Murathan Mungan’ın kitabının adıydı Yüksek Ökçeler ve tabii ki bir kadın hikayesiydi. Baştan kabul edelim, yüksek ökçeler kadar bir kadına yakışan ve onu kadınsı bir çekiciliğe büründüren ne var? Yürüyüşünü değiştirir, boyunu uzatır, bacaklarını ince ve uzun yapar. Her kadın bayılır yüksek ökçelere, çünkü erkekler de bayılır. Siz sanıyor musunuz o kaba saba spor pabuçları ya da dümdüz babetleri beğeniyor erkekler? Hepsi bayılıyor tıkır tıkır ince topuk sesine ve yüksek ökçelere. Kadınlar da bu eziyeti onun için çekiyor!
[[HAFTAYA]]
Çünkü ne kadar inkar edersek edelim, ne kadar platformlular daha rahat dersek diyelim, 15 punto yükseklikteki topukların üzerinde saatlerce ayakta kalmak kadar büyük bir eziyet olabilir mi? Biraz daha abartılmışını cambazlık diye gösteride yapıyorlar zaten! Ben de bayılıyorum topuklu pabuçlara. Ayakkabı dükkanlarına her girişimde topuklu ve şık bir pabuçla çıkıyorum. Sonra? Sonra o pabuç dolapta giyilmeyen pabuçlar arasında yerini alıyor ve ben artık ağzı yüzü dağılmış, özel imalat kauçuk düz pabuçlarımı giyip koşturuyorum!
Elimde lazım olur diye şık bir pabuç torbası hazır bulunuyor başka. Ama o yüksek topukların nasıl bel ağrısı yaptığını, hele pabucun burnu da sivriyse ayakta nasıl deformasyona neden olduğunu bildiğim için “beğenmezlerse beğenmesinler” diyor ve saatlerce dolaşılması gereken bir sergi açılışında ya da uçak yolculuğuna çıkarken kadınların nasıl olup da sağlıklarını değil, güzelliklerini düşünerek o bir karış topukluları giydiklerine de akıl erdiremiyorum.
Dost başa, düşman ayağa..
Hayrünnisa Hanım’ın yüksek ökçe tercihine gelince. Hanımefendinin kıyafetlerine, hele ayakkabı ve çantalarına özen gösterdiğini hepimiz biliyoruz. Zaten kendisinden bulunduğu mevki itibariyle bunu bekliyoruz. Kıyafetlerine özenen bir kadın olarak bazı kısıtlamalar içinde gardrop hazırlarken dikkatinin başka tarafa çekilmesi de normal. Başı örtülü, etekleri uzunsa topukları yüksek oluyor haliyle! Kadınlığı bir yerde galip geliyor. İngiltere seyahatindeki kıyafet seçimleri hoştu. En ağır akşam yemeği hariç! Açık gri ve lila tayyörlerinin zarafeti nerede, o koyu haki renk tuvaletin ruh karartan ağırlığı nerede! Varsın yüksek ökçelerine baksın İngilizler. Bütün genç İngiliz kadınları da yüksek ökçeleriyle tıkır tıkır dolaşıyor gece gezmelerinde; Kraliçe yaşına, başına uygun olarak iki parmak sağlıklı pabuç giyebilir, Hayrünnisa Hanım daha genç bir kadın. Ve ben de bu kadar önem verdiğim bir davete giderken cendereye girmek pahasına yüksek topuklularımın üstüne çıkardım! İnsan kaç kere manşet olur ki hayatında.. Hem dost başa, düşman ayağa bakar demişler. Biz hep türbanını yazıyorduk, İngilizler topuklarına takıldı.
İyi şeyler de oluyor hayatta!
Sidikli Kasabası Müzikali:
Geçen gün, bir arkadaşımın çekiştirmesiyle bir müzikal seyretmeye gittim. Kusura bakmayın ama müzikal tarihimiz pek de başarılarla dolu değil. Oyun başladı, göz ucuyla bakıyorum, giderek yerimden doğruldum, giderek şaşırdım, giderek hayran oldum! Londra’da mıyım, NewYork’da mı? Bu gençler nereden geldi, bu ses, bu dans, bu koreografi, bu makyaj, bu bir kişinin bile aksamaması nasıl oluyor, yoksa Berlin’de miyim? İstanbul Devlet Tiyatrosu’nu bu gençlere destek, emek ve imkan verdiği için kutluyorum. Bir buçuk saatlik hazmi zor bir içerik ve sıkıcı olabilecek çiş kaka muhabbetini bize lokum tadında yutturdukları, aynı zamanda kuraklık, su kaynaklarının tükenmesi gibi bir konuyu keyifle izlettirdikleri için.
Ve de çaktırmadan insancıl, devrimci, eşitlikçi mesajları beynimize çaktıkları için. Sidikli Kasabası Müzikali NewYork’ta da sergileniyor ve çok ilgi görüyormuş. Barış Arman, Nebi Birgi’nin çevirdiği oyunu Oğuz Utku Güneş yönetiyor; şarkı sözlerini de adabte eden, o müthiş koreografiyi hazırlayan ve oynayan Nebi Birgi güneş gibi parlıyor. Ve sadece 86 doğumlu sıkı bir müzikal ve tiyatro eğitimi olan genç sanatçı iki yıl önce kurduğu MüzikalİST, Müzikal Tiyatro Grubu'yla daha çok yüzümüzü güldürecek işler yapacak belli ki.
Polis memuru rolündeki Doruk Şengün’ü de inşallah dizi yapımcıları keşfetmez ve sahnede de izleyebileceğimiz bir yetenek olarak çalışmaya devam eder, o kadar iyi ki. Aslında bu oyuna emeği geçen, sahnede izlediğimiz ve sahne arkasındaki herkesi alınlarından öpmek gerekiyor. Benim öyle durup dururken kimseyi övmediğimi bilirsiniz, bu kadar “boktan” bir oyunu bu kadar övüyorsam bir nedeni var! Sidikli Kasabası Müzikali, bunu hakediyor. Nerede bulursanız, kaçırmayın.
Dedemin İnsanları:
Çağan Irmak filmine giderken bir daha makyaj yapmayacağım. Yine ağlattı. Ama bu kez daha az. Zaten Çetin Tekindor’u görünce kork, belli ki ağlayacaksın. Bu filminde bir tür Zorba filmindeki Anthony Quinn gibiydi o şapka, o ceket o yürüyüş filan. Konu zaten onun etrafında dönüyor: Mübadele denen, o can yakıcı, o çiçeği bile yerinden söküp başka yere dikince tutmaz hani, burada insanları bir topraktan başka toprağa götürüyorlar, Ege’nin bir kıyısından öte kıyısına, ama yürek hep o gelinen yerde kalıyor, boş şişelerin içine mektuplar atılıp salınıyor dalgalara ve bir gün artık yürek o değişime dayanmadığında, o şapka, o ceketle bu kez kendi dalıyor dalgaların içine.
Film yazarken konuyu anlatmayı sevmiyorum, tadı size kalsın. Oyuncular iyi, dönem filmi dekoru iyi yakalanmış, Ağızda buruk bir tat bırakan, şarap gibi, rakı gibi baş döndürüp de güldüren, düşündüren, ağlatan bir tat bırakıyor. Sinemayı koltuğundan kalkmaya deyecek kadar sevdiriyor!
İstanbul Sanat Fuarı:
Contemporary İstanbul ilk açıldığı gün 16 bin kişi tarafından ziyaret edildi. Fuarı ilk 4 günde 50 bin civarında sanatsever gezdi, eserlerin yarıdan çoğu satıldı. Ön açılışına gittim ve içerideki kalabalığı görünce burada bedava altın mı dağıtıyorlar diye düşündüm! Sadece İstanbul’un kreması değil, Paris, Londra, NewYork kremasının köpüğü de buradaydı galiba. Bu ne şıklık, bu ne güzellik, bu ne yüksek topuklar? Bu ne uçuk kaçık kıyafetler. Herkesin elinde bir kadeh kırmızı şarap, kolunda 1.85’lik bir afet, afetin ayağında altı kırmızı tabanlı o meşhur pabuçlar, sergi mi geziyorlar, ayakta dolaşan sergi vaziyetinde kendilerini mi gösteriyorlar, bilemiyorum ama duvardaki resimlerin, sergilenen heykellerin yanındaki kırmızı noktalar süratle çoğalıyor!
O küçük kırmızı noktalar, tehlikeli, müstehcen demek değil, satıldı demek, satıldı! Vallahi bravo. Ali Gürel, bu işe soyunup da “Sanatın ticareti var, yatırım için müthiş bir araç” dediğinde bu kadar büyüyeceğini düşünmemiştim. Bu fuar beni sergi gibi düşündüğümden ilgilendiriyor, herhalde bir Devrim Erbil tablosu satın alacak değilim, keşke, keşke! Kezban Arca Batıbeki ya da, rengarenk pullar işlemiş kadınların elbiselerine harika olmuş.Ve ne kadar pahalı, sanat eserleri o kadar çabuk gidiyor!