Murat Çelik

15 Nisan 2025, Salı 07:00

Hayatı bu kadar zorlaştıran kim?

Hayatımızı zorlaştıran ne kadar çok alışkanlığımız var, farkında mısınız? Çoğunun idrakinde bile değiliz çünkü artık ‘normalimiz’ oldu bu bakış açıları ve alışanlıklar. Neredeyse toplumsal geleneğe dönüştü. Genetik kodlarımızı belirleme yolunda ilerliyor. Üstelik günlük yaşamımızın her alanında... Aile hayatımızda da böyle, iş ortamımızda ve sosyal yaşantımızda da.

Küçük ve önemsiz gibi görünenler de var, büyük ve yaşam kalitemizi ciddi şekilde etkileyenler de. Fakat hepsi yorucu, yıpratıcı. Sıradanlaştırdığımız, “Ben böyleyim, ne yapayım” kolaycılığıyla normalleştirdiğimiz, hatta kendimizi haklı gördüğümüz huylarımız...

LİSTE UZUN

Mesela sürekli negatif düşünmek... Karşılaştığımız her durumda olumsuz bir yan aramak, geleceğe dair karamsar senaryolar üretmek. Bardağın hep boş kısmını görmek.

Mesela mükemmeliyetçilik... Her şeyin kusursuz olmasını beklemek, bu gerçekleşmeyince de hayal kırıklığı yaşamak ve bu durumun sorumluluğunu hep başkalarında aramak. k Mesela kendini sürekli başkalarıyla kıyaslamak... Başkalarının başarılarına, imkânlarına, sahip olduklarına odaklanıp kendi değerini yok saymak ya da en azından küçümsemek.

Mesela anı yaşamamak... Sürekli geçmişe takılı kalmak veya geleceğe aşırı odaklanmak. Anı kaçırmak ve mevcut durumdan keyif alamamak.

Mesela sürekli endişelenecek bir şeyler bulmak... Kontrolümüz dışındaki şeylere dair gereğinden fazla kaygılanmak.

Mesela hep eleştirmek, hatta suçlamak... Hatalardan ders çıkarıp öz eleştiri yapmak yerine sürekli başkalarını tenkit etmek, suçlu aramak. Ve bu noktada hiç empati yapmamak.

11 Nisan 2025, Cuma 07:00

Bilirkişi raporu insanlığın ölüm ilanı

Bolu Kartalkaya’da Grand Kartal Otel yangını dünkü Hürriyet’in manşetindeydi.

Mesut Hasan Benli imzalı haberde, bilirkişi raporunun ‘ayrıcalıklı kişiler’in tahliyesiyle ilgili kısmı öne çıkarılmıştı.

“Yangın başladığında, otel personelinin hemen, üst katlarda kalan ‘ayrıcalıklı kişiler’i haberdar ettiği ve izdiham olmasın diye diğer misafirleri uyarmadan bu kişilerin tahliye edildiği” iddiasından söz ediyorum. Ve kim oldukları halen bilinmeyen bu kişilerin, yanmaya devam eden oteli arkalarında bırakıp siyah bir otomobile binip gittikleri…

‘Altın süre’ tabir edilen ilk 10 dakika bu ‘özel tahliye’ operasyonuna harcanmayıp standartlara uyulsa, oteldeki herkesin yangından kurtulması mümkün olacaktı.

21 Ocak 2025’te, 78 kişinin yaşamını yitirdiği felakete dair insanın kanını donduran cinsten bir iddia…

Alevlerin ve dumanın katlara yayılma sürelerini hesaplayan bilirkişilerin raporundan şu bölümün de altını çizmek gerek:

- İlkesel olarak 7’nci kata duman ulaşım süresi baz alındığında resepsiyon görevlisinin yangını haber almasından sonra ‘altın’ 10 dakika zaman vardır ve minimum standartları sağlayan (yangın uyarı sistemi, ikaz düzeneği ve yangın merdivenleri) bir otelden bile bu kadar sürede herkesin çıkması mümkündür. Yangın esnasında otelde, doğru davranan tek bir personel dahi tespit edilememiştir.

08 Nisan 2025, Salı 07:00

Empati, millet, devlet

Başlıktaki sözcüğün Türkçe karşılığı ‘duygudaşlık’. Bu kelimenin Türk Dil Kurumu (TDK) Sözlüğü’ndeki karşılığı da şu: “Aynı duyguları paylaşma; kendini duygu ve düşüncede bir başkasının yerine koyabilme.”

İnsan, empati yapabildiği kadar insan aslında. Duygudaşlığı başarabildiğince insan. Kendisi, ailesi, yakınları ve sevdikleri için istediklerinin başkalarının da hakkı olduğunu düşünebildiği kadar… Kendisi, ailesi, yakınları ve sevdiklerinin rahatsız olduklarının başkaları için de aynı derecede rahatsız edici olduğunu idrak edebildiği kadar… Kendisi, ailesi, yakınları ve sevdiklerine acı veren durumların başkalarının da canını acıttığını hissedebildiği kadar… 

Misal, ciddi sağlık sorunları olan biri, herhangi bir sebeple tutuklanıp konulduğu cezaevinde hayati bir risk ile karşı karşıya kalmışsa… Böyle bir durumu; o insanın kendi babası, ağabeyi, dayısı, teyzesi, ablası ya da annesi olduğunu düşünerek değerlendirebilen ‘insan’lıktan söz ediyorum.

İnsan, kendi çocuğunun sahip olduklarına başka çocukların da sahip olmasını isteyebildiği kadar insan. Kendi çocuğunun başına gelmesini istemeyeceği şeyleri başka çocuklar yaşadığında aynı şekilde üzülebilen… Haksızlığa uğrayan, canı yanan her çocukla ilgili, aynı ızdırabı kendi evladı çekiyormuş gibi hissedebilen…

Misal, herhangi bir sebeple tutuklanıp konulduğu cezaevindeki koşullardan muzdarip olan gençlerin yerinde kendi evladının da olabileceğini düşünüp ona göre reaksiyon veren ‘insanlık’ bahsettiğim.

Ben dün bu satırları kaleme alırken, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç canlı yayında gazetecilerin sorularını yanıtlıyordu. Bakan Tunç’un şu cümlesini not aldım: “Ceza infaz kurumlarındaki tutuklu ve hükümlüler devletimize emanettir.” Bu cümledir esas olan. Devleti var eden millet değil midir? Ve o devlet, millet için değil midir? Devletin varlık nedeni milletin huzuru, güvenliği, refahı değil midir? Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın her fırsatta altını çizdiği şekilde, ‘milletin hizmetkârı’ değil midir devlet? ‘Devlet ana’ ya da ‘devlet baba’… Hangi adıyla anmayı tercih ederseniz edin, bize öğretilen ‘devletin şefkatli eli’ değil mi herkesin ihtiyacı? Hepimizin.

18 Mart 2025, Salı 07:00

18 Mart

Bugüne kadar gitmediyseniz, ilk fırsatta Çanakkale’ye gidin lütfen. Hatta fırsat yaratın ve gidin muhakkak. Türkiye’nin en güzel şehirlerinden biri Çanakkale. Ve en özel, en etkileyicilerinden de biri. Boğaz’ın iki yakası da ayrı güzel, ayrı vakur. Tarih kokan, Cumhuriyet kokan, Atatürk kokan bir coğrafya. Olağanüstü bir miras Çanakkale. İnsanın atalarıyla, dedeleri-nineleriyle gururlanmasını sağlayan topraklar. Her karışı, iliklerinize kadar ‘vatan’ kavramını hissettiren bir atmosfer var Çanakkale’de. Gitmediyseniz, ne yapıp edip gidin. Daha önce gördüyseniz, bir kez daha ziyaret edin bu eşsiz ili.

Bugün 18 Mart. Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günü. Dünya savaş tarihinin en büyük zaferlerinden birinin 110’uncu yıldönümü bugün. Çanakkale Şehitliği’ni ziyaret edenler bilir, bu ülkenin kalbi orada atar. ‘Canlı’dır o şehitlik. Bağımsızlık ruhunun göğe yükseldiği yerdir Gelibolu’daki Şehitler Abidesi. Ağlatır insanı Çanakkale. Gururdan ağlatır. 

Lord Kinross; “Atatürk: Bir Milletin Yeniden Doğuşu” kitabında, Mustafa Kemal’in Çanakkale Zaferi’ni getiren askeri dehasını çok net anlatır. 57’nci Alay’ın kahramanlığı, Mustafa Kemal’in İstiklal Harbi tarihine kazınan o müthiş emri; “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!” Bu dönüm noktasını Nutuk’tan alıntıyla devam ettirmekte fayda var: - Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz-on metre, yani ölüm muhakkak. Birinci hat siperlerindeki askerlerin hiçbiri kurtulmamacasına şehit düşüyor. İkinci hattakilerin durumu da aynı. Şu hâlde ne kadar kıskanılmaya değer bir gıpta ile bakılacak bir durumdur ki, büyük askerlik sanatını kullanan askerlerimizin, düşmanla beraber düşman askerlerinin de takdirine lâyık olacak bir vaziyet ve cesaretle düşman üzerine atılmasına ve düşman siperlerinin âdeta tamamıyla zapt edilmesine sebep oldu. - Size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka askerler ve komutanlar kaim olabilir. Keza Conkbayırı, Anafartalar ve Arıburnu cepheleri… Kinross’un Atatürk kitabında Çanakkale Zaferi “Türk milletinin yeniden doğuşu” olarak görülür. Öyledir de gerçekten. Çanakkale, milli mücadelenin temelinin -olabilecek en sağlam şekildeatıldığı zaferdir. Mustafa Kemal’in Çanakkale’de sergilediği ve düşmanlarının dahi saygı duymak zorunda kaldığı askeri dehası, onun milli mücadeledeki güçlü liderliğinin zeminini de oluşturmuştur aynı zamanda.

Yine Büyük Nutuk’tan bir bölümle bitirelim… Mustafa Kemal Atatürk diyor ki: - Bu sonucun (Çanakkale Zaferi) asırlardan beri çekilen ulusal felaketlerin sonu ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedeli olduğuna inanıyorum. Bu sonucu Türk gençliğine emanet ediyorum. 􀄧 Bugün 18 Mart. Çanakkale Zaferi 110 yaşında. Yaşasın Çanakkale. Yaşasın Mustafa Kemal. Yaşasın tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti.

14 Mart 2025, Cuma 07:00

Kadın

“Temel sorun şu ki, kadını hâlâ birey kabul etmiyoruz. Metropol kentlerde kadınlar özgür ama hemen yakınlarındaki merkezlerde sokağa çıkması, yalnız yaşaması, kahkaha atması hâlâ sorgulanıyor.”

Salı günü bu köşede yer alan “8 Mart” başlıklı yazı (https://www. posta.com.tr/yazarlar/muratcelik/ 8-mart-2837133) Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü’nün bu cümlesiyle bitiyordu.

Canan Güllü’ye aynı konuda birkaç soru daha sordum.

Sayın Güllü, kadınların hak arayışları bütün dünyada sürüyor ancak Türkiye’deki durumun dünyanın gelişmiş ülkelerinden farkı ortada. Çalışma ve değerlendirmeleriniz sonucu bu farkı nasıl açıklıyorsunuz?

Kadınların hak mücadelesi bütün dünyada sürüyor evet ama ne yazık ki Türkiye’deki durum gelişmiş ülkelerden farklı. Bir dönem İran’ın cumhurbaşkanlığını yapan liderin eşi Türkiye’de bizi ziyaret etmişti. Eşinin lider olarak o dönem gerçekten kadınlar için bir şeyler yapmaya çalıştığına da tanıklık ediyorduk. Ama toplantıda bir ara şöyle bir cümle kullandı: “Biz bugün yaparız ama biz gidince hükmü olmaz, kalıcı olmaz. Çünkü kadın hakları bizde, sizde olduğu gibi yasalarla koruma altında değil.” Bu nokta çok önemli. Bizim haklarımız Atatürk’ün devrim yasaları içinde yer alır. Kadının birey olma ve medeni hakları yasalarla garanti altına alınmıştır. Yani biz Ortadoğu coğrafyasından ilerideyiz ama haklarımızı birçoğundan önce elde etmiş olmamıza rağmen gelişmiş batı toplumlarının gerisindeyiz. Bunun temel nedeni, ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ kavramını hâlâ maalesef tam olarak oturtamamış, içselleştirememiş olmamız.

Her 8 Mart’ta kadınlar seslerini yükseltiyor. Kadın hareketi olarak konuyu farklı vesilelerle gündemde tutmak için çalışmalarınız da var ama bunların pek yeterli olmadığı ortada. Kadına şiddet ve bununla birlikte taciz, tecavüz, istismar başlıklarında kadınların sesi neden yeteri kadar duyulmuyor? Türkiye’deki dramatik tablo neden bir türlü değişmiyor?

Kadına yönelik baskılardan bahsetmiştim. Kadını ‘birey’ kabul etmeyen, tek başına siyasette varlık göstermesine alan açmayan, imkân vermeyen bir anlayış var. Bunlar önlenebilir sorunlar ancak bizde özellikle böyle kalması isteniyor. Eril zihniyet kadın gücünden korkuyor ve baskı uyguluyor. Baskı altında kalmak ise kadınları daha da güçlendirip isyana zorluyor.