Sinan Sülün'ün Sel Yayınları'ndan çıkan Karahindiba öyküsü, tek kişilik bir oyun olarak sahnelendi. Kitapla tanıştığımda yıl 2012 idi, büyük bir heyecanla okumuştum. Hikayenin tiyatro oyunu olarak oynandığını öğrenince de büyük bir heyecanla izlemeye gittim.
En büyük hayali yazar olmak olan işsiz bir gazeteci... Adnan Çubuk'un yaşadığı işsizlik sürecini ve buna bağlı olarak hayatının tüm alanına yayılan etkilerini anlatıyordu öykü.
Öykünün beni en çok etkileyen yanı belki de kurgu içinde kurgu olmasıydı. Bir yandan Adnan'ın yaşadığı iç sıkıntıları görüyor okuyucu -oldukça da tanıdık geliyor üstelik-; işsiz kalmış, terk edilmiş, kimselerde olmayan bir hastalığı yaşayarak yazma çabası... Bir yandan sosyal hayatında tamamen yalnızlaştırılmış, komşu çocuklarıyla kıyaslanarak daha da dibe vuran Adnan... Sülün'ün kaleminden çıkanlar iyi bir gözlemin ve gerçekliğin yansıması...
İşte bu güzel metin Mask-kara Tiyatrosu tarafından sahneleniyor artık. Oyuncu Sertaç Demir ve yönetmen Cevdet Bayram öyküyü içselleştirmiş. Sahnede tek bir dekor ve kuvvetli bir metin var. Geriye keyifle izlemek kalıyor.
Metni çok önceden okuduğum için sahnede izlemek; unutulan bir anının olmadık bir anda hatırlanınca yaşanılan o mutluluk hissini verdi bana. Üstelik Türkiye'de üvey evlat muamelesi gören öykü ve tiyatronun böyle omuz omuza vererek direnmesi de ayrıca umut oldu. Böyle bir işe girişmek cesaret işi üstelik üstesinden gelebilmek de zor.
O DEKOR ADNAN'IN TÜM DÜNYASI
Ben sözü çok uzatmadan Mas-kara Tiyatrosu oyuncularından Sertaç'a bırakıyorum. Karahindiba'yı bir de ondan dinleyelim:
- Karahindiba'yı sahnede oynama fikri nasıl çıktı ortaya ve çalışmalar ne kadar sürdü?
Öyküyü ilk okuduğumda bu öykünün mutlaka sahneye taşınması gerektiğini düşündüm ve okur okumaz karar verdim aslında. Gariptir ki öyküyü okurken aklımda bu öykünün tek kişilik olması gerektiğini hissettim. Öyküde benden, bizden ve herkesten o kadar çok şey vardı ki… Aslına bakarsanız hepimizin içinde bir yerlerde yaşamış ya da yaşayan Adnan Çubuk’ları görebiliriz. Ardından oyunlaştırma süreci başladı; bu süreçte Barış Mansuroğlu bana destek oldu ve öyküyü oyunlaştırıp Sinan’a gösterdim. Sinan da epey heyecanlandı ve bize fazlasıyla destek oldu. Öyküde; işsizlik gibi, sosyo-ekonomik toplumsal baskılar arasında kalmış bir çok insanın derdi vardı ve bu derdi öykü dili dışında başka bir sanat dalıyla anlatmak Sinan için de farklı bir deneyim olacaktı. Ardından Cevdet Bayram ile bir araya gelip okumalar yapmaya başladık. Bu fikir yaklaşık 2 senedir aklımızdaydı. Ancak son 6-7 aydır yoğun bir şekilde sahne üzerinde çalışıyoruz diyebiliriz.
-Sahnede tek dekor ile her şey olmak! Nasıl bir his?
Bu biraz da tercih ettiğimiz yöntem ile ilgili bir durum. Oyun yukarıda anlattığım sosyo-ekonomik ve toplumsal baskıların yalnızlaştırdığı bir insanın hikayesiydi ve bu hikaye bizi bir tercihe yöneltti. “Tek kişilik bir oyun yapıyoruz ve bunun maksimum oyuncu performansı minimum dekor, ışık ve aksesuar gerektirdiğini düşündük ve böylece yavaş yavaş oyunun reji çalışmalarına başladık. Tek bir nesne ile bütün mekanları, karakterleri canlandırmak hem çok zor ve bir o kadar da keyifli oldu. Dekor yeri geldiğinde meyhane, apartman, koltuk, mutfak tezgahı, ambulans, sedye olabilmeliydi…Üzerine çok düşünüp böyle bir şeye karar verdik. Kısacası o dekor Adnan Çubuk’un hayatı boyunca uğradığı bütün dünyasıydı.
-Metin için bir cümle kuracak olsanız ne olurdu?
Öykünün sonunda Adnan Çubuk’un kafasında yarattığı diğer Adnanlarla karşılaşması var. Ben bu öyküyü oynamasaydım eğer,belki de kayıp bir Adnan olarak hayatıma devam edecektim. Sinan bu öyküyü yazarken “Yazmaktan başka çarem kalmamıştı” demişti. Benim de bu oyunu oynamaktan başka çarem yoktu. Herkes bu hayatta bir iz bırakmak için yaşıyor ya ; kimi resim yapıyor ,salyangoz ardında sümüğünü bırakıyor, inşaat işçisi tuğlanın üzerine ismini kazıyor… Bu Oyun da benim için “hayatta bırakılmış bir “ iz”. Çünkü gerçekten öyle bir noktaya gelmiştim ki oynamaktan başka çarem kalmamıştı…
İZLEYİCİ KENDİNİ BULACAK
- Öykü ve tiyatro ne yazık ki biraz daha 'öteki' durumunda Türkiye'de. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Haklısınız ancak bu biraz da insanların üretim ile tüketim arasında kurduğu bağ ile ilgili sanırım. Tiyatro, kitap insanda biraz düşünme kendini yenileme hissi yaratabiliyor. Bu da haliyle emek ve fedakarlık demek. Zaten bütün gün hayat mücadelesi içinde, emeğini işyerinde giymek zorunda olduğu takım elbise fiyatına satıp oradan oraya koşturan milyonlarca insan kendini bu üretim süreci yerine tüketmeye yöneltiyor. Haliyle sinema, tv, diziler bu tüketim kültürü içinde hayli yer edinmiş.
"Siz koltuğunuza oturun biz sizin için başka bir dünya yarattık" deyip o milyonlarca insani küçücük bir kutunun büyüsü ile avutuyorlar.
-Çok klasik bir soruyla bitirelim: Seyirciye bir mesajınız var mı?
Bu oyun, yazmaktan başka çaresi kalmayan bir yazar, oynamaktan başka çaresi kalmayan bir oyuncu, yönetmekten başka çaresi kalmayan bir yönetmen ve çizmekten başka çaresi kalmayan bir ressamın bir araya gelmesinin ürünü. Çok samimi olarak söyleyebilirim ki bu oyunda herkes kendi derinliklerinde bir şeyler bulacaktır. O yüzden seyircilerin de izlemekten başka çaresi olmadığını düşünüyorum.
Oyundan bir cümleyle bitirelim o halde: “Keşke her insan ölmeden önce söylemek istediklerini söyleyebilse ya da her ölünün söyleyecek son bir cümlesi olsa. Zihnimizde kalan cümleler verilen son nefes gibi ağzımızdan süzülüverse geride bıraktığımız dünyaya. Eğer öyle olsaydı size şunu söylemek isterdim…(daha fazla spoiler vermeyelim) Mesaj oyunun içinde...