerinden (yumurta, süt, yün gibi) faydalandığımız hayvanlar dâhil; hepsi ömrü boyunca nefes almalı, eziyet çekmemeli, hareket edebilmeli, gökyüzünü görmeli. İşte bu anlayışa tüm dünyada ‘hayvan refahı’ deniyor (animal welfare). Bundan kasıt ise şu: Yün kazak giymesine giyelim ama yününden yararlandığımız koyunu tıraş ederken kan revan içinde bırakmayalım. Et yiyelim ama o kuzu yaşamını açık merada otlayarak, özgürce nefes alarak geçirsin. Yani her hayvan kendi doğasına uygun şekilde yaşasın.

A4 KAĞITLIK HAYAT

Oysaki bugün bir hayvana bu hak verilmiyor. Mesela bizler yumurta yiyelim diye Türkiye’de yumurtası için yetiştirilen 120 milyon tavuktan sadece 20 milyonu kafessiz (kümeste veya açık alanda) yaşıyor. Kafesteki bir tavuk ise A4 kâğıdından daha küçük bir alana hapsediliyor ve ömrü boyunca o kafesten hiç çıkarılmıyor. Güneşi hiç görmüyor. Toprağa hiç basmıyor. Kanatlarını bir kez olsun açamıyor. Kafeste çevrili olduğu tellere sürekli takılıp kan revan içinde yaşıyor. Hadi hayvanı düşünmüyoruz… O zaman kendinizi düşünün. Zira bu şartlarda yetişen bir hayvanın salgıladığı stres hormonları tabii ki biz tükettiğimizde bizim vücudumuza da giriyor. Dolayısıyla hayvan hayvanca yaşamayınca, insan da insanca yaşayamıyor. Tüm bu toplu eziyete bir son vermek için ise; ihtiyaçlarımızı karşılamak adına yarattığımız, hayvanların doğal yaşam hakkını gasp eden kitlesel/endüstriyel hayvancılığı sonlandırmak, hayvanların “hayvanca” yaşamalarına imkân veren hayvancılık modeline geçmekten başka çaremiz yok.

YASALAR YAPTIRIM GETİRİYOR

Zaten geçmesek de dünyada bu düzen yasal zorunluluk haline geldiği için çok şükür çok yakında mecbur kalacağız. Bugün Avrupa Birliği (AB) imzaladığı Yeşil Mutabakat çerçevesinde, Hayvan Sağlığı Stratejisi’ni öncelikli hedef haline getirmiş durumda. Mesela 2027’de tüm AB üyeleri ‘kafessiz üretime’ geçmek, yani kümeste yumurta üretimine son vermek zorunda olacak. Pratikte ise bugün çoktan Avrupa’da ve ABD’de kafes sistemi büyük ölçüde ortadan kalktı. “Çekya’da, Romanya’da şu an raflarda tek bir kafes yumurtası bulamazsınız. Sadece Avrupa değil, mesela bir Güney Amerika ülkesi olan Brezilya da çoktan kafessiz üretime geçti” diyor Kafessiz Türkiye’nin Kampanya Direktörü Emre Kaplan. Kafessiz Türkiye, hayvan refahı konusunda üreticilerde ve tüketicilerde farkındalık yaratmak için tavuklara işkence etmeden yumurta üretilmesi için çok önemli bir kampanya yürütüyor. Emre Kaplan, ülkemizde yumurtası için yetiştirilen 120 milyon tavuk olduğunu, bunlardan sadece 20 milyonunun kafessiz yaşadığını ve kafestekilerin ömrünün 1-2 yıla kadar inmiş olduğunu söylüyor.