Evet. Yılın o zamanı geldi. People dergisi Yaşayan En Seksi Erkeği ilan etti. Aktör John Krasinski seçildi. En seksi erkekler listesinde Selena Gomez’in sevgilisi Benny Blanco da var. Bir zamanlar seksapel, yalnızca fiziksel cazibe ve belirli estetik standartlarla tanımlanıyordu.
Ama dünya değişiyor, özellikle de Z kuşağı sayesinde. Bu yeni nesil, seksiliğin dış görünüşten çok daha fazlası olduğunun farkında; samimiyet, şefkat ve koşulsuz desteği içerdiğini biliyor. Normalde en erken 30’lu yaşlarda yakalanan bu farkındalığa sahipler. John Krasinski, bu yeni seksapel anlayışının en parlak temsilcilerinden biri. Karısı Emily Blunt’a toplum içinde göstermekten çekinmediği sevgisi ve destekleyici bir koca olması, onu sadece bir Hollywood yıldızı değil, modern romantizmin sembolü haline getirdi. Özellikle Blunt’ın geçen yıl Oppenheimer filmiyle yakaladığı büyük başarısında onun en büyük destekçisi oldu. Kırmızı halıda her zaman yanında durdu. Krasinski’nin cazibesi, yalnızca yakışıklılığında değil, kalbinde saklı.
DUYGUSAL ZEKA CAZİBESİ
Ödül törenlerinde Blunt’a duyduğu hayranlığı dile getirdiği anlar ya da birlikte kurdukları hayata duyduğu minnetle, seksapelin içeriğini yeniden tanımladı. Bu tür bir bağın Z kuşağına hitap etmesi hiç şaşırtıcı değil. Onlar, ‘iyi bir kalp’ ve ‘anlayış’ gibi kavramları çekici buluyor ve aşklarında samimiyetle birlikte duygusal zeka arıyorlar. TikTok gibi platformlarda, genç kadınlar artık düşünceli erkeklere olan hayranlıklarını ifade ediyor. “Tipin ne?” sorusuna “Anlayışlı biri” cevabını veren bir nesil, eski güzellik klişelerini yıkıyor. Bu bilinçli yaklaşım, sadece bireysel ilişkilerde değil, aynı zamanda toplumsal algılarda da devrim yaratıyor. Z kuşağı, iyi bir sevgilinin nasıl göründüğünden çok, nasıl hissettirdiğine odaklanıyor. Sadakatinin yanında Krasinski’nin kendi kariyerinde de skandallar olmaması, hep kendini geliştirmesi, her türlü rolde oynaması, çok iyi iki kız babası olması; yakışıklılık ve yeteneğin anlamlı, çabalı ve dengeli bir hayatla desteklenmediğinde tek başına artık hiçbir şey ifade etmediğinin kanıtı. Gerçek cazibe, birinin gözlerindeki ışığı görmek değil, o ışığı sizinle paylaşabilmesinden geliyor çünkü.
DAĞIN ETEĞİNDE DOPAMIN TERAPİSİ
Beynimizin en hayati salgılarından biri de dopamin. Yani mutluluk hormonu. Onun eksikliğinde cildimiz solgun görünür, depresif oluruz, iyi enerji yaymamız zorlaşır. Auramız küçülür, yok olur hatta. Modern zaman insanı dopamini şeker, alkol, lüks imkanlar gibi ‘ucuz’ kaynaklarda arama tuzağına çabuk düşüyor. Oysa gerçek dopamin, anlamlı bağlantılarla, güneş ışığı alınca, doğada bulununca, dinlenince, hareket edince, iyi müzik dinleyince salgılanıyor. İşte şehir hayatında veya hayat meşgalesinde uzaklaştığımız dopamin kaynaklarımız azalınca depolayabileceğimiz cennet bir coğrafyada yaşıyoruz. Şansa! Dünyada yaygınlaşan ‘dopamin terapisi’ seyahatleri için Uludağ gibi bulunmaz rotalarımız var. Accor’un doğaya olan bağlılığını en güzel şekilde yansıtan Swissotel Uludağ Bursa, ilaç gibi bir sığınak oldu bana. Doğanın huzur veren ritmiyle ‘ses terapisi’ eşliğinde uyanmak, aromaterapi masajı, mevsiminde ürünlerle yapılan yemekler, meditasyon seansları ve dağ havasında girilen açık havuzu, sabahları gün doğarken çıkılan orman banyosu yürüyüşleri, zihindeki karmaşayı sessizce dağıtmanın reçetesi oluyor. Bazen, kendini bulmak için doğanın kalbinde kaybolmak gerekiyor gerçekten de. Çünkü mutluluk, bazen bir dağın eteğinde, kestane kokusu ve doğanın melodisiyle geliyor.
MIKE TYSON BİZ SENDEN RAZIYIZ
Mike Tyson’ın Jake Paul ile yaptığı maç, bir efsane için gereksiz bir adım gibi görünse de maç öncesi verdiği bir röportaj, gönüllerin şampiyonu nasıl olunduğunu gösteriyor. 14 yaşındaki TikTok fenomeni Jazlyn Guerra’nın “Mirasınız ne olacak?” sorusuna Tyson “Bilmiyorum, ‘miras’ kelimesine inanmıyorum. Bu, egoya hizmet eden bir kelime. Ben sadece geçip gidiyorum. Öleceğim ve her şey bitecek. Mirasın önemi yok” diye yanıt verdi. Bu sözler, Marlon Brando’nun yıllar önce yaptığı bir röportajı hatırlattı bana. Brando, ‘en iyi aktör’ olarak anılmasıyla ilgili, “Gelmiş geçmiş en iyi aktör köpeğim Tim. Açken beni seviyormuş gibi yapıyor. Amerika’nın hastalıklı kültürü bu: En iyi-en kötü, kazanan-kaybeden üzerinden düşünmek zorunda bırakıyor. Oysa herkesin kendi değeri vardır” demişti. Belki de efsane olmak, geride bir iz bırakmaktan çok, o izi bırakmanın bir önemi olmadığını anlamakla ilgilidir.