Hatay maçından önce yazıyorum bu satırları. Zaten skorlardan bağımsız, maç sonuçlarından, sportif başarıdan öte, başka bir durum yaşıyoruz Beşiktaş’ta. Sadece birkaç gün içinde ortalık toz-duman oldu ve biz Beşiktaşlılar, hiç alışık olmadığımız bir gündemin içinde bulduk kendimizi. Dolayısıyla da bocalıyoruz. Ne yapacağımızı bilmez hâlde çıkış yolu arıyoruz.
Evet, kafamız karıştı. Evet, güvenimiz zedelendi. Evet, kulübümüze, camiamıza yakıştıramıyoruz konuşulanları. Lâkin sakin ve gerçekçi olmak gerekiyor. Su öylesine bulanık ki…
Zaten bulanık olan o suyu daha da bulandırmak için elinden geleni ardına koymayanlar var. Sosyal medya profesyonellerinden söz ediyorum. İnatla, ısrarla yangına körükle gidiyorlar. Bir de iyi niyetli ama sabırsız ve yaşadıkları hayal kırıklığının etkisiyle öfke seline kapılan ‘taraftar’ var.
Oysa Abbasağa’dan derin bir nefes çekip sakince düşününce… Yaşananlar, yaşandığı iddia edilenler ve konuşulanların hepsi aslında her yerde olan ve olabilecek nahoşluklar. Hele spor dünyasında… Başka kulüplerde, başka camialarda bin beterleri yaşandı, hatta yaşanıyor ama biz Beşiktaşlılar olarak, romantik şekilde, kendimizi bu dünyadan azade saydığımız için mevzuları bu derece büyütüp etkilendik. Ve belki de ilk kez, kırılan kol yen içinden çıktığı için. Sonunda hepimiz o bildik sözün ifade ettiği noktaya geldik korkarım: İnsana dair hiçbir şeye şaşırmamak gerekiyor. Acı ama gerçek bu.
Yine soğukkanlılıkla bakıyorum… Beşiktaş’ı değil, kendi hayatınızı düşünün. İş hayatında, aile içi ilişkilerde de iletişim kazaları olmaz mı bazen? Bazen her şey ilk anda görüldüğü ya da taraflardan birinin söylediği gibi olmayabilir. Tam olarak öyle olmayabilir mesela. Detaylar farklı olabilir ve o detaylar çok şeyi değiştirir. Bazen de çok şey olur ama taraflardan biri susmayı tercih eder. Herhangi bir nedenle… Kendine, karşısındakine, ailesine, kurumuna zarar vermek istemez ve susar bazen insanlar. Böyle dönemlerde, heyecanla her iddianın üzerine atlamak, herkesin her söylediğini gerçek kabul etmek yanıltıcı olabilir.
Beşiktaş’taki yönetsel kriz, Samet Aybaba’nın basın toplantısıyla boyut değiştirdi. İddialar havada uçuşuyor. Keza karşılıklı yalanlamalar, suçlamalar. Yetkili kurullar araştırsın, denetlesin ve gerçekler çıksın ortaya. Sorumlular varsa suçlarının, yoksa yanlışlarının bedelini ödesin. Bunlar yapılırken biz de neler yapabileceğimizi düşünelim. Çözüm ‘açık iletişim’. Beşiktaş için de çıkış yolu bu. Açık açık konuşmak. Ama ‘konuşmak’ diyorum, ‘suçlamak’ değil. Tartışmak, çözüm önermek.
Ben kendi adıma, içinde yer aldığım sektörde bir adım atayım. Başkaları da kendi dünyalarındaki Beşiktaşlılar ile birlikte harekete geçsin. Önerim şudur: Medyada çok sayıda Beşiktaşlı gazeteci var. Spor medyası ve sosyal medya dışında yer alan, gazete ve televizyonlarda yöneticilik yapmış, yapmakta olan isimlerden söz ediyorum. Adına çalıştay mı deriz, beyin fırtınası mı, şura mı fark etmez. Buluşalım, bir yere kapanalım, sabahtan akşama kadar Beşiktaş’ı konuşup çıkış yollarına kafa yoralım. Bir yere varabilir miyiz bilmiyorum ama deneyelim en azından. Somut çözüm önerileri getirebilirsek, bunları Beşiktaş kamuoyu ile paylaşalım. Biz böyle bir yol açalım, belki gerisi de gelir.
Dolmabahçe’de havalar yine bozuk. Yine hiç tadımız yok bu aralar. Beşiktaşımız yine zor bir dönem yaşıyor. Çok zor… Ve büyük problem, şu ilk üç cümlenin içinde de ‘yine’ sözcüğünün yer alıyor olması.
Sportif başarının olmadığı, futbol takımının kötü oynayıp maç kazanamadığı dönemlerde camialar karışır. Diğer branşların durumu, idari-mali vaziyet kimseyi tatmin etmez. Taraftar futbol takımının durumuna bakar ve hesabı bu noktadan keser. Böyle ‘kötü’ dönemlerde de her kafadan bir ses çıkar. Herkes birilerini ya da birbirini suçlar. Kimse öz eleştiri yapmaz. Beşiktaş’ta halihazırda yaşanmakta olan da bu işte. Ve maalesef son birkaç yıldır hep olduğu gibi…
Meslektaşım ve renktaşım Erdoğan Aktaş’ın dediği gibi “Beşiktaşlılık biraz da acı çekmektir” doğru ama bu kadarını Siyah-Beyaz’a gönül vermiş milyonlarca insan, hiçbirimiz hak etmiyoruz.
Biz Beşiktaşlılar için ‘başarı’dan önce gelen kavramlar var. “Şeref’inle oyna Hakkı’nla kazan” sloganıyla özetlediğimiz anlayıştan bahsediyorum. Herkes bilir ki, bizim için ‘başarı için her yol mübah’ değildir. Bu net. Beşiktaşlının üzüntüsü, derdi, isyanı; tabelada ve puan durumundaki rakamlardan ziyade hırs, azim, istek ve mücadele eksikliğine. Çıkar Beşiktaş gibi oynarsın, kazanamasan da biz alkışlarla uğurlarız takımı. Başta teknik direktör ve heyetiyle sahadaki sporcular olmak üzere kulübün profesyonelleri taşıdıkları formanın, göğüslerindeki armanın ağırlığına yakışır davranır; hiçbirimizin sesi çıkmaz. Beşiktaş’ta asıl mesele işte bu bilinç, bu idrak eksikliği. Hatta yoksunluğu.
BJK Başkanı Hasan Arat’ı yıllar öncesinden tanır, sever ve sayarım. Mevcut yönetim kurulunda da tanıdığım, sevdiğim arkadaşlarım var. Ancak bu durum, beni, gördüğüm eksik ya da yanlışları dile getirmekten alıkoymamalı. Başarıda alkışlamak, sorunlu dönemlerde yapıcı eleştirilerde bulunmak gerek. Onların da benim gibi, bizim gibi mutsuz, üzgün olduğunu biliyorum. Duygularımız ortak, buna şüphem yok ama nöbet onlarda. Sorumlu makamlarda yer alanların şikâyet etme hakkı yoktur. İnsanlar, yöneticilerinden çözüm üretmelerini bekler. Dolayısıyla, kıymetli Başkan ve yönetiminin bu sıkıntılı dönemi doğru yönetmesi gerekiyor. Tabii bizlerin de Arat ve heyetine bu şansı, imkânı tanımamız. Nihayetinde sevdamız ortak. İsteklerimiz, hedeflerimiz bir. Bölünmek, gruplaşmak, ayrışmak sorunları daha da büyütür. Hep öyle oldu. Hizipleşerek değil, Beşiktaş ortak paydasında samimi şekilde ‘bütün olmak’la bulunacak çözümler, eğer bulunacaksa.
Camiada herkesin, her paydaşın öz eleştiri yapması şart. Yönetimin, teknik kadronun, futbolcuların, diğer profesyonellerin. Tribünün, sosyal medyada izlenen, takip edilen kişi ve hesapların. Yazılı ve görsel Beşiktaş medyasını oluşturan isimlerin. Herkesin. Hepimizin.
Kadroyu verimli kullanamayan Hollandalı teknik adam kredisini tüketti. Hayal kırıklığı büyük. Tribündeki insanla gönül bağı koptu, kopacak. Sezon öncesi planlama aşamasının yetersizliği de ortaya çıktı. Futbolcu topluluğu, rakiplerle rekabet edecek seviyede değil. Elimizdeki çok kötü bir kadro değil ama hepimizin gördüğü eksikler var.
Özetle; takımın teknik patronu çıkıp camiaya bir izahatta bulunmak zorunda. Polemiklerden uzak, sakince, gerçekçi biçimde. Keza Değerli Başkan Hasan Arat. Onun da Beşiktaşlılara vereceği mesajlar olmalı. Bekliyoruz…
Türkiye’nin gündemi, ülkede her gün yaşanan gelişmeler; insanın yaşama sevincini değil örselemek, adeta öldürecek türden.
Bir yandan ekonominin durumu, hayat pahalılığı, diğer yandan sağlıktan eğitime, yargıdan ticarete, spordan siyasete; hemen her alanda ardı arkası kesilmeyen skandal niteliğindeki gelişmeler.
Toplumsal şiddet, kadına/çocuğa taciz /tecavüz, sıradanlaşan cinayetler, sosyal medya fenomeni diye anılan kerameti kendinden menkul kişilerin imza attığı akıl almaz işler ve bunlar gibi birçok alandan onlarca akıl almaz haber geliyor her gün.
*
Eğitimsizlik ve cehalet, toplumsal yozlaşma gerçeğinin temelini oluşturan unsurlardan ikisi.
Bu yozlaşma – farklı boyutlarda – dünyanın neredeyse yüzde 85-90’lık kısmı için geçerli belki ama bizdeki gibi yaygın ve süreğen yaşandığı az sayıda ülke var.
*
Türkiye, tarihin hemen her döneminde ‘güvenlik’ problemleri yaşamış, yaşayan ve dolayısıyla bu sözcüğün gündeminden hiç düşmediği bir ülke. ‘Güvenlik – demokrasi dengesi’ (ya da ikilemi) her dönem bu ülke insanının hayatına yansıyan bir kavram. Bazen daha baskın, bazen nispeten daha hafif ama hep…
Ara tatilde, ailece İspanya’daydık. Uçak biletlerini ve konaklamayı dört ay önceden, temmuzda halledip taksitle ödeyince, yurt içinde tatil yapmaktan çok daha hesaplı oldu seyahatimiz. Sekiz günün yarısını Madrid, yarısını da Barselona’da geçirdik. Yani kraliyetin başkentiyle, hep ayrılıkçılığıyla bilinen Katalonya Özerk Bölgesi’nin başkentinde. Aynı ülke sınırları içinde iki farklı dünya... Hayat standartlarında ortaklaştıkları birçok nokta olsa da iki kentin insan dokusu ve yaşam tarzları arasında gözle görülür farklar var.
Madrid emperyal bir başkent. Bu tarihi gerçeğin hakkını veren bir ihtişama sahip. Barselona ise kıyısında yer aldığı Akdeniz’in kültürünü yansıtıyor daha çok. Tabii bir de dünyaca ünlü mimar Antoni Gaudi’nin eserleriyle öne çıkıyor şehir. Madrid için Ankara, Barselona için ise İstanbul benzetmesi yapılır ekseriyetle. Bu kategorizasyona katılmıyorum. Bence Madrid denizi olmayan İstanbul, Barselona ise daha ziyade İzmir.
İki tarafta da kent merkezlerinde tarihin izleri canlılığını koruyor. Yüzlerce yıl önce yapılmış mimari harikası binalar, modern çağ hayatına ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Dünyanın dört bir yanından gelen turistler her iki kentte de büyük bir hareketlilik oluşturuyor. Sadece cadde ve sokaklarda gözlenen insan ve araç trafiğinden bahsetmiyorum elbette. Asıl hareketlilik ekonomide yaşanıyor. Örneğin Gaudi’nin başyapıtı La Sagrada Familia kilisesini gezmek için (en ucuzu 26 Euro yani yaklaşık bin TL olan) bileti haftalar öncesinden almak gerekiyor. Mevsim yaz olmamasına karşın; sadece tarihi-turistik yerler değil, her iki şehirde de kent merkezlerinin hemen hemen her sokağı cıvıl cıvıldı. İspanya, bütünü itibarıyla tam bir gastronomi cenneti. Bask mutfağı ayrı, Katalan mutfağı ayrı, ortası ayrı, güneyi ayrı… Hem göze hem damağa hitap eden, ‘tapas’ adı verilen atıştırmalıkların devamında deniz ürünleri ve et yemekleriyle çok zengin bir mutfağı var ülkenin.
Daha birkaç gün önce yayınlanan akademik bir çalışmayı hatırlatayım. Bilkent Üniversitesi’nin öncülüğünde, Koç ve Rockefeller üniversitelerinin de katılımıyla, Türkiye’nin 81 ilinden 4 bin kişinin DNA örneklerinin incelendiği bu araştırma; Türk toplumu ile İtalya’nın Toskana bölgesi ve İspanya halkları arasında önemli genetik benzerlikler olduğunu ortaya koydu. Gerçekten de birçok yönden bize çok benziyor İspanyol toplumu. İnsanların fiziksel görünümünden davranış tarzlarına, iletişim kurma biçimlerinden yeme-içme alışkanlıklarına kadar… Yalnız önemli bir farkla… İspanyollar bize göre gösterişten çok uzak bir hayat anlayışına sahipler. Ve en önemlisi, aramızdaki temel fark, onların; diğer insanlara, hayvanlara, doğaya, tarihi miraslarına, yani canlı ve cansız çevrenin tümüne bizden çok daha duyarlı olmaları. Bunların tümünün kıymetini de bizden çok daha fazla bilmeleri.
İki gün sonra, Atatürk’ün ölümünün 86’ncı yıl dönümü. Minnet, saygı ve özel bir eserle analım bu sene Mustafa Kemal’i…
*
Yaklaşık 6 ay önce, 17 Mayıs 2024’te bu köşenin başlığı ‘O kitap, o kadın’dı. Yazı, çok okunanlar listesindeki ‘Sırlarıyla Atatürk’ün Kardeşi Makbule Hanım’ kitabına dairdi. (https://www.posta.com.tr/yazarlar/ murat-celik/o-kitap-o-kadin-2718868)
O ‘best seller’ı kaleme alan araştırmacı-yazar Nüket Aşkın, bu defa da ‘38’i hediye ediyor okurlara. Yeni kitabın tam adı “Kelimelerde Saklı Feryatlarla 10 Kasım ‘38”.
1938’de, Atatürk’ün vefatının hemen ardından Ankara Radyosu’na gönderilen 38 mektup ve şiiri 86 yıl sonra gün yüzüne çıkaran, arkadaşım ve eski meslektaşım Nüket Aşkın, yeni kitabını anlattı:
* Makbule Hanım’ın hayatını anlatan, 14 yıllık emeğimin ürünü kitabım için yaptığım araştırmalar sırasında karşıma 10 Kasım’a dair bir dosya çıktı. Önceleri ilgimi çekmedi ama sonra oturup onu da inceledim. Atatürk’ün vefatı sonrası yazılan ve Ankara Radyosu’na gönderilen mektuplar ve şiirlerdi bunlar. Bu belgeyi farklı kılan, bütün mektupların 10 Kasım ve sonraki birkaç gün içinde kaleme alınmış olmasıydı. Yani acıları çok taze olan insanlar seslerini radyodan duyurmak istemişlerdi.
* Zarfların üzerinde Radyoevi görevlilerinin notlarıyla karşılaştım: “Okunmaz”, “Tekerleme gibi”, “Basit anlatım”, “Çocukça” gibi el yazısıyla düşülmüş notlar. Yani bu mektuplar, şiirler radyoda okunmamıştı. İnsanlar duygularını duyuramamıştı.
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin (ÇYDD) kurucusu Prof. Dr. Türkan Saylan’ın İstanbul Arnavutköy’deki evi bir kez daha satılık. “Bir kez daha” dememin nedenini anlatayım. Ortada uzun, ilginç, tartışılacak ve böyle giderse sonucu üzücü olabilecek bir süreç var. Üzücü olabilecek, yazının başlığındaki ihtimal.
Prof. Saylan’ın Ergenekon soruşturması kapsamında aranan ve penceresinden el salladığı o meşhur evden bahsediyorum. Bir dönem Türkiyesinin sembol fotoğrafı olan o kare, şu anda o evin aynı penceresinde asılı duruyor. Ama maalesef bakın şu hâlde. Altında ‘Satılık’ ilânıyla… Geçenlerde, İstanbul’a gittiğimde Beşiktaş ilçesi Arnavutköy Mahallesi’nde bu görüntüyle karşılaşınca fotoğrafını çektim. Sonra da sonra konuyu araştırdım.
Evin öyküsü ve bugün itibarıyla gelinen nokta şöyle:
2009 yılında hayatını kaybeden Türkan Saylan’ın çocukları, 2015 senesinde evi satışa çıkarmış.
ÇYDD yönetimi, kurucu başkanlarının evini satın alıp müzeye dönüştürmek istemiş ama derneğin bunu yapabilecek bütçesi yokmuş.
Evi o dönem, İranlı bir aile satın almış. Konuşulanlara göre, yaklaşık bir milyon dolara…
Mahallede İranlı ailenin, bu gayrimenkul alımını Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı sahibi olmak için yaptığı konuşuluyor ama işin aslı öyle değilmiş.
İnsan denilen varlığın en önemli yaşamsal ihtiyaçlarından biri ‘güven’. Huzurlu yaşamak ve bunun için de güvenmek ister insan… Başka insanlara, çevreye ve nihayet mensubu olduğu ülkede; devletine güvenmek ister. Kendinizi düşünün…
*
Soru şu: Demokratik bir ülkede, vatandaşlar kendilerini hangi koşullarda güvende hissederler?
Siyaset bilimciler ve sosyologlar bu soruya -dünyanın her yerindeaynı yanıtları veriyor. O cevapları şu başlıklarda özetlemek mümkün:
* Demokratik bir ülkede vatandaşların kendilerini güvende hissetmesi için birçok faktörün bir araya gelmesi gerekiyor. Ve bu faktörler, bireyin temel hak ve özgürlüklerinin korunması, yasalar önünde eşitlik, adalet sisteminin herkes için aynı şekilde işlemesi, şeffaflık ve katılımcılık gibi temel demokratik değerlerle doğrudan bağlantılı.
* İnsanın, yaşadığı ülkede kendini güvende hissedebilmesi için düşünce ve ifade özgürlüğüne sahip olması şart. Yani fikirlerini özgürce ifade edebileceği, varsa eleştirilerini rahatlıkla seslendirebileceği bir ortam. Tabii bir de basın özgürlüğü… Çünkü insan gerçek bilgiye ulaşabildiği sürece neyin ne olduğunu anlayabilir ve o zaman güvende hisseder kendini. Belirsizlik güvensiz hissettirir. Netlik güvenli.
* Demokratik bir toplumun olmazsa olmazlarından biri de vatandaşların barışçıl bir şekilde toplanma ve görüşlerini dile getirme hakkının olmasıdır.
“Mustafa Kemal’in askerleriyiz” cümlesinin neredeyse bir ‘suç unsuru’ olarak algılatıldığı günlerden geçiyoruz. Algılandığı değil ‘algılatıldığı’ günler diyorum. Algı böyle bir şey çünkü. Sizin algıladığınız değil, size algılatılan. Esas olan bu.
Atatürk’ü tartışacak değilim. Tartışamam. Atatürk tartışılmaz çünkü. Her şey tartışılır. Herkes tartışılır. Bir tek o; Atatürk tartışılmaz, tartışılamaz. Dönemi ve o dönemin koşulları itibariyle sıra dışıdır ve o yüzden tartışılamaz.
Bir insan evladı düşünün ki, şu cümleyi sarf etmiş. Üstelik o tarihlerde… - Köylü milletin efendisidir. Zannediyor musunuz ki ‘köylünün, milletin efendisi olduğu’ mesajını taşıyor bu vecize? Tabii ki değil. Atatürk, köylüye diyor ki “Efendi olun”. Akıllı, uslu olun. Sahtekarlık yapmayın.
Çok vecizesi var Mustafa Kemal’in. Her birini tek tek irdeleyebiliriz ama yeri burası değil. En azında şimdilik.
Bugünün Türkiyesi’nde; evlatlarımıza, torunlarımıza miras bırakmak isteyen bizlerin kopya çekebileceği cümleleri var Atatürk’ün. En başta da “Ne mutlu Türküm diyene” cümlesi. Ne mutlu “Türk olana” değil; “Türküm diyene…” Arada büyük fark var. Anlayana…
Uzatmanın manası yok. Dünyada tek bir Türkiye Cumhuriyeti var. O Türkiye Cumhuriyeti’nin de tek bir ‘kurucu’su. Mustafa Kemal Atatürk o isim. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz; seversiniz, sevmezsiniz… O bizim. Biz de onunuz…
Ne mutlu bize. Ne mutlu “Türküm” diyene.