Ülkemizin bir yerinde deprem oluyor keza ne fark eder ki dünyanın herhangi bir yerinde de olsa acı, acı değil midir? Lakin biz o noktada bile, acımızda bile, içimiz yanarken bile ne yazık ki tam anlamıyla birlik olamıyoruz. Depremin olduğu şehri Lut kavminin sonu ile kıyaslayan, bu size bir uyarı diyen, bu az oldu daha yükseği gelsin diyen gördü bu gözlerim. Doğa olayını alkole, zinaya bağlayanlar için gerçekten üzgünüm. Oysa bizim dinimizin hiç bir alanında zulüm yok, öfke yok, kin yok, nefret yok, saygısızlık yok..
Bir de yeterli paylaşım yapmadığını düşündüklerini linç eden bir zümre vardı. Bizim iyi olmaktan, duyarlı olmaktan anladığımız; dünyanın herhangi bir yerinde bir olay meydana geldiğinde, sosyal medyadan #prayfor... yazmak mı sahi? Ülkemizde olduysa da eğer yine “hashtag” ler atarak diren yazmak mı?
Bunları yaparak rahatlıyor da olabiliriz, iyi hissettiriyorsa yapılsın da, fakat bir kesim var ki; onlar bunu sadece yapmayanları linç etmek için kullanıyor. Kendi fotoğrafını paylaşmış adama küfredenler mi dersiniz, tanımadığı bir ünlünün(!) fotoğraf altına gidip niye paylaşım yapmıyorsun diyenler mi istersiniz, tüm bunları söyleyip saldırıp 24 saat sonra rutin hayatına devam ederken yüzü kızarmayan mı dersiniz, en vahimi de ürün tanıtımı görselleri altına deprem diye hashtag atanlardı sanırım...
Neden dilimiz kardeşlerimizin acısı için dua edip, şifa dilemiyor bunları yapmak yerine...
Kalbimiz bu kadar mı katı gerçekten?
Adalet istemek hakkımız, evladından ayrılan anne, annesinin köftesini bir daha yiyemeyecek evlat için ciğer yanması hakkımız, gözyaşımız kuruyana kadar ağlamak yas tutmak hakkımız, önlem almak talep etmek hakkımız, neler yapabiliriz geride kalanlar için düşünmek, çabalamak hakkımız ama başkalarının hayatlarına müdahale, saldırı değil be güzel kardeşim...
Herkes iyiliğini sosyal medyadan duyurup, “PR” yapmak zorunda değil ki ona da saygım sonsuz. Sonuç olarak ihtiyacı olanın yüzü gülüyorsa, başkalarının çıkarına hizmet etmesi bile gözümde değerli bir yerde.
Gel gelelim, saygı, sevgi, hoşgörüyü elden bıraktık mı hiç bir şeyin değeri kalmıyor.
Geçenlerde kısa bir tatile gittik. İnsanların trafiğe girmediği, bir yere yetişme telaşı yaşamadığı, kaostan öfkeyle deliye dönmediği köy ve kasabalar gördük. Bir adım daha önde olabilmek için kimsenin kimseyi incitmediği o kadar belliydi ki... Kahvehanede çay içip sohbet eden amcaların bir çoğu telefonlarını muhtemelen sadece eve giderken eşlerine; “Gelirken ne alayım, ne lazım hanım?" demek için kullanıyorlardı.
Kuş ve horoz sesleriyle uyanıp, nar ve limon kokusu ile büyüyen çocuklar sokakta keyifle oynuyordu. Deniz görüş mesafesindeydi, hala eve girmek için akşam ezanı sesi bekleniyor ve çocuklar kuvvetle muhtemel salçalı ekmeğinde tadını biliyordu.
En son ne zaman bu kadar yalındı hayat benim için, hatırlayamadım bile. Süslediğimiz, özenle şıklaştırdığımız hayatımızın aslında bazen yalınlaşmaya, fırından çıkacak, sıcacık ekmeği beklemeye, evde kurabiye pişirip kokusunu yaymaya ihtiyacı vardı.
Döndüğüm ilk günlerde elimde olmadan çevremde olup bitenleri ve insanları özenle izledim. Metrobüse girerken yaşlı, hamile, çocuk hatta belki sadece insan demeden içeri girmeye çalışanlar kötüler miydi gerçekten?
Bence öğrenilmiş bir yaşam tarzıydı artık bu onlar için. Her birinin bir öyküsü vardı mutlaka. Hatta bir tanesinin öyküsünü hiç düşünmeden tahmin edebilirdim. Upuzun bir yol gidecekti işe giderken, şansı dönmüş araç boş gelmişti, oturursa belki gidene kadar uyuyacak, gün boyu yorulacağı, hatta ayakta çalışacağı işine varmadan biraz dinlenmiş olacaktı sadece...
Ertesi sabah işe gitmiştim. Arabayı uygun olan bir yere park ettiğimde camımı yumruklayan bir “beyefendi” geldi. “Bayan” burası benim iş yerimin önü, buraya sadece ben park ederim" dedi.
Oysa camımı yumruklayıp öfkeyle bakmasaydı da iletişim kurabilirdik kendisi ile. Suçlamalı mıydım onu?
Doğurganlık özelliğimizin veya baba olma imkanımızın olması, sorumsuzca çoğalabileceğimiz anlamına gelmiyor. Etrafıma baktığımda, özellikle 'reality' dediğimiz televizyon programlarının yayınlarında denk geldiğimde, izlemeye dayanamadığım anlar oluyor. Hatta daha kötüsü; duymaya dayanamadığım ve kendi kendime; “İnsan kendisine ve sevdiklerine bunu neden yapar? Nasıl izin verir? Neden yakıştırır?” dediğim çok fazla an oluyor. Temelinde düzensiz aile hayatı, çocukluk döneminde yaşanmış şiddet, aile içinde bulamadığı şefkati bir erkekte ararken hata yapan ve eğitimini yarıda bırakmış genç kızlar, daha kendisine bakmak için yeterliliği yokken anne olmuş kadınlar, "Evlensin düzelir" diye evlendirilmiş ama kendi düzelmediği gibi evlendiği insanın psikolojisini de mahvetmiş erkekler, ebeveynleri tarafından kalpten kabul görememiş bireyler, kendisini topluma kabul ettirmek için görmezden geldiği kişiler... Bu liste böyle uzayıp gidiyor. Birileri bizim yazmaya, okumaya, duymaya, görmeye dayanamadığımız şeyleri yaşıyor. Toplum olarak duyarsız kaldığımızı düşündüğüm anlar oluyor. Aslında herkes kendisine bazı sorular sorarak başlasa, cevaplar tatmin etmez mi? Bir durup düşünsek, değişim bir yerlerden başlayacak gibi...
“Her şey olması gerektiği için mi olmalı, yoksa uygun koşullar ve zaman geldiğinde mi?” Evlilik kararı almayı düşünürken bu soruyu sorabiliriz kendimize mesela…
Üniversiteyi bitirdim, bir evin ve evliliğin sorumluluğunu almaya hazır hissettiğimde, sevdiğim, uzun yıllardır tanıdığım adamla evlendim. Bu kararı alırken birbirimize katkı sağlayacağımıza ve ortak hayallerimizin olduğuna inandım. "Biz bu adamla hayatı birlikte sırtlayabiliriz" dedim ve hem ben hem de o iş sahibi olduğunda, ailelerimizin de desteğiyle aldık bu kararı. Bunlardan biri eksik olsaydı, o eksik hayatımızı bugün nasıl etkilerdi bilemiyorum ama olumsuz etkileri olacağına tüm kalbimle inanıyorum. Kızlarımıza evlenmeyi kazanılan en büyük başarı gibi öğretmesek, oğullarımıza annesine verdiği gibi her kadına ve eşine de değer vermeyi öğretsek, çocuklarımıza “Büyüyünce çok canlar yakacak" gibi olumsuz şeyler aşılamasak…Belki de hepimizin değişiminekatkı sağlamış olabiliriz.
'Elalem' diye adlandırdığımız, ne dediğini aşırı önemsediğimiz kişiler için yaşamaktan vazgeçsek mesela…
Evliliğimizin ilk yıllarında hiç kimse, "Evlilik nasıl gidiyor? Keyfiniz nasıl? Gelecek planlarınız neler?” demezken; “Çocuk ne zaman, çocuk?” diyordu. Oysa iki kişinin hanesi içinde hayat nasıl gidiyor bilmezken, onların doğru zaman kavramları hakkında fikir yürütmeyi çevremizdekiler, çoğu kez arkadaşınız ya da akrabanız bile olmayan isimler kendisinde hak görüyor. Güçlü olmalıyız bu konularda. Önemli kararları kimseye bir şey ispatlama kaygısı içine girmeden, hür irademizle, kendimize hazır olup olmadığımızı sorarak almalıyız. İlk çocuğunuzu kucağınıza aldığınızda, o memnun etmek istediğimiz toplum yanınızda sınırlı vakitte yer alacak, belki de hiç almayacak. Günün sonunda üzülerek söylüyorum; yine memnun edemeyeceksiniz. Bu kez de “Kardeş ne zaman kardeş? Çocuk tek mi büyüyecek?” dikteleri ortaya çıkacak. Ekonomik koşullar, çocuklara yetebilme dengesi, sağlıklı ve mutlu bir birey yetiştirmek için gereken zihinsel, bedensel duygusal güç siz de var mı; kimsenin umurunda olmayacak. Herkesin hayatınızla ilgili mutlaka bir fikri olacak. Hatta kendi hayatıyla ilgili fikri olmayıp sizin hayatınıza fikir beyan edenler olacak. Kişisel izlenim ve deneyimlerim bana gösterdi ki, her söylenen söz iyi niyetli değil, her görüş değerli değil, her cümle dikkate alınacak kadar kıymetli değil, her fikir uygulamaya değer değil. Çevrenizde az okuyup, çok fikir beyan edenler var mı? Bir göz atmanızda yarar var derim…
Kastamonu/Abana sonrası; rotamızı gecenin karanlığında, virajlı yollardan geçerek Rize'ye doğru kırdık. Şehre girdikten sonra ilk maruz kalacağınız şey şiddetli yeşil olacak ve gözleriniz dönüş rotasına kadar daha güçlü bir renk göremeyecek. Yeşilin her tonunun hakim olduğu, yayla cenneti Rize için belki çok klişe olacak ama en doğru tanım da bu olacak: Anlatılmaksızın yaşanmalı...
Doğu Karadeniz'in incisi Rize'ye saat 10 civarı geldik ve kalacağımız otelin de bulunduğu Ayder'e doğru yola koyulduk. Daha önceden yaptığımız araştırmalardan bildiğimiz bir mekanda, güzel manzara eşliğinde mıhlamalı bir kahvaltıyla güne başladık. Manzaraya karşı ilk fotoğrafları çekip paylaştıktan sonra, butik ama bana göre çok profesyonel çalışan otelimize yerleşmek üzere geçtik. Burada nazik otel sahibinden şehirle ilgili bilgiler aldıktan sonra planlamalarımızı yaptık. İlk gün yakınlardaki Ayder Şelalesi'ni ve balık çiftliğini ziyaret edip odamızdaki muhteşem doğa manzaralı jakuzi ve şöminenin tadını çıkardık. Otel odasının tam açılabilen camları ise bize hem manzaraya doyma, hem mekanlardan gelen yerel müzik zevkini yaşama fırsatı sundu. Otelimizin akşam sefası için yolladığı bir demlik çayı, çayın başkentinin lezzetini ala ala yudumlayıp geceye veda ettik.
Rize'nin en fazla yağış alan yerlerinden biri olduğunu bilerek valiz hazırlamanızı tavsiye ederim. Hava çok sıcakken, birden yağış başlayabiliyor, çok soğukken birden ısınabiliyor. Mutlaka yağmur çizmesi, yağmurluk, kapüşonlu gibi eşyalarınızı yaz aylarında gitseniz bile yanınızdan eksik etmeyin. Bu arada her yazımda değinmeye çalıştığım doğru mevsimden Rize'de bahsetmek pek mümkün değil. Çünkü yaz-kış festivalleri olan, hep canlı, yaz ve baharda yeşile, kışın kaplıca ve beyaza doyma imkanınızın olduğu bu şehir sizi yılın 365 günü ağırlayabilir. Şehre direkt uçuş olmadığı için arabayla seyahat etmeyecekler; Trabzon üzerinden özel bir şirketin sağladığı Rize aktarmalarını kullanabilirler. Buradan tüm yaylalara minibüslerle geçmeniz mümkün.
Rize; Trabzon, Artvin, Bayburt, Erzurum'un komşusu konumunda. Çamlıhemşin, Çayeli, Ardeşen'in de aralarında bulunduğu 12 ilçesi var. Şehir; çay üretiminde ülkemizde birinci, fındık üretiminde ise dördüncü sırada. Bunların yanı sıra mısır, kivi gibi ürünlerin üretiminde de önemli bir payı olduğunu söyleyebilirim. Şehirde özellikle yaylaların etkisiyle turizm çok önemli bir gelir kaynağı. Bunun yanı sıra arıcılık, balıkçılık, arazisi engebe ve çok yağış alması nedeniyle tarıma çok elverişli olmasa da; tarım, şehir için önemli diğer sektörler arasında.
Adrenalin severler; Fırtına Deresi'nde rafting, Ayder'de zipline, Türkiye'nin en yüksek dördüncü dağı olan Kaçkar'ın ev sahipliğinde trekking deneyimleyebilirler.
Şehirde tüm yaylalara kurulmuş salıncaklar da bana göre fotoğraf severlerin yoğun talebiyle yeni ve çok önemli bir sektör halini almış durumda.
Bir gün zorluklar, dünyanın güzelliğine olan inancınızı bitirecek gibi olursa, Karadeniz'i görmeden karar vermeyin derim...
Eylül ayı için çok önceden planladığımız Portekiz seyahatimiz, Covid-19 engeline takıldı. Çocuğunun okul programına uyması gerekenler ya da çalışan kadınlar bunu çok anlayacaklardır; seyahatleriniz anlık olamaz. Önceden çalışma arkadaşlarınızla programladığınız, yönetici onayı aldığınız tarihler vardır. Hal böyle olunca; "Eylülde ne yapacağız?" sorusu, hızlı ama güzel yeni bir program üretmek anlamına geliyordu.
Uzun yıllardır yurt dışı ağırlıklı gezip Türkiye'de sadece deniz tatili yapıyorduk. Nedense elinin altındaki hep ulaşılabilir geliyor insana. Ülkemizin güzellikleri denilince akla ilk gelenlerden biri hiç kuşkusuz ki Karadeniz. Rotamızı Karadeniz olarak belirledik.
Uçakla yapılan seyahatler hızlıdır. Hele de 3 yaşında bir çocuk yol arkadaşı olacaksa çok da konforludur. Bizim gibi "Göre göre, geze geze ilerleyelim, yeni lezzetler de tadalım" diyenler arabayla uzun, yorucu ama keyifli bir rota çizebilme lüksüne sahip olurlar.
Rotamız Kastamonu, Rize, Trabzon, Artvin!
İç Anadolulu olup da Karadeniz'de yazlığı olan kaç kişi buluruz bilmem ama buralara gelince ayrılmak istememek gibi bir etki sağladığı da gerçek.
Yeni normal diye adlandırdığımız bu süreç, hayatımızın her alanında olduğu gibi tatilde de köklü değişimlere sebep oldu.
Her yıl yapılan erken rezervasyonlar, 5 yıldızlı otel konseptleri, açık büfeler, sınırsız alınan ve bir çoğu çöpe giden yemekler, yakın mesafe güneşlenmeler, görünen o ki bu ara daha az tercih edilecek. Elbette oteller tüm şartlarını bu sürece göre düzenleyip müşteri kabul etmeye devam ediyor olacak ancak birçok insan tercihlerini değiştirmiş olabilir.
Ucunu bilmediğimiz, sonunu ve ışığı göremediğimiz bugünlerde eve kapanmalar, dışarda yeterince vakit geçirememek, sosyalleşememek aslında geçmişte olduğundan daha çok tatil ihtiyacı doğurdu. Psikolojik olarak kabul edelim ki çok yıprandık. Ben ve ailem yıllardır devam eden 'otel tatili' anlayışımızı, 'villa tatili' olarak güncelledik. Şüphesiz, hiç tatil yapmamayı tercih edenlerin de sayısı bu dönemde fazladır ama ben hayatımızın birdenbire bu denli değişmesinin, fizyolojik korunma dışında sosyolojik aşırı izolasyon ile psikolojik sorunlara da yol açabileceği görüşündeyim. Hal böyle olunca kensime sordum: Ailemi, çocuğumu ve diğer insanları riske atmadan, devletimizin ve tüm dünyanın ortak çaba ve gayretlerini de hiçe saymadan nasıl dinlenip, arınıp, tatil yapabilirim? "Villa tatili" yanıtıyla da derhal aksiyon aldım.
İlk önce bu işi yapan güvenilir villa sitelerini belirledim. Güvenilirlik bana göre, internetteki şikayet oranı, bu şikayetleri cevaplama oranı, açıklamalarda verdikleri detay, iletişime geçtiğinizdeki firmayı temsil eden personelin üslubu gibi uzayıp giden bir listeye dayanıyor. Her zaman olduğu gibi 'detaycı' kimliğimi ortaya koyup güzel incelemeler yaptığıma ve doğru yeri bulduğuma, şu an sonucu da yaşamış biri olarak inanıyorum.
Doğru firmayı bulduktan sonra eşim ve ben önceliği izolasyona vererek, konfor alanları, çocuğun korunması ve eğlenebilmesi, ihtiyaçlarımız ve buna cevap verecek materyal donanımları, manzarası, deniz ile konumu, çocuk havuzu, ısıtma sisteminin olması (havalar malum oldukça değişken), erken gittiğimiz için yine havaya bağlı zor durumda kalırsak diye kapalı havuz, güvenlik, çevrede çok villa olmaması, görüş mesafemizde mahremiyetin korunması gibi onlarca maddeyi dizdikten sonra eleme aşamasına geldik. Her zaman seçimlerimizi yaparken, arada kaldığımız bir şey varsa artı ve eksileri tek tek not alırız. Bu yerler arasında en çok artıya ve en az eksiye sahip yeri seçeriz. Burada da bu metodumuzu uyguladık.
"Birkaç yüzyıl geriye ışınlansam" ya da "Orta Çağ'da filan yaşasam nasıl olurdu?" şeklinde merak hissi veren sorular en az bir kez hepimizin aklına gelmiştir. Henüz ışınlanma hayalimizi gerçekleşmesi zor gibi gözükse de, bir Schengen vizeniz varsa Prag'a bilet alıp, oradan da Cesky Krumlov'a giderek bu merakınızı giderebilirsiniz.
Dipnot: Şehir Avusturya'nın da sınırında kalıyor.
Cesky Krumlov; Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’ın yaklaşık 180 km güneyinde yer alan, 1992 yılında UNESCO Dünya Mirası arasına girmiş, görsel şölen bir kasaba. Ortaçağ'dan izler görebileceğiniz Cesky Krumlov’da zamanda kısa ve masalsı bir yolculuk sizi bekliyor.
Şehrin adı, Almanca “Krumme Aue” kelimesinden geliyor; yani “Çarpık çayır.” Vltava Nehri’nin oluşturduğu kaleden bakınca neden bu ismi aldığını çok rahat anlayacaksınız.
Bazı dokümanlarda, 1253’lerde Crumlovia ismi ile anılan Cesky Krumlov, şimdiki adıyla 1309 yıllarında anılmaya başlanmış.
O yıllardan bu yana dokusunu korumuş bu şehir; Bohemya’nın incisi olarak da anılıyor.
Çok sık seyahat etme fırsatı bulmaya başladıktan sonra her gittiğiniz ülkede ve keşfettiğiniz şehirde, oraya özgü bir şeyler hissediyorsunuz.
Bana göre Viyana; zarafet kelimesinin karşılığıydı. Aynı zamanda, atalarının kendisine miras bıraktığı şehre sahip çıkmış çocukların... Şehirde adım attığınız her yer tarih kokuyor. Işıl ışıl caddeler hem modern hem de dokusu hiç zarar görmemiş bir şekilde sizi karşılıyor. Viyana, bildiğim kadarıyla dünyanın en yaşanabilir şehirleri arasında 7 kez birinci seçildi. Bunun sebepleri arasında kuşkusuz, modern sanat galerileri, sarayları, müzeleri, gençlerin kitaplar okuyup toprağa ve çim kokusuna doyduğu yeşil alanları ve parkları, insanlara özgürlük alanı sunması, aktif olarak bisikletli yaşamın hakimiyet sürmesi, üniversiteleri, metro kullanımının çok yaygın olması ve trafiğin yanı sıra hava kirliliğin az olması gibi nice neden var.
Schengen vizeniz varsa İstanbul'dan yaklaşık 2,5 saatlik bir uçuşla kendinizi Viyana’da bulabilirsiniz.
3 yaşında bir çocukla toplu taşıma kullanmadan, yürüyerek, Viyana'nın altını üstüne getirebilirsiniz. En az 3-4 günlük bir seyahat planlamazsanız şehri tam anlamıyla yaşayamayabilirsiniz. Buraya kadar gelip de şık insanlarla opera izlemeden, bir masalın içinde hissetmeden, bisikletle şehir turu atmadan, müzeleri gezmeden, pazarlara gitmeden, o muhteşem pasta ve kahvelerinin tadına bakmadan dönmek olmaz. Pasta ve kahve demişken, buraya özgü bir kahve türü olan; 'melange'yi denemenizi tavsiye ederim. Dünyanın en hafif kahvesi olabilir. Ve tabii şnitzel... Tattıktan sonra "Ben bugüne kadar hiç yememişim" diyeceksiniz. Lütfen şehirde yiyeceğiniz ilk yemek bu olsun. Sunumu ve lezzeti birkaç kez daha yemek için sizi ikna edecek.
Eğer çok müze gezmeyi planlıyorsanız tavsiyem; Viyana Kart almanız. Çok fazla müze var ve hepsine ayrı ayrı giderseniz daha maliyetli olur. Avrupa’nın birçok yerinde görebileceğiniz 'hop on- hop off' gezi otobüsleri burada da var, bilgi amaçlı yazıyorum ama biz tercih etmedik. Genelde yürüyerek gezmek ve kendi planımıza sadık kalarak ilerlemek seyahatlerdeki değişmez uygulamamız.
Seyahat planlarındaki bir diğer önemli nokta ise; mevsim seçimi. Ancak Viyana konusunda kararsızım. Artıları ve eksileriyle yazayım; siz seçin.