80 yaşına merdiven dayamasına rağmen üretkenliğinden hiçbir şey yitirmediğini ispatlamak istercesine belki de “2010’lu yılların son modern başyapıtlarından birine’’ imza atıyor Martin Scorsese. Sicilyalı köklerine sıkı sıkı tutunduğu yönetmenlik kariyeri boyunca mercek tuttuğu mafya/ suç dünyasına belki de son kez bakıyor ve ABD’nin 50’li yıllardan günümüze taşınan mafya-para-siyaset üçgeninde şekillenen tarihini, 3.5 saatlik The Irishman ile yeniden gözler önüne seriyor.
Martin Scorsese
Geçen ay verdiği demeçte Marvel dünyasının süper kahraman filmlerini sinemadan saymadığını söyleyen büyük usta, Netflix için çektiği son filmiyle ‘gerçek sinema’ duygusu nasıl hayata geçer konusunda dersini veriyor adeta. Tüm dünyada Netflix üzerinden bugünden itibaren seyircisine kavuşacak olan The Irishman’i, Netflix Türkiye’nin düzenlediği özel gecede sinema perdesinde izleyen şanslılardan biriydim ben de.
Büyük tartışmalara konu olan, uzun süresi yüzünden sinemada izlenebilirliği sorgulanan filmin aslında tam da beyaz perdede izlenmeyi hak eden bir yapıt olması, yaşadığımız dijital çağa dair bir ironi olarak kalacak zihinlerde...
Bir dönemin yakın tarihi
Charles Brandt’in 2004 yılında yazdığı ‘I Heard You Paint Houses’ adlı kitaptan usta senarist Steven Zaillian tarafından uyarlanan The Irishman, ailesini geçindirmek için ufak tefek yasadışı işlere soyunan kamyon şoförü Frank Sheeran’ın önce bir mafya tetikçisi, sonrasında ise Amerikan tarihinin önemli figürlerinden biri olan ve ortadan kayboluşundaki sır perdesi hâlâ bir muaama olarak kalan sendika lideri Jimmy Hoffa’nın bir numaralı adamı oluşuna odaklanıyor.
Robert De Niro
II. Dünya Savaşı sonrasında her yerde cirit atan mafyayı, işçi haklarını koruması gerekirken mafyayla iş tutmaya başlayan sendikaları, rüzgârın estiği yöne göre suç örgütleriyle kol kola da olabilen siyasetçileri, Küba krizini, merhum başkan Kennedy’yi, kısacası Amerika’nın yakın tarihine yön vermiş birçok şeyi bulabileceğiniz ‘The Irishman’ aslında dostluğun, ihanetin, pişmanlığın, kayıpların, yakamızı bırakmayan suçluluk duygusunun ve en çok da yitip gitmenin filmi.
Joe Pesci farkı
Frank Sheeran’ın film boyunca bir belgesel anlatıcısı gibi aktardığı kişisel tarihinin, ülkesinin tarihine nasıl yön verdiğinin ve bu akışta kaybolurken aslında yıldızların yanında sönüp giden bir figürana dönüştüğünün trajedisi. Scorsese, tarihini kan ve vahşetle yazmış ülkesine kamerasının ardından belki de son kez bakarken, ne kadar muazzam bir hikâye anlatıcısı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.
3.5 saatlik öyküsünü, düşmeyen bir tempo ve seyirciyi peşinden sürükleyen harika bir kurguyla aktaran ‘The Irishman’de Robert De Niro, Al Pacino ve Joe Pesci de oyunculuk adına tadı damağımızda kalan performanslar sunuyor. Özellikle de, emeklilik günlerinden Scorsese’nin hatırına vazgeçen Joe Pesci aynı anda hem büyülü hem de ölçülü olabilmeyi başaran oyunculuğuyla Oscar’ı kesinlikle hak ediyor!