Bu depremde hem bizi en çok zorlayan, hem de aynı zamanda hayat kurtaran konu sizce ne oldu? Tabii ki gıda yeterliliği! Bir başka deyişle, yerinde/yerel üretim. Zira böyle kriz anlarında dışarıdan gıda akışı kesildiği ve hayat durduğu için bulunduğunuz yerde toprağın verdikleri ve onları kullanarak yapılan yerel üretim hayat kurtarıyor. Bu altyapı var olduğunda da en azından orada yaşayan insanlar aç kalmıyor ve dışarıya/marketlere bağımlı olmuyor. Bir millet de zaten ancak öyle egemen, bağımsız olabiliyor. Yani kendi kendine yetebiliyor. Varlığını kendi gücüyle sürdürebiliyor.
İSTANBUL’DA DURUM
Deprem riski yüksek olan İstanbul’un kendine yeterliliği de içler acısı. Bugün İstanbul, hiçbir gıda ürününde kendi tüketim ihtiyacını kendi üretimiyle karşılayamıyor. Buğdayı yüzde 5, yaş sebze-meyveyi de yüzde 1’in altında bir oranla kendi üretiyor. Bu da demektir ki; gıdada kendine yetmeyen İstanbul, Türkiye’nin dört bir tarafından ve yurtdışından gıda ürünlerinin tedarikine bağımlı. Olası bir depremde vay halimize. Peki ne mi yapmak lazım? Acilen yerel/kırsal üretimi destekleyip, ulusal– yerel gıda stratejisini buna göre sil baştan planlamak lazım. Yoksa bu depremden hiçbir ders almamış oluruz.
DIŞARIDAN TEDARİK
15 milyon küsurluk nüfusuyla İstanbul’un Türkiye’nin gıda tüketiminin üçte birini yapması, tüm ülkeyi etkiliyor ve temsil ediyor. Dolayısıyla şehrin içinde bulunduğu bu bağımlı durum, gıda sistemimize dair alarm zilleri çalıyor. Hatırlayın daha 2 yıl önce pandemi döneminde neler yaşadığımızı. Bir anda küresel tedarik zincirleri durmuştu. Dünyanın en büyük buğday ihracatçısı olan Rusya, tüm tarım ve gıda ürünü ihracatını yasaklamıştı.
Tüm dünyayı “ekmek bulamayacağız” korkusu sarmıştı. Birçok Avrupa Birliği (AB) üyesi de gıda ihracatını durdurup; ‘Yerli malı tüket’ kampanyasına başlamıştı. BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), salgının başından itibaren yerkürede açlık krizi olabileceğini, bu krizin en az 55 ülkede yaşanacağı uyarısında bulunmuştu. Kısacası bir kriz anında bir ülkenin kendine yetebiliyor olması, her şeyden önce yaşamsal varlığı için olmazsa olmaz. Bu depremde de bunun yereldeki önemine şahitlik ettik, ediyoruz.
UZAKTAN GELEN GIDA
Gıdada kendine yetmenin başka yaşamsal anlamları ve sonuçları da var. Yerküre Yerel Çalışmalar Kooperatifi ve Greenpeace Akdeniz’in yaptığı derinlikli saha araştırması sonucunda hazırladığı ‘İstanbul Nasıl Beslenir?: Üretici Pazarları Odağında Alternatifler ve Olanaklar’ raporuna göre; İstanbul’da ve Marmara Bölgesi’nde fazlasıyla sanayileşme sonucu tarım alanları-faaliyetleri son derece azaldığı için İstanbullular sebze-meyveye uzak mesafeler sonucunda ulaşıyor.
Düşünün ki; 1970-80’lerde şehir yüzde 30-40 oranında gıdada kendine yetiyormuş. Özellikle 90’larda yaşanan çok hızlı sanayileşme ve hızlı nüfus artışıyla birlikte, bu oran yüzde 1’e kadar düşmüş. Gıdanın uzak mesafeden gelmesinin de sayısız olumsuz etkisi var. Bir kere gıdanın besin değeri yolda düşüyor. Ciddi bir bölümü de bozuluyor/çürüyor. Düşünün ki yaş meyve-sebzenin 3’te 1’i daha markete/bakkala/eve gelmeden heba oluyor.
Bu uzun yolda kamyonların, tırların sebep oldukları muazzam karbon salımı da cabası. Dahası; bu gıdaların mesafeye dayanabilmesi için koruyucu maddeler, kimyasallar katılıyor. Bu yüzden sağlığımızı ciddi şekilde olumsuz etkiliyor. Gıda fiyatını da taşıma maliyetleri çok arttırıyor. Yani bugünlerde çok konuşulan yüksek gıda ücretlerinin ana sebebi aslında zannedildiği gibi aracılar değil; gıdanın uzak mesafeden geliyor oluşu.
ARACILAR
Dışarından tedarik eden bir beslenme rejimi, üreticiyle tüketici arasında büyük bir mesafenin olduğu, sayısız aktörün devreye girdiği bir durum da ortaya çıkarıyor. Gıdanın üreticisiyle tüketicisini bir araya getirmek ise belki de en önemlisi. Zira aracının ortadan kalkmasıyla üreticiyle tüketici kendi aralarında istedikleri fiyatı belirleyebiliyor. Tüketici aracıya vereceği miktardan kurtuluyor. Üretici de aracıya para vermek zorunda olmadığı için fiyatını o kadar düşük tutmak zorunda kalmıyor. Bu da tarımsal ekonomiyi canlandırıyor.
YABANCILAŞIYOR
2’ncisi; doğrudan temasla tüketici üreticiden gıdayla ilgili birebir bilgi alabiliyor. 3’üncü ve bence en önemlisi ise şu: Ürününü uzak diyarlara gönderen üretici, onu tüketiciye doğrudan ulaştıramayınca ürettiği şeyin değerini tam olarak göremiyor, algılayamıyor, ona yabancılaşıyor. Oysa diğer türlü belki üretimde çok daha fazla özen gösterecek. Tüketici de bu şekilde aldığı ürüne uzaklaşıyor. Tıpkı zamane çocuklarının markette satılan paketteki tavuğun o markette üretildiğini zannetmesi gibi… Gıdanın kaynağı ile aradaki mesafe ne kadarsa; kümesteki tavuğa, yani öze, doğaya olan mesafe de o kadar artıyor. Tam da bu yüzden üretenle tüketenin birbirinin gözünün içine bakmaları gerekiyor.
BÖLGESEL PLANLAMA ŞART
Tabii ki İstanbul ya da bir başka büyükşehir tüm gıdasını kendi üretemez. Ama üretim potansiyeli çok daha fazla arttırılabilir ve daha kısa mesafeli tedarik zincirleri planlanarak gıda kaybı önlenebilir, fiyatlar da çok daha düşürülebilir. En önemlisi ise; bir deprem, afet anında bölge halkı kendi ürettiği gıdayla ayakta kalabilir. Yalnız bunun için ulusal değil; çok daha küçük çaplı, bölgesel planlama yapılması şart.