Bu aralar çevremde kiminle konuşsam ya da sohbet etsem hayata dair söyledikleri ilk şey, “insanlar beni anlamıyor” ya da “insanlara güvenmiyorum” gibi sözler oluyor. Aslında bunun nedenlerini araştırdığımızda, gerçekten insanı değil önce kendimizi tanımak gerektiği sonucu çıkıyor ortaya.
Aristo, kendini olduğu gibi kabul etmek istemeyen tek varlık insandır demiş –ki kesinlikle doğru demiş. “İnsana inanmak” ögesinde, içeriğinde bulunan teslimiyet duygusu, insanda hiçbir kuşku bırakmaz, ancak bazen, acaba inandığım şey gerçek değilse ben kendimi mi kandırıyorum, düşüncesi korkuları yüzünden, insan ve hayat ilişkilerinde, hayatın her anında ve alanında kendine ve insanlara güven güvensizlik problemleri yüzünden, insan hislerini ve hissedilenleri Gulyabani olarak adlandırılması kısacası artık kendine ve karşısındakine güven ve hayata insanlara inanmak, insanlarda en büyük risk olarak algılanmaktadır. İnsan yaşadığı evren içerisinde her şeye şüphe ile bakmaya başlayınca kendine güvenini kaybeder. Bu nedenle güvensizlik ve şüphecilik insan ilişkilerinde en kötü demir perdedir.
Rasyonellik ne kadar önemli olsa bile hayatı olduğu gibi akışına bırakıp, olan bitenleri olduğu gibi kabul etmek, karşındakini algılayabilmek ya da anlamaya çalışmak zaman zaman bir o kadar önemli ve olması gerekendir diye düşünüyorum. Ispanak yemeğini yapmak istediğinizde ilk önce tencereye sığmaz, ama haşlanmaya başlayınca tencerenin yarısını doldurmaz. İşte bu örnekteki gibi olan biten birçok şeyi görmek algılamak, kestirebilmek böyle bir durumdur. Beklemek ,sabretmek acele etmemek.Bazen gördükleriniz gerçek değildir, duyduklarınız kesinlikle tam tersidir. İstisnasız hepimiz dünyada olan biten birçok şeyden çok kendi hayatımızla ilgiliyiz.
Sürekli bir onaylanma hissiyatı içerisindeyiz. Ego ve süper egolarımızın açlığını bir türlü doyuramıyoruz. Büyük evlerde oturmak isteyişimiz, ihtiyacımızdan fazlasını sahiplenme dürtümüz, tatillerde ya da gezmelerde yaptıklarımızın fotoğraflarını çekip paylaşmamız içimizdeki onaylanma, beğenilme açlığımızı doyurma içindir. Mutluluk ve mutsuzluğumuzun nedenlerini Watson doğru teşhis etmiş. Yaşamımızın kesinlikle iki trajedisi vardır. Birincisi istediğimizi elde edememek, diğeri ise istemediğimizi elde etmek. Karşımızdaki insanların kendilerini daha fazla sevmelerini sağlasak, aslında iletişim kurduğumuz bu insanlar daha çekilir hâle gelecekler ve iyi niyetli mutlu olacaklar ama bunu yapmayı beceremiyoruz. Kotzebue’nin söylediği gibi: İnsanın iki gözü ve bir dili vardır. Bunun nedeni, söylediklerinin iki katını görebilmeleri içindir.
Görenler, az görüp çok konuşurlar. Görmeyenler ise her şeye dil uzatırlar. Kimseyi fark etmek istemiyoruz çünkü uğraşmak istemiyoruz. Sürekli kendi dertlerimizin, hayattaki en büyük sorun olduğuna inanıyoruz, biz kendimize güvenmiyoruz, ama başka insanlardan güven bekliyoruz. Diğer insanları ciddi anlamda pozitif yönde etkilemek için gereksiz bir çaba sarf ediyoruz. Bazen otobüste ya da markette bir daha hayatımız boyunca görmeyeceğimiz insanları etkileme çalışmak ya da kendimizi beğendirmek gibi oyunlar yaparken insan olarak, en yakınımızdaki insanlara farklı davranıyoruz. Aksine karşımızdaki insanların bizim üzerinizde iyi bir izlenim bırakmak için çabaladığını anlamamız gerekmez mi?
Kesinlikle insanları, bu kim olursa olsun eşiniz, arkadaşınız, aileniz, dostunuz, iş arkadaşınız fark etmez, kişileri olduğu gibi kabul etmeniz gerekiyor. Karşınızdaki insanın kendisi olmasına izin vermeniz gerekiyor. İnsanların bir deli gömleği giymelerini ve sizden onay almalarını beklemeyin. Her kişinin mutlaka onaylanacağı, imrenileceği bir yönü vardır. Bunu bulmak bizim görevimiz. Bunun için çaba sarf edelim. Tabii bununla beraber kendimize ve başkalarına söylediğimiz gereksiz yalanları da terk edelim. Unutmayalım, yaşamak için hayallere, gösterişe, baskıya yer yok, sadece özgürlüğe ve sevgiye ihtiyaç var. Dünyaya ağlayarak geliyoruz diye bir ömür boyu ağlamak zorunda değiliz.
Alabildiğine mutlu olmak bizim elimizde. Unutmayalım, hayat ile mücadele etmemizin sebebi dünyayı değiştirmek için değil, dünyanın bizi değiştirmesine izin vermemek için.
Tebesümle kalın.
Genç bir çift, yeni bir mahalledeki evlerine taşınmışlar. Sabah kahvaltı esnasında, komşuları bahçede çamaşır asıyormuş. Kadın kocasına “Bak, çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmıyor” demiş. Kocası ona bakmış, hiçbir şey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş.
Kadın, komşusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah aynı yorumu yapmaya devam etmiş. Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmış “Bak" demiş kocasına, “Çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba?"
“Ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi sildim” diye cevap vermiş kocası.
Kısa bir fıkrayla başlamak istedim yazıma. Gerçekleri nasıl gördüğünüz, nasıl görmediğiniz, görmediğimiz hakkında konuşmak istedim.
'Sound Of My Voice' adında izlediğim bir filmdeki çok kısa bir sahne hafızamda derin izler bıraktı.
Yalan ikna edici olabilir .Neyse ki gerçek çok daha ikna edicidir.
Aslında bütün bu anlattıklarım ve yazdıklarım kristal saflığında gerçekler. Sadece bunu dinlemek ya da yazılanları okumanın bile kendisinde güç var. Ama buna mukabil anlattıklarım, benim zihnim üzerinden atlanması gereken başka bir sorun olduğu düşüncesini bırakmayacak. Sonra da zihne direnç gelecek ve araştırma yapabilmek için gücüm kalmadığını hissedeceğim. Söylediklerim yeni ve farklı şeyler değil. Ama zamansızlığı ve her zaman taze oluşu anlamında özgün. Çağlar boyunca bilgeler basit gerçeği keşfetti ve sayısız arayışçıya devamlı olarak içsel araştırmayı işaret etti ki böylece onlar da bunu kendi içlerinde netleştirip onaylayabilsin. Ben de diyorum ki, zamanı öldürmeyi bırakın! Eğer arzu duyduğunuz hakikat ise, meselenin doğrudan kökenine inin. Etrafı koklayıp durarak hiçbir yere varamayacaksınız. Artık karşımda konuşacak kişiler için söyleyeceğim şey şu: "Net ol. Net ol ki net olabileyim."
İnsan, evrim aşamaları esnasında hareket halindeyken aklını kullanabilme yetisi kazanır ve bu yetiyle beraber, görünmeyeni hissedebilme yönünde büyük mesafeler kat eder. Zeka dediğimiz öge, insanın kazandığı tüm yetenekleri ihtiyaç olduğu zaman harekete geçirerek insan ve dünya hakkında, ihtiyacı olan kavrayış olanağını ona verir. Bu noktada, optik yeteneklerimiz, insan için günlük yaşamın gereklerini sağlamanın ötesinde, giderek önemini yitirir. Bir şey, aşk, sevgi, iş, sohbet veya herhangi bir şey, kendi hayat süresini bitirdiğinde veya kendi limitini aştığında, tersine bir oluşum içine girer. Yükselen alçalmaya, güçlenen zayıflamaya ve ilerleyen gerilemeye başlar. Bu nedenle kurduğunuz her ilişkide, her iletişimde, hakikati arayın. Karşınızdakinin karşısına hakikatle çıkın. "Ben buradayım" diyebilirsiniz. Herkes kendini birey olarak her olayda haklı görüyor ancak sorun yaşadığı ya da iletişim kuramadığı kişileri haksız buluyor. Nedeni çok basit. Aynayı sadece saçlarını düzeltmek için kullanıyorlar. Aynaya dikkatli baksalar, başka amaçlar için de, farkındalık yaşamak için de baksalar, kendilerindeki hataları çok rahat fark edebilirler.Ancak buna ihtiyaç duymuyorlar.
Yaşadığımız zamanda en çok aranılan şey huzur. Huzura dair söylenen bir çok detay var.
Öyleyse bir evde huzurun olduğunu gösteren detaylar nelerdir diye sorsam. Hangi cevapları verirsiniz?
Ben cevabını iyi biliyorum. Örneğin mutfakta yanan aspiratör ya da davlumbaz ışığı. Tüm ailenin bir arada yemek yemesi, beraber vakit geçirmeleri, anne ya da baba eve gelince çocukların sevinmesi. Pozitif bir annenin ve babanın olduğu her evde huzur vardır. Bu yüzden aile her şeydir. Bir evde çocuk varsa ve o çocuk anne babasına soru sorabiliyorsa, onların yanından kaçmıyorsa o evde huzur vardır. Yaşayan fertlerin birbirine karşı hoşgörülü olmasıdır. Anne ile baba arasındaki saygıdır.
O saygı olmadığı sürece evde beraber yaşadığınız ve her anını sosyal medyaya koyduğunuz o tatlı kedi de, o güzel Golden Retriever köpekte yaptığınız güzel sunumlu ıhlamur çayı da, yapılan en ala yemek de hiçbir işe yaramaz. Çünkü en önemli öğe samimiyettir. Samimiyetin açılımı samimi niyettir. Mutfak lavabosunun önündeki ıslak, temiz, hafiften deterjan kokulu sarı bezdir huzur.O bez öylesine temizlik hissi verir ki, ağzını bile silersin ona. O bezi sapsarı, lekesiz, tertemiz, her an temizliğe hazır tutan bir kadın o eve bağlıdır, o evi güzelleştirmeyi biliyor demektir. O kadın hünerlidir, güzel yemek yapar, mutfakta vakit geçirmekten mutlu olur. O kadın bir süreliğine annesine 1-2 günlüğüne kalmaya gitse ve sen yalnız kalsan yani kadın evden uzaklaşınca o sarı bez kurur, katılaşır.
Kalp aynı anda buna tepki verir. Çünkü birlikteliktir ve koşulsuz özlemektir huzur. Aile bireyleri ellerinde telefon, son ses televizyon açık birbirleri ile asla konuşmadan bir akşam geçirmek yerine, balkonda püfür püfür esen yelde sarılıp sohbet ediyorlarsa huzur var demektir. Babanız hanım yemek yapma lahmacun söyledim çocukları çağır diyorsa o evde huzur vardır. Biri hapşırdığında herkesin aynı anda çok yaşa diyebilmesidir huzur. Detaydan çok, dışarıda iken eve kavuşmak için özlem duyuluyorsa, geceleri ve özellikle yalnızken, insan ruhunda bir sakinlik hissediyorsa ve hiç bir şey rahatsız edici gelmiyorsa, o evde huzur var demektir.
Eve girildiğinde gözlerin, diğer üyeleri farkında olmadan aradığı evlerdir.
"Anne, babam nerde?", "hanım, kızım nerde?", "kızım, baban nerde?" sorusuna cevap aramaktır huzur. Nerede mi huzur yoktur? Beden temasının olmadığı evde huzur yoktur. Anne, baba ve çocuklar birbirine sarılmıyorsa, dokunmuyorsa sevgi çok uzaklardadır. Sabah kalkan aile bireyleri önce birbirine sarılacak, öpecek hal hatır soracak işte huzur budur. Genelleme olabilir ama sosyal mecralarda "koçişle ya da hayatımın aşkı ile keyif kahvesi" adlı fotoğrafların her daim paylaşılmamasıdır huzur.
İnsan sevdiği ile gerçekten keyif aldığı şeyler yapınca aklına bunlar gelmez. Sadece o anı yaşamaya çalışır. Balkondaki çamaşır ipinde bebek çamaşırları asılıysa o ev kesinlikle mutlu huzurludur. Birinin bir başkasına kendisini onaylatma, kabul ettirme çabası olmadan rahat yaşamasıdır huzur. Mutlak sükunettir. Lineer huzur olmasa bile hayatta anlık minimal huzur titreşimleri vardır. Mesela annenin gülen yüzüdür. bir evde anne mutlu ve huzurluysa her derdin üstesinden gelinir her sıkıntı giderilir bir şekilde her zaman birlik olunur.
Klasikleri tekrar okumaya başladığımda Dostoyevski'nin 'Yeraltından Notlar' kitabındaki bir cümlesi aklıma takıldı:
Akabinde çok yakın bir arkadaşım "Aşk nedir?" diye sordu ve direkt konuya girerek "Sence aşk yakar mı?" dedi. Hemen aklıma gelen ilk cümleyi söyledim:
Açıkçası kötümser bir bakış açısında değilim. "Aşk nedir?" sorusuna, "Marketten süt alırken süte sırıtarak bakmaktır" diye basit bir örnek de verebilirim. Ancak arkadaşımın daha detaylı bir ilgi istediğini bildiğim için biraz daha anlatmak istedim.
Aşkın içine her örneklemeyi koyabilirsin. Kimine göre kalbinde çiçek açarken yaralanmak, kimine göre diyalektiği çökerten, içinde sevgi ve nefreti aynı anda barındıran, biri olmasa diğeri var olamayacak bir çılgınlıktır. İnsanın bir başka beden ve ruhta kendini araması ve sevmesidir. Bazen ısrarla imkansızı istemektir. İki kişinin karşı karşıya oturup birbirine bakması değil, yan yana oturup aynı yere bakmasıdır.
Aşkı iki beden arasındaki ilişkiden ziyade iki gönül arasındaki bağ olarak görenler için güzeldir. Aslında, gerçekliğe karşı sürrealist bir eylemdir. Seni defalarca yaralasa bile dönüp dolaşıp gittiğin, çatısı su sızdırsa da terk etmediğin, sığındığın evin gibidir. Emin olun; bazen çok sevmek değil, bencilce çok sevilmeyi istemektir. Aşk acısı da, ''Neden beni çok sevmedin?'' kabullenemeyişidir bazı ilişkilerde. Haziran sıcağında "Gel artık, üşüyorum" dedirten, dünyanın en güzel ve en acımasız rahatsızlığı...
Belki de aşkın tarifini yapmak başlı başına saçma. Böyle bir soru olamaz. Aşkın salt bir tarifi olmamalı. Somut şeyler tarif edilir, aşk tarif edilirse objeleşir. Genç bir adamken sevdiğin kadının omuzlarında ikamet ettiğini düşündüğün bir duygu, belki omuzlarına konan üç günlük kelebek ruhudur ve 3 günde bitmiştir! Çünkü insan demlendikçe öğrenir, büyür, uzar, serpilip yaşlanır. Sizde olmayan bir şeyi, bunu sizden istemeyen birine vermeye çalışmaktır.
Etrafa bir göz atmak ister misin ?
İçinde ruhun, inancın, emeğin ve en önemlisi sevginin olmadığı şeylere değer veren insanları görünce kendime bunu söylüyorum: Ben buraya ait değilim.
Bazen bu duyguyu kafamda yaşasam da, bazen de anlatmak istiyorum. Çünkü benim gibi düşünen birçok insan var; artık bunu görebiliyorum.
Buna zaman, mekan ve gerçeklik kavramlarının sınırlarını çizdiği bir 'hayat' olgusuyla kan uyuşmazlığı durumu diyebiliriz. Sınırların içinde kısılıp kalma duygusu, zaman ve mekanın bükülmezliğinin yanında kaçış başlangıcı adımları serzenişleri... Ruhun karanlıkta kalan kısmının, az da olsa ifade edilebilmiş hali... İçe dönüşün hızlandığını dile getiren evre... Algı sisteminin sisler ardında kaybolmaya başladığını anlatan keyifsiz ve bir dereceden sonra inanın çok keyifli mod bu duygu... Çünkü kendine yaklaştığın ve kendini tanıdığın zaman.
Neden bulunduğu yerden uzaklaşınca bir huzur sarar insanı? Neden nerede değilsen, orada mutlu olacakmış gibi hisseder insan? Size tanıdık gelmiyor mu bu duygu ?
Aslında kendimi de sizi de çok iyi anlıyorum. Yolda olmak güzel, varmak değil. Haksız mıyım?
Çünkü Sartre aslında çok güzel tanımlamış bu duyguyu: İki kent arasındayım, biri bilmiyor beni; öteki artık tanımıyor.
Bazı insanlar için ise ait olduğunu bildiğin yere gidememek var. Bu acıyı çekenleri bilirim. Sanırım en kötüsü bu olsa gerek. Ya da belki doğduğun şehre tutunamadın, belki şiirlere, belki şarkılara... Aynı şarkıyı defalarca başa alıp dinliyorsun. Kısa süreli ilaç ama nafile. Seni rahatsız eden bir şeyler var biliyorum, farkındayım, bu nedenle kendini yalnız hissetme diye arkanda değil, yanındayım.
Dante, İlahi Komedya’sında cehennemin kapısına, “Buraya giren herkes bütün umudu geride bıraksın” yazar. Aslında bu söze karşı çıkıyorum. Çünkü cehennemin bile içinde umut vardır. Var olan şey kaybolmaz. Bu nedenle hayatın her anında umut bir kapıdır. Umut kapısını kırk kere çalmak ya da kırk kapıyı bir kez çalmak bizim elimizde.
Biliyorum sen de kısa veya uzun süreli mutsuzluk ve çaresizlik hezeyanları, iletişim problemleri, varoluş sıkıntıları, ifade sorunları; sevgi, aşk, ilişki ya da yaşam içerisinde birçok soru ve sorunla karşılaşıyorsun. Bazen bu yaşadıklarını hem herkes bilsin hem de sende gizli kalsın istiyorsun. Çünkü uzun zamandır ne yapman gerektiğinin kararını veremedin; benim ve herkesin geçmişte yaşadığımız gibi. Üzülme insanız, duygulardan yaratılmışız. Bu belki de bizim özelimiz. Dostoyevski okuduysan, “Her şeyi anlamaya çalışma, bu bir hastalıktır” der. Biraz olsun rahatladın mı? Sen kendini incittin, başkaları seni incitti veya bir başkaları seni incitenleri incitti. Yolun sonunda herkes bu kötü enerji tufanından payına düşeni aldı… Biz iki kişinin kavgasını her daim bir yabancının ayırdığına şahit olduk. Bizler tüm yaşadıklarımızla aslında ruhen enfekte olduk. Bir şeyleri düzeltmek istiyoruz ya da birileri bunu düzeltsin istiyoruz, ama bu kadar bolluk içerisinde eksik olan, yanlış olan şey nedir onu bulamıyoruz. Çünkü kendimizi halen tam olarak tanımıyoruz. Çünkü her daim onaylanmak ve beğenilmek istiyoruz, hayır demesini bilmiyoruz. Başkaları kırılmasın diye kendimizi kırıyoruz. Kendimizi bile bile yoruyor ve yıpratıyoruz.
Seni mutsuz eden ne varsa, bu mutsuz enerjinin ya da bu insanların içlerinde lütfen olumlu yanlar arama. Bırak kalmaları gerekiyorsa kalsınlar, çıkmaları gerekiyorsa çıksınlar hayatından.
Kalbine, gönlüne, duygularına zarar verenlerin seni acil servise bırakması bir lütuf değildir. Akıttığın gözyaşları yerine, bu gözyaşlarının akmasına sebep olan kişileri hayatından sil.
Emin ol, loş ışıkta herkes güzeldir. Sen saf gerçekliğe odaklan. Dinle ve gör. Kalbini ve vicdanını dinle. İlk yapacağın şey kendini mutlu etmek. "Beni seviyorum" diyebilmek. Aslında mükemmel doğanda, kendi oluşumunu sevmek ve kendine değer vermek var. Bu sevginin kendinden yansıması var. Ancak insanın doğal kalmasını bazı faktörler engeller. Anne karnında doğmadan yüklemelere maruz kalır. Doğum ile zihin yavaş yavaş kirlenir. Özellikle sözde gelişmiş şehirler, fabrikalar, iş hayatının çirkin yüzü, kurduğun ilişkiler, TV ve internetteki olumsuz yayınlar, doğal olmayan besinler, cehalet, kaos seni hem doğadan hem sevgiden uzaklaştırır. Bu hayattaki hikâyemizin en nihai amacı o temiz zihnimize, saf kaynağa, yani kendimize dönmektir. Kendine değer vermek var olan her şeye değer vermektir.
Başkalarını memnun etmek için yaşarsan, seni herkes sever; kendin hariç! Bu nedenle ilk önce kendine ve değerlerine odaklan.
Eski fotoğraflarımın hepsinin istisnasız Oscarlık olduğunu söyleyebilirim. Bazısında perişanlık var, bazılarında muhtemelen bayramda giydiğim, silah zoruyla bile giyilemeyecek piyanist şantör imajlı çocuk takım elbiseli halim... Ama hepsinde güzel bir tebessüm ve mutluluk duruyor. Şimdi eminim üç dolap elbiseniz olsa o tebessümü hissedemezsiniz. Eski fotoğraflara bakarken mutlu oluyor insan. Sıcaklık yüze vuruyor. Çocukluk doğum günlerinde çekilen fotoğraflara baktığımda evde yapılmış ama kıymeti ölçülemez bisküvili pasta ve limonata, annemin güzel permalı saçları, babamın henüz beyazlamamış bıyıkları ve kardeşlerin 'Bir an önce şu mum üflense de pastayı yesek' bakışları ve çok sevdiğimiz komşularımız... Bazen o soba, o güğüm, o divan, çekyat, duvara asılmış fotoğraflar sıcak, samimi, kalbe dokunan öğeler... İnsan neden hep özlem duyar geçmişe, geçmişine? Sadece yaşlısı değil, gençler bile neden özlem duyarız maziye? Nerede o eski bayramlar cümlesini neden söyleriz? Ne bayramlarımızı beğeniriz ne de düğünlerimizi. Özlemle hatırlıyoruz çocukluğumuzu. Sokaklarda misket oynadığımız, top peşinde koşturduğumuz her şeyi özlemle anıyoruz. Yeni olan hiçbir şeyde tat bulamıyoruz. Neredeyse tüm gülüşler sahte geliyor. Arkadaşlıklar, dostluklar sevgiye dair her şey. Nedeni çok basit. Sırrını ve çözümünü öğrenmek ister misiniz?
Aslında değişen bir şey yok, sadece zaman tazeliğini yitiriyor. İyi gelen ne varsa sadece eskiden daha iyi geliyor zaman tazeliğini kaybettiği sürece. Bir saat önce tabakta duran elma diliminin bir saat sonra tazeliği bozuluyor. Hayatın tazeliği bozuluyor çünkü. Ayrıca dünya her gün kötüye gittiği için geçmişte kalan her şey bize güzel geliyor. Eskiden farkında olmadıklarımızı büyüdükçe fark ediyor ve farkındalığımız arttıkça mutsuzlaşıyoruz. Hatıralarımızda en uzaktaki şeyler hep en güzel kalıyor. Belki de insanın kendi kendine yalanı ya da inandırdığı bir duygu bile olabilir. Belki de hep böyle sanılır, aslında o eskinin de kendi içinde özenilen bir başka eskisi vardır. Romanlarda, betimlemelerde gökyüzü, güneş, yeşillikler olduğundan daha çok renkli değil mi? Çünkü sosyal medya ile, uzaklar yakınlaşsa bile yakınlar uzaklaştı. Yatak odasına kadar giren, telefonu uykuya geçiş anına kadar elde tutan ve son paylaşımlara bakmaya çalışan insanlar... Yanında olanı unutan ama telefonun şarjına yüksek önem veren insanlar... Başkalarının hayatını izleyerek mutsuzlaşan güruh... Değersizleşen ilişkiler...
Değerler ve kişilikler dejenerasyonu oluşuyor. Gerçekçi olmayan karşılaştırmalar ve değerlendirmelerle mutsuz insanlar oluşuyor. Eskiden ve eskiler daha güzeldir. Çünkü insan aklı ve farkındalığı belli bir seviyeye geldikten sonra birçok tecrübeler edinir ve genelde tecrübelerden dolayı birbirinden pek bir farkı da olmaz. Bu nedenle akıl belirli düzeye geldikten sonra insanın geçirdiği zaman, tecrübelerin farklı tecrübeler olmasının zorluğundan kaynaklı olarak yaşadığı şimdiki an basit ve alelade gelir. İyi ve güzel olan, sadece farklı tecrübelerin yaşanılması ve sıradışılıktır.
İsterseniz çok romantizm yapmayalım, bugünü güzelleştirmeye çalışın. Yanınızda olanın elini tutun. Yaşınız kaç olursa olsun sevdiğinizi söyleyin hayat arkadaşınıza.
İnsan kaç yaşında olursa olsun her daim eskiye özlem duyar. Bu duygu eskiden yaşanan anılar sebebiyle açığa çıkar. Bu nedenle özlem duyulan duygular doğrultusunda gerek bir insanı, gerek bir eşyayı, hissiyatı veya tamamen kendini daha güzel daha duygulu ve anlamlı bulur insan.
Umarım her daim tebessümle andığımız güzel eskileriniz olur.
Geçenlerde sohbet ederken, çok sevdiğim bir arkadaşım “Keşke şu kişinin aklını okuyabilsem” dedi. Aslında başkasının aklını okumaya çalışanlar ve kendi aklının okunmasını isteyenler, gereksiz ve anlamsız bir işi yüklenmiş taşeronlardır. Hayatta kimsenin aklını okuyamazsınız, bunu unutmayın. Aklını okuduğunuzu sanabilirsiniz ama emin olun yanlış yoldasınız. Ama insan niyetinin iyi mi kötü mü olduğunu ya da en önemlisi bencil olup olmadığını hayatın içindeki öğelerle fark edebilirsiniz.
“Leon” adlı filmde küçük kız Matilda, Leon’a sorar: “Hayat hep böyle zor mudur, yoksa sadece çocuk olduğunda mı böyle gelir?" Leon, “Hep böyledir” diye cevap verir.
Evet, hayat hep böyledir. Ne yaşıyorsanız, ne hissediyorsanız, emin olun onu siz yaşatıyorsunuz. İşte filmlerdeki bazı replikler hayatın içeriğine, hatta yaşamımıza şekil verebilir. Bu hayat döngüsünde belki onlarca kişiye herkes gibi net olarak birçok şeyden bahsettim. Yardımcı olmaya çalıştım ama anladım ki, anlatmak istediklerimi ancak benim bildiğim kadar bilenler ya da anlamaya niyeti olanlar anlıyor. İşte o zaman anlatmaktan vazgeçip susmaya başladım. Çünkü anladım ki, bazen insanlara bir şeyler söylemek için artık omuzlarına dokunmak yetmiyor, bir balyoz gerekebiliyor. Yaşamımda en önemsediğim ve değer verdiğim yazarlardan Shakespeare’ın Hamlet’in oyununda serzenişleri buna örnek olabilir. Hayata dair ihanete dair anlattıkları... "Talihe katlanıp yaşamak mı, yoksa bir hançer darbesiyle hesabı kesmek mi?" İşte bu sözleri anlamlandırmak ve hisselerine ortak olmak ve Hamlet’e hak vermemek elde değil. Değersiz insanlardan gördüğü muameleye, insan yalın bir hançer darbesiyle hesabı kesmeli sözü gerçek değil mi?
Herkes sevdiği kişiye bir duygu ispatı ve kendini kanıtlama peşinde. Bununla beraber mutlu olduğunu gösterme ve mutlu etmek için büyük bir çaba içinde. Ama burada kaçırdığımız en büyük olay, mutluluğun peşinden koşup yakalayabileceğiniz bir şey olmadığını öğrenmek. Mutluluk, istemek ile bunun arasında köprü kurmakla başlar. Biz olduğumuz yerde duramayız. Olduğumuz yerde durmak, hızla değişen dünyada en hızlı geri gitme yoludur. Bir insanın elinden tutmadan önce, kendi yaşam döngümüz içinde kendimizi iyi tanımamız ve bu tanışmanın içinde kendimize her daim hakikat içinde dürüst olmamız gerek. Kendini tanımak, hayran hayran kendini seyretmek demek değil. İnsanın hem ne olduğunu hem de ne olması gerektiğini araştırması. Nasıl düşüneceğini, nasıl yaşayacağını, nasıl mutlu olacağını kendine sorması. Çünkü yaşamda kendini arama ve bulma yoluna girecek bir bireyin, yönünü nasıl bulması gerektiği de çok önemli. Aşk sahip olabilmek değil,ait olabilmektir çünkü. Ve hüner; sürdürebilmekte değil sadık kalabilmektedir. Ait olmak ve sadık kalabilmek ile birlikte yaşadığımız ilişkilere başlamadan önce hazırlık yapmak olmazsa olmazlardan biridir.
Biz hayatın her anında yaşadığımız ilişkilerde ya da yaşamak istediğimiz ilişkilerde hazırlık yapmalıyız. Bu hazırlık neye nasıl şiar edeceğimize dair bir hazırlık. Hazır olmadığımız ilişkilerde, hazır olmadığımız kalp çarpıntılarında sadece duygularımızla hareket edersek bazen bir değil iki kişiyi mutsuz edebiliriz. Abraham Lincoln’un