Sanırım kimse egoist ya da bencil olduğunu düşünmez, kabul etmez. Onun için hep başkaları bencildir ama kendisi değildir. Herkes kendi için aynı şeyi düşünüyorsa neden bu kadar fazla nefret ediyoruz kendimiz olmayandan? Saygımızı, hoş görümüzü, naifliğimizi kaçıncı yılın geri sayımında bıraktık?
Geriye dönüp baktığımızda kendinize en çok zarar verdiğimiz duygu, başkalarından nefret etmek, kendi benliğimizin eşsiz olması ve yeryüzünde her şeyi herkesten daha fazla hak ettiğimizi düşünmemiz değil miydi? Savaşları bunun için vermedik mi? Hep bizim olsun, hep biz kazanalım. Hayat en büyük mücadeleydi ya... Doğarken öğrenmiştik: Mücadele etmek her zaman birinci gelmek miydi? Yok muydu kaybederek de kazananlar?
Ten rengi için, göz şekli için vermiştik çoğu savaşı. Peki hangi savaşın kazananı oldu? Kim sonsuza kadar en güçlü oldu ya da? Birçok siyasi tartışma da bunlar için çıkmıştı. Kendi milletinden olmayanı kabul etmeme, kendi ırkını üstün görme, milyonlarca belki çok daha fazla insanı hayallerinden koparmıştı. Hani ders almıştık yaşananlardan?
Yine kendini ayrıcalıklı gören insan evladı başka başka bakmıştı yan komşusuna. Sırf aynı memleketten olmadıkları için. Oysa derslerde ülkemizdeki kültür çeşitliliğiyle gurur duyardık, "Bizim motifimiz" derdik. Ama iş fiiliyata gelince, kendi köyümüzden olmayana kız vermedik. Hayatta en değerli şey olan sevgiyi memleket yüzünden ezip geçtik.
"Onun saçı sarı, gözü mavi, teni siyah, yeni beyaz" diye ayırdık ama unuttuk hepimizin insan olduğunu. Geçtiğimiz günlerde izlediğim video tekrar hatırlattı bana insan evladının başka olana tavrını. Nijerya'da gözleri mavi olduğu için terk edilen kadın Risikat ve dünyalar güzeli iki kızını belki siz de gördünüz. Eşi, karısı hakkında söylenen kötü sözlere dayanamayıp onları terk etmiş. Tek gerekçe ise siyah tene sahipken deniz mavisi gözlere sahip olmak. Göz rengimiz, ten rengimiz boyumuzın uzun ya da kısa olması, etnik kökenimizin bizi farklılaştırdığını düşündüğümüz ne ilk ne son olay olacak tabi.
Ya da "I can't breathe" (Nefes alamıyorum) diye can veren George Floyd'u ne çabuk unuttuk?
Yeniden kurmamız mümkünse bu oyunu, insanı insan olduğu için sevemez miyiz bir ömürlüğüne? Ömür dediğimiz ne ki? Taş çatlasın 80-90 yıl; hadi 10 yıl da benden olsun... Yanı başımızdaki kişilere önce kalbimizle yaklaşmayı denesek, hepimiz denesek ama ne kaybederiz ki?
‘Boğazda yunuslar şov yaptı’, ‘İstanbul boğazında uzun zaman sonra ilk kez yunuslar kıyıya bu kadar yaklaştı’, ‘İstanbul da hava kirliliği azaldı Uludağ görüldü’... Bunlar son zamanların haber değeri taşıyan başlıkları. Uzun yıllardır yaşamadığımız bu olaylar ilginç haberler olarak karşımıza çıktı.
Peki hiç düşündük mü? Uludağ’ın İstanbul’dan görünmesi değil, görünmemesi haber olmalıydı aslında.
Ya da en son ne zaman doğaya verdiğimiz zarar yüzümüze bu kadar çarpmıştı?
Evde kaldığımız dönemde doğaya verdiğimiz zararı biraz azalttık. Bunun gözle görülür farkları da oldu tabii. Ancak eskiden egzozlardan çıkan kara dumanlar biraz gözümüzü kör etmişti, çevremizi göremiyorduk.
Uzun yıllardır hoyrat bir şekilde kullandığımız dünya aslında kendi silahımızla bizi evlere hapsettiğinde biraz düşünme fırsatı yakalamış olmamız gerekiyordu. Hani o koşa koşa yetiştiğimiz yerler, yollar, kalabalıklar vardı ya içinden hep sıyrılmak kendi halimize kalmak istediğimiz. Üzücü bir sebeple de olsa o beklediğimiz günler ile karşılaştık.
Peki kaç kişi kendi kendine kaldığı süreçte o hayalini kurduğu düşünme sorgulama moduna geçti.
Görebildiğim kadar evlerde çok sıkıldık naraları atmaktan düşünmeye fırsat bulamadık maalesef.
Kadınların erkeklerle eşit koşullarda yaşamadığı ülkeleri söylemenizi istesek, sanırım ilk aklınıza gelecek ülkele Suudi Arabistan olur.
Uzun yıllar, kadınların sosyal yaşamda geri planda kaldığı bir ülke oldu Suudi Arabistan. Ama son yıllarda kadınların sosyal yaşamda daha fazla rol almasını sağlayacak olan haberler geliyor. Dolayısıyla bu algı yavaş yavaş kırılmaya başladı.
Her ne kadar ‘kırk yıllık kani olur yani’ dense de, şartlardan rahatsız olunması ve değişmesi için adımlar atılması umut için yeterli bir sebep. Suudi Arabistan’ın veliaht prensi Muhammed Bin Selman’ın aldığı eğitim, ülke kadınının ikinci sınıftan daha eşitlikçi bir hayata girmesine sebep olmuş olabilir.
Veliaht Prens Muhammed bin Selman, Kral Suud Üniversitesi'nde hukuk alanında lisans eğitimi almıştı.
Suudi Arabistan’da yaşayan kadınların daha önceleri belki hayal dahi edemeyeceği şeyler son birkaç yılda gerçekleşti. Bunların en keskin örneklerinden biri de geçen haftalarda yaşandı. Açıklanan son kararda Suudi Arabistan’da kadınlar için bir spor ligi kurulması planlandığı ifade edildi. Bundan yıllar önce kadınların bir spor liginden ziyade, stadyuma girmeleri ya da ülkelerini herhangi bir spor müsabakasında temsil etmeleri bile yasaktı.
Bilindiği üzere Suudi Arabistan’da kadınların stadyuma girişlerinin önü 2018 yılında açıldı. Ondan önce kadınlar için stadyumda bir spor müsabakasının izlenmesi yasaktı. Öte yandan Suudi Arabistanlı kadınlar ülkelerini bir spor müsabakasında ilk kez 2012 yılında temsil etme şansı yakaladı. 2012 Yaz Olimpiyatları'nda Sarah Attar, ülkesini 800 metre koşu yarışlarında temsil etti. Wojdan Shaherkani ise ülkesini judo dalında temsil etti. Yaklaşık 4 yıl sonra ise Suudi Arabistan bu konuda ılımlı tavrını geliştirerek 2016 Yaz Olimpiyatlarına gönderdiği kadın sporcu sayısını iki katına çıkardı.
Birçok yasağın kalkmasıyla birlikte ülkede kadınların da kendilerine olan güvenleri artmaya başladı.
Selman ülkesi için daha ılımlı bir politika izlemek istediğini zaman zaman dile getiriyor. Ülkede yaşanan gelişmeler de bunu kanıtlar nitelikte. Tabii ki 2015'te kadınların oy kullanımı hakkı kazanması, 2019'da veli izni olmaksızın pasaport çıkartarak seyahat edebilmeleri, kadınların bazı belgeleri çıkartabilme yetkileri gibi haklar dünya geneline baktığımızda çok çok geç kalmış değişiklikler.
Bayram kahvaltısı gönlümüzün neresindedir? Sanırım benim için tam ortasında!
Çocukluktan başlayan bayram anılarımın temelini 'el öpelim, bayramlık giyelim, para toplayalım' değil de, bayram kahvaltısı sıcaklığı oluşturuyor. Sıcaklığın büyük sebebi belki de çocukken bayramların kış aylarına gelmesi ve anneannemlerde sobalı odada edilen kahvaltıdır.
Ailemin hala sürdürdüğü gelenek ile ‘ah nerede o eski bayramlar’ demiyorum sanırım.
Benim için bayramlar hiç değişmedi. Masadaki yüzler az da olsa değişti belki ama, o heyecan hiç bitmedi. Balkan göçmeni ailem kendi çocukluklarının bayram kahvaltılarını hala sürdürüyor. 'Kuşluk' adı verilen kahvaltı masasında herkesi bayram günleri farklı lezzetler bekler.
Günler öncesinden evde baklava hamurları açılır, şerbetler dökülür ve tepside bayram sabahını bekler. Bütün ailenin aynı apartmanda yaşamasından dolayı sanırım babalar bayram namazındayken herkes pijamaları ile bayram masasını hazırlamaya koyulur. Ailenin toplanması ile ziyafet başlar.
Öncelik kırmızı etli veya tavuklu klasik bir çorba... Çorbanın ardından toprak tencere pişmiş kuru fasulye...
Ana yemeğin son oyuncusu kapama olur. Bölgenin mutfağının vazgeçilmezidir kapama. Tepside, fırında pişen pirincin üzerinde et veya tavuk parçaları dizilerek yapılır. Çorbaya da et veya tavuk tercihini veren bu yemektir.
Büyükler ve çocukların kalabalıktan dolayı ayrı ayrı oturduğu masalar baklava ile birleşir.