Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Denizcilik Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Sarı yıllardır ‘müsilaj’ı anlatıyor tüm ülkeye. Bıkmadan, usanmadan… Prof. Sarı’nın ağzından durumun vahametini dün aktarmıştım. (https://www.posta.com.tr/ yazarlar/murat-celik/yil-yeni-tehlikeve- alarm-eski-2807960)
Bugün de Sarı’nın ‘müsilaj reçetesi’ni paylaşıyorum:
Hocam, belli ki birkaç ay sonra, görünür olduğunda yine müsilaj konuşacağız. Marmara Denizi’ni bu tehlikeden tamamen kurtarmak mümkün değil mi?
Denizle kurduğumuz yanlış ilişkiyi değiştirirsek mümkün tabii ki. Deniz ekosistemi, canlı ve yaşayan bir sistemdir. Kirlilik kaynaklarını kesersek, ekosistem belli bir süre içinde kendine gelmeye başlayacaktır. Mesela kirliliği azaltırsak, bahar ve yaz aylarında yüzeye çıkacak müsilajı da azaltmış olacağız. Halihazırda Marmara Denizi’nde avcılık yapan balıkçılar ağlarını atıp çekemez hale geldiler. Büyük balıkçılar diğer denizlere gitti ama küçük balıkçının gidecek yeri yok. Çaresiz müsilajla boğuşuyorlar. Baharla birlikte yüzeye çıkacak müsilaj, çoğu küçük aile işletmesi olan küçük otelleri, restoranları, eğlence mekanlarını ve diğer turistik tesisleri etkileyecek. Vaktimiz varken bunlar için acilen tedbirler geliştirmek, belki bu sektörleri bir sigorta sistemi içine almak mümkün.
Devlet, özel sektör, sivil toplum ve nihayet bireyler olarak neleri yapmıyoruz, neler yapmamız gerekiyor?
Ekosistem bizi doğadaki unsurlar kadar büyük bir ailenin parçası, bütünün kıymetli tamamlayanı yaptığı halde biz bölünmeyi, kutuplaşmayı seviyoruz. Müsilaj konusunda da hemen birbirimizi suçlamaya başladık. Merkezi yönetim yerel yönetimleri, yerel yönetimler merkezi yönetimi sorumlu tutuyor müsilajdan. Herkese kötü haberim var. Müsilaj konusunda hiçbirimiz günahsız değiliz. Denizi hep birlikte bu hâle getirdik. Arıtma tesislerini yapmadık, yapılanı düzgün çalıştırmadık, aç gözlülükle atık arıtmaya ayıracağımız üç kuruşa göz diktik. Sonuç ortada. Şimdi merkezi yönetim, yerel yönetim, özel sektör, sivil toplum ve hatta Marmara çevresinde yaşayan her bir vatandaş iş birliği yaparak denizimizi kurtarmalıyız. Bunun için acil alınması gereken tedbirler çok basit. Bilim Kurulu daha 25 Aralık’ta toplandı. Yapılacaklar belli, söylenecek her şey söylendi. Şimdi uygulama zamanı. Kimse başkasını suçlayarak topu taca atmasın.
* Öncelikle sanayi kuruluşlarının kustuğu zehirleri denetimlerle durdurmak zorundayız. Eğer bu söylemimi ağır bulan varsa gitsin Bursa’da Nilüfer Çayı’na baksın veya Balıkesir’de Gönen Çayı’na göz atsın.
Marmara Denizi yine müsilaj alarmı veriyor.
Bu konuda Türkiye’yi bilgilendiren ve uyaran isimlerin başında Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Denizcilik Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Sarı geliyor.
Dün konuştuk Prof. Sarı ile:
*
Sayın Sarı, siz müsilaj konusunda hepimizi sürekli uyarıyorsunuz ama sanırım gereken duyarlılık bir türlü oluşmuyor.
Uyarı yorgunu olduk Murat Bey. Ben 2016’dan beri uyarıyorum. 2021’de müsilaj yüzeye çıkınca biraz telaşlandık ve harekete geçtik. Marmara Denizi Koruma Eylem Planı, Stratejik Plan hazırladık. Kurullar oluşturduk, bazı yasal düzenlemeler yaptık ve çok doğru bir kararla Marmara Denizi’ni özel çevre koruma bölgesi ilan ettik. Yetkililerle konuşunca yapılanlara dair verdikleri rakamlardan etkilenmemek mümkün değil. Ancak deniz hiç de öyle söylemiyor.
En son nerelerde dalış ve inceleme yaptınız? Bugün itibarıyla Marmara Denizi’nde müsilaj tehdidi ne durumda?
Şu hayat pahalılığı biraz yavaşlasa, cebimizdeki paranın alım gücü ve toplumdaki gelir adaleti yükselse, Sevdiklerimizin kıymetini onları kaybetmeden bilsek, Kadın ve çocuklara yönelik taciz, tecavüz ve cinayetler geçmişte kalsa, Herkes tarikat ve cemaatler konusunda yakın geçmişten ders alsa, Göründüğü gibi olan/olduğu gibi görünenlerin sayısı artsa, Trafikte sürücüler yayalara daha fazla yol verse, yol veren sürücü arkasındaki araçtan tepki görmese, Medyada işini hakkıyla yapanların sayısıyla birlikte okur ya da izleyicinin medyaya olan güveni artsa, Atılan çamurların izi kalmasa, duman çıkan her yerde ateş olmasa, Din ve diğer kutsal değerler siyasete alet edilmese, Saygınlık ve tutarlılık gibi dertleri olanlar çoğalsa, Samimiyet ile hadsizlik arasındaki ince çizgiyi herkes görebilse, Okumuş, iyi yetişmiş olanlar da cahil ve eğitimsizler kadar cesur olsa, Otoparklarda engellilere ayrılmış yerlere pervasızca park edenler cezalandırılsa ama daha önemlisi utansalar, Sürekli empati yapmaktan bahsedenlerin sadece yarısı empati yapsa, Daha fazla okusak, Dünyanın merkezinde bizden başkalarının da bulunabileceğini düşünsek, Yalancılığın bir müeyyidesi olsa, Efendilik ‘acizlik’ olarak algılanmasa, Herkes sadece işine gelen yargı kararlarına saygı duyup medyada da sadece işine gelen haberleri referans kabul etmese, Türkçeyi düzgün kullanmak gibi bir kaygımız olsa, İnsan hayatı geçmiş yıllardaki kadar ucuz olmasa, Sükûtun her zaman ikrardan gelmediğini, bazılarımızın bazen değmeyeceğini düşündüğü için sustuğunu fark edebilsek, Her şeyi bu kadar kolayca unutmasak, Teoride var olan “İddia sahibi iddiasını ispatla mükelleftir” ve “Bir kişi, hakkında kesinleşmiş yargı kararı olmadığı müddetçe masumdur” prensipleri uygulamada da geçerli olsa, “Başarı ya da para için her yol mübah” anlayışını benimseyenler takdir değil tenkit edilse, Daha çok resim sergisi gezsek, daha çok konsere gitsek, Bardakların sadece boş kısmını görmesek, Herkesin; ‘Şeref’iyle oynayıp ‘Hakkı’yla kazanmak gibi bir derdi olsa, Daha çok ezber bozulsa, Daha az şiddet haberi duysak, Kendimiz için ‘hak’ gördüklerimizi başkaları için ‘lütuf’ saymasak, Her alanda ve herkesin gerçekten ‘liyakat’ diye bir derdi olsa, Yargı adil olsa, Verdiği sözü tutmayanlar ifşa edilse, Bu ülke insanı devletine her konuda güvenebilse, Bütün kötülere aynı şekilde ve aynı şiddette tepki gösterebilsek, ‘Çifte standart’, standart haline gelmese, Haksızlığa, sadece kendimize yapıldığında değil, her zaman ve herkes için isyan etsek, Emek hırsızları itibar görmese, Yaşamın her alanında daha ‘özenli’ olsak ve Yeni yılda daha az “Keşke” desek.
NOT: Bu benim geleneksel yılbaşı yazım… 20 yıldan uzun süredir her senenin son ya da ilk günü böyle bir liste yapıyorum. Değişen maddeler oluyor ama liste maalesef her sene uzuyor, hep artıyor ‘keşke’ler. 2024 gönlünüze göre bir sene olsun.
Türkiye ekonomisinde 2024’ün özetini ve 2025 öngörülerini, konunun uzmanlarından Prof. Dr. Burak Arzova’ya sordum.
Akademisyen/yazar Arzova, bitmekte olan senenin teknik analizini yapıp gelecek yıla ilişkin tespit ve düşüncelerini şu başlıklarda özetledi:
* 2024 yılının geneline baktığımızda Merkez Bankası tarafından yürütülen bir enflasyonla mücadele programı görüyoruz. Para politikasının ana otoritesi, para politikasına ilişkin kararlarla enflasyonla tek başına mücadele etmeye çalışıyor.
* Para politikasına destek bir maliye politikası yok. Kur politikasının ise kuru belirli bir seviyede sabit tutmak olduğunu Dolar/TL’nin performansından anlıyoruz. Yabancı girişi de 2024 boyunca son derece sınırlı oldu.
*
* Ekonomi yönetimi kamunun tümünü kapsayacak bir tasarruf paketi ortaya koyamadı. Zaten kamuda da tasarruf etmek gibi bir istek gözlenmiyor.
* Bütçeyi tasarruflarla toparlamak mümkün olmayınca, gelir artırımı için yeni vergilerin üretilmesi ya da mevcutların artırılması yoluna gidildi. Dolaylı vergilerdeki artışlar yine en çok zararı, orta ve düşük gelirli kesime verdi.
* Diğer yanda, yüksek faiz ortamı, uzun dönemdir bilinçli bir şekilde zenginleştirilen üst gelir grubunu daha da zengin hâle getiriyor. Ülke genelinde oluşan gelir adaletsizliği de artmaya devam ediyor. Üst gelir grubuna ilişkin Maliye Politikası yönünden hâlâ bir uygulamanın gelmemiş olması da şaşırtıcı.
Son söyleyeceğimi en baştan yazayım: Biz; Beşiktaşlı olduğumuz için haksızlıklara karşı çıkmıyoruz. Haksızlığa karşı olduğumuz için Beşiktaşlıyız.
Beklenen haber nihayet dün geldi: “10 yıldır süren Beşiktaş’ın taraftar grubu çArşı’nın Gezi davası bitti. İstanbul 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi, 35 kişinin yargılandığı davada tüm sanıklar hakkında beraat kararı verdi.” Adalet; gecikmeli de olsa yerini buldu. Biz zaten biliyorduk, şimdi yargı da çArşı’nın masumiyetini tescil etti.
Davanın dün görülen son duruşmasında, sanık avukatlarından Devrim Alparslan’ın şu sözleri öne çıktı: “Hiçbir delilin olmadığı bir davaydı. Çarşı grubu evet bir örgüttür; Çarşı grubu kan bağışı yapan bir sağlık örgütüdür, Çarşı grubu evet bir örgüttür; Çarşı grubu nükleere karşı olan bir çevre örgütüdür. Çarşı grubu evet bir örgüttür; Çarşı grubu ırkçı bir saldırı gördüğünde futbolcuyu sahiplenir, insan hakları örgütüdür. Çarşı grubu evet bir örgüttür; kimsenin gitmediği köy okullarına gider, eğitim örgütüdür.”
Gezi sürecini hep birlikte yaşadık bu ülkede. çArşı davasını da hep birlikte takip ettik tam 10 yıldır. Ve dün bitti bu dava. Ne kadar dava idiyse…
35 sanıktan biri olan Cem Yakışkan’ın yazdığı açık mektuptan satırlarla bitireyim yazıyı. Yakışkan’ın; tam 10 sene evvel, 10 Aralık 2014 tarihinde, müebbet hapis istemiyle yargılanacağı ilk duruşmadan sadece altı gün önce yazdıklarıyla: “Siyah Beyaz dünyam ve halkımıza; Bizler hiçbir siyasi partinin veya paralel her neyse?! egemenliğini tanımayacak kadar asi ruhlu semt çocuklarıydık, düşeni kaldırdık! Bütün suçumuz bu! Beni veya benim gibi düşünenleri tribünlere siyaset karıştırmakla suçlayanlar, gün gelecek bu duruşumuzun haklılığını, yürek sesinden öteye gitmediğini ve bir gün onların da ihtiyacı olabileceğini anlayacaklar! Elbette ki bunlara sevinenler de olacak aranızda… Alışılagelmiş mücadelelerde her zaman olduğu gibi, kin ve nefretle beslenenlerden hiçbir beklentimiz yok! Bilakis bu gibi süreçlerde kimin ne olduğunu anlamamızı sağlayan dost görünümlü çakallara da teşekkürlerimi borç bilirim. Bütün bu zaman zarfında zor günlerimizi fırsata çevirenlerle elbet bir gün bir yerlerde, yüz yüze gelmek ümidiyle… Tüm dostlarıma, kardeşlerime; Kardeşlerim; yüreğinizin sesi seslerin en mert olanıdır. Tek kişi kalsanız da o sesi dinlemekten vazgeçmeyin. Unutmayın ki futbol sadece futbol değildir bizim için…
Futbol BEŞİKTAŞ’tır, BEŞİKTAŞ ise hayat! Dostlarıma ve aileme; Beni zor günlerimde yalnız bırakmayan, çoğu kez erkeklerden daha dik duran bacılarıma, ablalarıma ve annelerimize; Her zaman uzakta da olsa, gerçekte, kalben bizleri bağrına basan, unutmayan ve tüm taraftarlara ve halkımıza; ‘Dost kötü günlerde belli olur!’ sözünü hak eden bütün abi, kardeş ve gökyüzünde sonsuzluğa uçan tüm KARTALLAR’A; Selam olsun!!! Hakkım varsa da helal!!! Ben ve benim gibi, çocuklar uyurken susana! Ölürken isyan edene… Bunun için bedel ödenecekse ödeyebilene… Bu toprakları ve halkını çok sevene… İnsana yatırımı farz bilene, onlar güçlüyse biz haklıyız, halkız, diyene… Ihlamurlu yoldan, selam olsun! Sevgilerle. Cem Yakışkan.”
Geçmiş olsun çArşı. İyi ki varsınız, iyi ki varız.
Başlıktaki sözcüğün TDK (Türk Dil Kurumu) Sözlüğü’ndeki karşılığı şöyle: “Korku, çekinme ve kuşku duymadan inanma ve bağlanma duygusu; emniyet, itimat.”
Çağımızın en büyük sorunu bu duygunun eksikliği. Hatta bazen hiç olmaması. Çağımızın ve özellikle bizim ülkenin en büyük sorunu.
‘Güven’sizlik, ‘güven’ememe… İnsanların birbirlerine, kurumlara, devlete; aslında kimseye, hiçbir yere güven(e)memesi.
*
Kendinizden pay biçin… Bir düşünün bakalım;
* Aldığınız ekmeğin, olması gereken hijyen ortamında üretildiğine güveniniz tam mı mesela?
* Bindiğiniz taksinin direksiyonundaki sürücünün işini tam manasıyla, layıkıyla yaptığına güvenebiliyor musunuz?
Zincir kahvecilerden birine gittim geçenlerde. Ankara’da… Sade Türk kahvesi sipariş ettim kasadaki çalışana. “Single mı olsun, double mı?” diye sordu genç barista. “Tek mi, duble mi?” yani. Şaşkınlık içinde sordum: - Türk kahvesinin singılı, dabılı mı olur? Karşımdaki kafe personeli de benim şaşırmama şaşırdı: - Tabii ki var beyefendi. - Hayır yani… Yapılırsa tabii olur da. Espressoda alışığız bu soruya ama Türk kahvesinde de mi? - Çok var dabıl içen. - Türk kahvesini mi? - Evet. Dabıl isteyen çok var. - Peki. Ne diyeyim. Benimki normal. Bildiğimiz Türk kahvesi. Sade. - Singıl yani. - !!! Singıl evet. Tek yani. Normal yani. Türk kahvesi. Bildiğimiz fincanında.
Türk kahvesinin düştüğü duruma ayrı üzüldüm; ‘tek’ yerine ‘singıl’, ‘duble’ yerine ‘dabıl’ denmesine ayrı. Garip bir dönem yaşıyoruz. Ya da bizim jenerasyona garip geliyor belki de. Sadece Ankara, İstanbul, İzmir gibi metropollerde değil, Türkiye’nin hemen her kentinde çok sayıda ‘kahveci’ açılıyor son zamanlarda. Pıtrak gibi derler ya, tam öyle. Bir tarafta yerli-yabancı zincir kahveciler; diğer yanda küçük, Fransız ya da İtalyan tarzı sokak arası kahvecileri. Bazılarının da adı İngilizce ya da Fransızca ama aslında yerli…
Ankara’da bu işi senelerdir yapan bir dostumu aradım. Tamer Hiçyılmaz, 10 seneden fazladır butik bir kafe işletiyor Kavaklıdere’de. Hep aynı kalitede. Ürünler de müşteri kitlesi de… Tamer anlattı bu ‘kafe’ enflasyonunun sebeplerini:
Önce şunu söylemem lâzım. Evet çok sayıda küçüklü-büyüklü kafe açılıyor ama bunların bayağı bir kısmı da kısa süre içinde kapanıyor. Yani küçük bir kahve makinesi alıp bu işi yaparım diye düşünenler maalesef zarar edip dükkana kilit vurmak zorunda kalıyor.
Kafelerin çoğu kablosuz internet paylaştığı için özellikle gençler ve öğrenciler tarafından tercih ediliyor. Bir kahveyle uzun süre oturuyor bu kesim.
Kahvede kâr marjı yüksek, bu doğru. Ama kahve var, kahve var. Piyasada kilosu 300 TL’ye de kahve var, bizim sattığımız gibi 900 TL’ye, bin TL’ye olan da. Az önce bahsettiğim, çoğunluğunu gençler ve öğrencilerin oluşturduğu kitlenin önceliği kahvenin kalitesi değil. En ekonomik şekilde hem çalışıp hem sosyalleşmek onların önceliği.
Bir de az sayıda personelle yürüyebiliyor bu iş. Yani bir restorandaki gibi değil. Orta ölçekli bir kafeyi dört kişiyle idare edebilirsiniz. Dükkân da kira değilse, cazip geliyor insanlara.
Şimdi yeni bir akım var kafelerde başlayan. İstanbul’da başladı. Muhtemelen her yere yayılacak kısa sürede. Gün içinde DJ (disk jokey) performansı. DJ’lerin müzik yapması ayrı bir hava getirir ortama. Bizim sektörü de hareketlendireceğini düşünüyorum.
Geçen ay açıklanan Gallup’un 2024 Küresel Duygular Raporu’na göre dünyanın en sinirli ilk altı ülkesi şöyle: Lübnan, Türkiye, Ermenistan, Irak, Afganistan, Ürdün... Ortak coğrafyada savaş, ekonomik kriz vb. sorunlarla boğuşan ülkeler bunlar… Bu coğrafyada bazı meslekleri yapmak da günden güne zorlaşıyor. Gazetecilik bunlardan biri… 30 Kasım 2024 tarihinde ajansların geçtiği haberde, İsrail ordusunun Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda öldürülen gazeteci sayısının 191’e yükseldiği belirtiliyordu. Dünya tarihinde böyle bir dönem daha yok! Altı yıl süren İkinci Dünya Savaşı’nda dahi gazeteciler böylesine hedef alınmamış, bu kadar gazeteci öldürülmemişti.
Gazetecilik riskli meslekler grubunda. Savaş, suikast, kaza ve yaralanmanın yanı sıra ruhsal yıpranma da riskler arasında. Kimi zaman güç odaklarının, kimi zaman haberini yaptığı kişilerin hedefi olur gazeteciler. Bazen topluma gözdağı vermek için hedef seçilirler; Çetin Emeç, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, İzzet Kezer, Hrant Dink gibi… Ancak gazeteciler yine de gerçeğin taşıyıcısı olmaktan vazgeçmezler çünkü meslek bunu gerektirir.
Ankara gazetecileri olarak son yıllarda üst üste ani kayıplar yaşadık. Nurettin Kurt (1963-2022), Mehtap Belen (1970-2022), Ali Ekber Ertürk (1968-2022), Bilal Çetin (1958-2023), İsmet Demirdöğen (1960-2023), Bilal Yakınbaş (1966-2023) iki yıl içinde zamansız kaybettiğimiz meslektaşlarımız… Nur içinde yatsınlar. Meclis’te, adliye koridorlarında ya da aynı haber merkezinde omuz omuza çalıştığımız arkadaşlarımız geriye sayısız haber bıraktılar ve çok erken aramızdan ayrıldılar. Yıllarca atv’de birlikte çalıştığım Tayfun Talipoğlu’nu da anmadan geçemeyeceğim ve tabii yazdığı kitaplarla her zaman yaşayacak Ahmet Tulgar’ı… O kadar çok zamansız kayıp yaşadık ki son yıllarda!..
Gazetecilerde erken yaşta ölümlere ilişkin bir araştırma yapılsa kalp krizi ve kanser en başta gelir eminim. Stres en çok kalbi yoruyor, ayrıca kötü hastalığa da zemin hazırlıyor. Bunu doktorlar söylüyor. Hasta gazetecilerin sayısı da her geçen gün artıyor. Kötü hastalıkla mücadele eden çok sayıda genç meslektaşımız var. Hepsinin bir an önce sağlığına kavuşmasını diliyorum.
Kamuoyunun bir an önce aydınlatılmasını beklediği Narin Güran cinayeti davası devam ederken bu davayı yakından takip eden meslektaşımız Ferit Demir’den hepimizi korkutan bir haber aldık. Uykusunda kalp krizi geçiren Ferit Demir’in kalbine başarılı bir operasyonla stent takılmış. Sosyal medya hesabından bir video yayınlayan Ferit, kedisi Medi’nin kendisini uyandırarak hayatını nasıl kurtardığını anlatıyordu. Kendisine geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. Bir kalp sızısı olmamalı bu güzel meslek. Ferit başta olmak üzere hastalıklarla boğuşan tüm meslektaşlarıma acil şifalar diliyorum. Sağlıkları da kalemleri kadar sağlam olsun!