İnsanlık için belki küçük ama benim için büyük bir keşiften bahsedeceğim size... Ankara-İstanbul arasında yüksek hızlı tren kullanmak ne büyük kolaylıkmış meğer! Ailem Ankara’da olduğu için sürekli giden gelen biri olarak, artık havalimanına gitmekten aşırı üşenir olmuştum. Şöyle düşünün... İstanbul’da hele de trafik saatiyse, en az 2 saat öncesinde havalimanına gidiyorum. Bagaj kontrolüydü, rötardı, telefonları/ bilgisayarı kapat derken hep bir kısıtlama. E inince, Ankara şehir merkezine en iyimser tahminle 40 dakikada varıyorsun. Oldu mu sana en az 4 saatlik yolculuk! Arabayla gitsen yorgunluk, ayrıca çalışman gerekiyorsa çalışamazsın. Hele kışsa Bolu Dağı civarı riskli. Geçen gün Ankara’dan döneceğim yine; havalimanına gitmek resmen gözümde büyüyor, kuzenim dedi ki, “Neden hızlı treni kullanmıyorsun?” Hakikaten niye? Aklıma bile gelmedi çünkü! Uçağın rahatlığına alışmışız ama aslında daha çok yoruyor, farkında değiliz. Hemen girdim hızlı tren bileti satan tcddtasimacılık.gov.tr sitesine. 4.5 saat sürüyormuş Ankara-İstanbul. Tarihi seçtim, vagonu seçtim, sıra fiyata geldi. Normal bilet 540 TL, business bilet 810 TL. Öğrenci, öğretmen vs indirimleri de ayrı. Tekli oturmak istediğim için business bilet seçtim.
Tekli koltuklarda yanınızda kimse yok, mis. Ortada masası olan yüzü birbirine dönük grup koltuklar da var. Kalabalıksanız keyifli olur. Havalimanı kaosu olmayan, ferah, sakin Ankara Garı’ndan bindim trenime. Aa, koltuk araları nasıl geniş ve rahat. Uçakta sıkışarak oturmak, o binme kaosu, inme kaosu yok, hele de yandaki yolcuyla ‘kolçak kimin’ kavgası yapmak hiç yok. Çantada sıvı mı var önemli değil. Oturduğun ilk andan itibaren bilgisayarını açıyorsun, telefonda konuşuyorsun, internetin varsa istediğin gibi telefonunu kullanıyorsun. Üstelik şehrin ortasında iniyorsun trenden. Özetle, ben bayıldım bu tren işine ve kullanmayan varsa şiddetle önermek istedim. Sosyal medyada da bunları yazınca, şöyle şikayetler geldi hemen: “WC’ler temizlenmiyor, ekranlar çalışmıyor. Ayrıca 65 yaş üstü ve emekli indirimi yok. Lütfen bunları da dile getirin.” Evet, bu konuya el atılsa iyi olur. Evet tuvaletler de temiz değil ama bizim insanımız genelde tuvalet kullanmayı bilmediği için AVM tuvaleti de, uçak tuvaleti de, restoran tuvaleti de leştir. Bu trene özgü bir durum değil bence. Ama bu da bir gerekçe değil, tuvaletlerin temizliğine dikkat etmeli TCDD. Sonuç? Eğer Ankara-İstanbul arası araba kullanmak istemiyorsanız, yüksek hızlı tren şahane bir alternatif. Tadını çıkarın derim.
HASTA ZİYARETİNİN KISASI...
Geçen hafta 5-6 gün Ankara’da, bir hastane odasında refakatçiydim. Dolayısıyla da hasta ziyaretine gelenleri bol bol izleme şansım oldu. Tek kelimeyle şunu diyebilirim, gerçekten enteresan bir milletiz! Bir kere kapıyı çalan içeri giriyor. Ameliyattan yeni çıkmış bir hastanın odasına girmek için izin istemek hak getire. İçeri giren de, güne gelmiş gibi saatlerce oturuyor. 3 saat oturanı biliyorum mesela; yakının diye bir şey diyemiyorsun ama sarsmak istiyorum; “hasta ziyaretinin kısası makbuldür kardeşim, sen hayırdır!” Ama diyemiyorsun işte. Görsün hastanın halini diyorsun ama empati sıfır! Onu da geçtik, hemşire ya da doktor içeri girdi diyelim; ‘biraz dışarı çıkayım, özel konuşurlar belki ya da mahrem bir durum var’dan da anlamıyor bazısı. Ayrıca içerde iki kişi varsa girme bi’ zahmet ama yok giriyor. İçerisi ana baba günü. Sohbet muhabbet gırla! Arayanlar ayrı alem... Akşam 9’dan sonra arayabiliyor hastayı mesela. Yahu sen işini gücünü bitirdin, ancak aklına geldi diye o saatte araman normal mi? Oha yani! Hadi telefonu ben açıyorum sorun yok ama sorular bombastik bu sefer. ‘Ameliyat nasıl geçti, ağrısı var mı, e uyuyor mu, ne zaman çıkacak, sen ne zaman geldin, e daha daha nasılsın...’ Bitmiyor arkadaş sorular! Hastanede günlerdir heder olmuşuz bu neyin sorgusu yahu! ‘Geçmiş olsun, iyi mi, bir ihtiyaç var mı?’ de kapat, insan ol biraz. Sen inlerken, ağrılar çekerken, uyuşmuşken, konuşamıyorken ya da narkozun etkisinden daha çıkamamışken sana bu kadar soru sorulsa iyi mi hissedersin? Gerçekten medeniyet, görgü bize o kadar uzak kavramlar ki.. Ne diyeceğini bilemiyorsun bazen. Neyse tüm hastalara acil şifalar, hasta yakınlarına sabırlar diliyorum.
İLİŞKİ KRİTERİ; SİNEMA SOHBETİ!
Gün geçmesin ki birileri ideal sevgiliyi tarif etmesin! Bu kez de Hadise “Yakışıklılık bir yere kadar!” şeklinde tarif etmiş ideal erkeği. Eklemiş; “Aşırı yakışıklılığı geçelim, benim için önemli değil. Uzun boylu olsun, saçı uzun olsun gibi kriterlerim yok. Yakışıklılık bir yere kadar bence. Günün sonunda o kişiyle bir film izledikten sonra film üzerine sohbet edemiyorsan bu bir ilişki değildir.” Film sohbeti önemli tabii. Benim anladığım kadarıyla Hadise, sapyoseksüel ilişkiden bahsediyor. Yani zeki erkeklerden, entelektüellikten bahsediyor. Bunun daha önce metroseksüel olanları modaydı biliyorsunuz...
Mukadderat, yani kader... Olayların önceden ve değişmeyecek biçimde düzenlendiğine inanılan ezeli takdir. Bizim topraklarda körü körüne inanılan şey, alın yazısı. Bizim topraklar demişken hemen sorayım size... Kocası ölen bir kadın ne yapar? Ya ‘dul kadın’ yaftasıyla çocuklarına adar kendini ya da tekrar evlendirilir. ‘Hayır ya, ne münasebet’ demeyin...
Her şey bizim ya da etrafımızdaki insanların yaşadığı gibi olmuyor. Anadolu’da, küçük yerlerde, kadınların ikinci sınıf sayıldığı ailelerde böyle maalesef. Ancak ve ancak kadın isterse değiştirebiliyor bu yazgıyı. İşte bu yıl üç Altın Portakal kazanan ‘Mukadderat’ filmi tam da bunu anlatıyor. 40 yıllık eşini kaybeden 70 yaşındaki Sultan’ın (Nur Sürer) yalnız kalacağını düşünerek koca araması ama sonunda kendini bulması hikayesi özetle. Kocası öldükten iki gün sonra, kahvaltı masasında öylece, “Ben evlenmek istiyom” diyor.
O tatlı aksanıyla evet, aynen böyle diyor. Çocuklar şok! “Anne ne diyorsun, babamı daha dün gömdük!” dediklerinde hem gülüyorsunuz hem de düşünüyorsunuz ister istemez: Sizin anneniz böyle dese, ne yapardınız? Baba dese şaşırmayız ama anne deyince, ‘delirdi’ gözüyle bakmaz mıyız? Ama Sultan ısrarlı; “Hastaydı mastaydı ama her sabah kocamın nefesini duyarak uyanıyodum, şimdi yatakta nasıl uyuycem? Karışmayın bana, evlencem ben” diyor, başka şey demiyor. Soruyor soruşturuyor, buluyor birilerini.
Hiç oyalanmadan da “Benle evlensene” diyor kafasına yatana. Dile düşüyor tabii, kahvehanede bile konuşmaya başlıyorlar ‘Sultan’ı. Ama ‘elalem’i dinlemeyen bir kadın Sultan. Herkesi susturması, ‘sana ne’ diyebilmesi bile aslında içinde bir devrimci yattığını gösteriyor ama işte, doğduğun yer/doğduğun ev kaderindir ya... O da öyle görmüş, ille de başında bir kocası olmalıdır. Bir gün arkadaşından aldığı öğüt onu kendine getiriyor. “İkinci baharını yaşamak için bir erkeğe ihtiyacın yok” diyen ses kafasına yatıyor.
Vazgeçiyor kocadan. Bahçesindeki ürünleri pazarda satmaya başlıyor, evini pansiyon yapıyor ve yeniden başlıyor her şeye. Kocasının kaybıyla kendini buluyor, kendiyle tanışıyor. Sıradan bir hikaye, nasıl da tatlı anlatılmış. Gülümseten, ‘Aferin kız Sultan’ dedirten, su gibi akan şahane bir film. Nur Sürer’in şahane oyunculuğu da filme çok şey katmış. 2024 Altın Portakal Film Festivali’nde ‘En iyi Film’, ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ve ‘En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ ödülü olmak üzere 3 Altın Portakal kazanması boşuna değil yani. Filmi, annesinden ilhamla Erdi Işık kaleme almış, ‘Camdaki Kız’ dizisinden tanıdığımız Nadim Güç yönetmiş. Aslıhan Gürbüz ve Osman Sonant da Sultan’ın çocuklarını oynamış. Belli yaş üstündeki kadınların hikayelerinin yazılması çok güzel, bunun ödüle değer görülmesi daha da güzel. Mutlaka izleyin.
‘ERKEKLİĞİMDEN UTANIYORUM’
Konuya kadınlardan girmişken devam edeyim... Altın Kelebek ödül töreninde çok güzel ödül konuşmaları yapıldı malum, Demet Evgar da onlardan biriydi. Ama bir erkeğin kadınlara sahip çıkması beni daha da etkiliyor. Çünkü erkeklerin daha çok konuşması, hemcinslerini etkilemesi, onları uyarması ve duyarlılık göstermesi çok önemli. Törenin sunucusu Cem Davran gibi. Narin’in fotoğrafından sonra şöyle bir konuşma yaptı Davran: “Umutsuzluğum artıyor. Erkekliğimden utanıyorum böyle şeyler gördükçe. Çünkü halledemiyoruz bu meseleyi. Çocuklarımıza, kadınlarımıza, genç kızlarımıza sahip çıkamıyoruz. Oysa beni annem böyle yetiştirmedi. Benim iki oğlum var; biri 27, biri 32 yaşında. Konuşmaya başladıkları ilk günden itibaren öğrettiğim ilk şey şudur; asla ama asla kabalık yapmayacaksınız kız arkadaşınıza, sevgilinize, eşinize, kimseye! Ama bazı annelerin yanından bazı adamlar çıktı ve beni erkekliğimden utanır hale getirdi. Düzelelim lütfen. Kızlarımıza, Narin’lerimize sahip çıkalım...” Şahane bir konuşma. Evet aileler de sorumlu bu vahşetten/şiddetten. Eğitim aileden başlamalı ama bu hastalıklı toplum yapısında biraz geç kalmışız gibi geliyor bana da. Yani yazın beni de o ‘umutsuz olanlar’ listesine.
Tutarmış! ‘Kırık Plak’ oyununu izleyince anlıyorsunuz. Eski dönemlerde nasıl sözler yazılırmış, nasıl hisli şarkılar yapılırmış; birileri şöyle bi’ üzerinden geçip de hatırlatınca çıkıyor fotoğrafı ortaya. Eski zamanlar nasıl da naifmiş, şimdilerde ne çok şey değişmiş. Ve bütün bunlar şarkılara nasıl da yansımış, çoğumuz farkında değilmişiz.
İşte ‘Kırık Plak’ böyle bir oyun. Bu kederli komediye hayat veren de Serhat Kılıç’ın ta kendisi. Kılıç’ın oyunculuğunun üzerine müzik bilgisini ve yeteneğini ekleyerek yaptığı müthiş sahne şovlarının hayranıyım. Şarkı söylemekle karışık, ‘değerli olanı hatırlatma’ diyebiliriz sahnede yaptığı şeye. Üstelik o kadar iyi yapıyor ki bu işi, o kadar tatlı tatlı iğnesini dokunduruyor ki; mest olmamak elde değil. Şimdi ‘Kırık Plak’ oyunuyla, o sahne şovlarında seslendirdiği şarkıların derinine iniyor bir nevi. Hikaye ise şöyle: Yetenekli ve popüler bir aktör; günümüzün televizyon ve sinema dünyasında sancılar çekiyor, kesinlikle uyumlanamıyor, kendini bir yere koyamıyor. Evine haciz geliyor ve deyim yerindeyse var olmanın dayanılmaz ağırlığını iliklerine kadar hissettiği bir dönem yaşıyor. Gerçekle hayal arasında annesiyle konuşmaya başlıyor. Sektörü, sektörde alınan kararları kıyasıya eleştirirken de birebir kendini yansıtıyor bana kalırsa. Evet bu düpedüz Serhat Kılıç’ın gerçek düşünceleri! Zira gerçek isimlerden, gerçek olaylardan bahsediyor büyük oranda. Serhat Kılıç hayal kırıklıklarından dem vururken şarkı sözlerini de arkasına alıyor. Eskiden şarkı sözleri ne naifti, ne kibardı değil mi? Çünkü zamanın ruhu öyleydi. Bugünkü şarkı sözlerini irdeleyince, her şey nasıl da değişmiş anlıyorsun. Bugünün ruhu bencillik mesela! Kişisel gelişimciler sayesinde herkes kendini biricik zannediyor tamam da; biricik olunca her şey bizim sanıyoruz, her şeye hakkımızın olduğunu sanıyoruz. Öyle şeyler kodluyorlar ki beynimize, bunlar şarkı sözlerine bile yansıyor. “Bu kız beni görmeli, bana kazak örmeli, yalnız beni sevmeli..” Denge iyice bozuluyor zamanla, kadın gelip diyor ki “Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe, sırf sana benziyor diye usulca sokulup merhaba dedim...” Doz giderek artıyor, “Çok üzgünüm istemeden seni dün gece aldattım, çünkü sana bağlanmaktan kaçtım...” Oysa ki eskiden ilişki bittiğinde adam “Yeter ki gel bana, senede bir gün...” demekle yetinmiş. Böyle bir doyum, böyle bir duruş. Şahane tespitler, şahane eleştiriler. Özetle diyor ki bu oyun; bana Spotify listeni söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. Özlem Esmergül yazmış, Serhat Kılıç yönetmiş. Tek perde. 80 dakika. Su gibi akıp gidiyor.
Ne bu; şarkı mı yaptın sen?
Bütün yıl en çok dinlenen şarkıların açıklandığı zaman geldi çattı. Spotify hem dünyada, hem Türkiye’de, hem de kişisel listelerimizde 2024’te en çok neler dinlenmiş yayınlamaya başladı. Ve sıkı durun; 2024’te en çok dinlenen şarkı ‘Cıstak’ olmuş Türkiye’de! Herkes şaşkın çünkü pek çok kişi duymamış bile şarkıyı benim gibi. Belki benim kuşak bilmiyordur, olabilir tabii. Ben de, şarkıcı Aydilge’nin isyan dolu videosundan sonra girip baktım açıkçası. Era7capone, Batuflex, Narco’nun ortak çalışmasıymış şarkı. Sözler şöyle: “Tanıştım Bebek’te, adı Natasha, Dedim ‘uzatma bebek, yat aşa’ Aldım marka bakmıyo’m faturasına. Adı Katarina, verdim tam arasına, Kapladım vücut tatoo, sigarayı puff’ladım sağa sola, Hadi cıstak, cıstak, cıstak, manitalar ıslak ıslak, ıslak, uff..” Bu nedir şimdi? Şarkı mıdır? Aydilge de çektiği videoda diyor ki; “Müzik ruhun gıdasıdır ama bazen gıda zehirlenmesi de olur. Kadın bedeninin aşağılandığı, paranın, markanın, bir şeyler tüttürmenin fiyakalı gösterildiği bu şarkılar çok dinleniyor. Kabul edelim ki bu, kültürümüzün bir parçası oldu. Gittikçe materyalistleşen ve kadını ‘seks aparatı’ gibi gören bir yanımız var. Bu şarkıların alıcısı ne kadar çok olsa da, bizler bunun kadına yönelik ayrımcılık olduğunu anlatmaya ve eleştirme hakkımızı kullanmaya devam edeceğiz.” Çok güzel demiş, aynı fikirdeyim. Toplum neyse, şarkılar da onu özetliyor. Serhat Kılıç’ın ‘Kırık Plak’ oyununda 80 dakika anlattığı şey tam da bu! O yüzden n’olur ama n’olur izleyin bu oyunu. Bir şarkı, bir oyunu ancak bu kadar güzel özetleyebilir çünkü!
Başkası adına utanmak!
Köklü dil kurumları, her yıl sonunda yılın en çok kullanılan kelimelerini belirliyor biliyorsunuz... İngiliz Oxford Sözlüğü en ciddiye alınan kurumlardan biri ve 2024 yılının kelimesi olarak ‘beyin çürümesi’ yani ‘Brain Rot’u seçmiş. Son derece yerinde bence; bravo, alkışlar. Sosyal medyada aşırı miktarda düşük kaliteli içerik tüketme sonucunda yaşanan ‘zihinsel ve entelektüel gerilemeyi’ tanımlamak için kullanılan bu kelime, ne yazık ki hepimizle ilişkili. Çünkü hepimizin beyni çürümek üzere! Gün içinde maruz kaldığımız içerikler gerçekten inanılmaz... Eskiden ilgilendiğin, merak ettiğin kişileri takip ediyordun, şimdi takip etmediğin herkes karşında! Tüm saçmalıkları izlemek zorunda kaldığın bir algoritması var malum sosyal medya mecralarının.
Daha geçen gün önüme düşen videolara bakıp şunu düşündüm: Neden herkes sosyal medyada oyunculuk yapıyor? Neden herkes aşırı komik olduğunu düşünerek ve buna inanarak içerik üretiyor? Bu özgüven nereden geliyor? İnsanlar bu kadar gereksiz bilgi verecek vakti nasıl buluyor? Gerçekten hayret verici ama izledikçe gözüne far tutulmuş tavşan gibi kalakalıyorsun ve oradan asla çıkamıyorsun. Farkında mısınız; kimse kitap okumaz oldu, derin içeriklerle ilgilenmez oldu, telefonuna bakmadan sohbet etmez oldu. Çocuklar için tehlike daha büyük. Şu anda ilgilendikleri içeriklerle beyinleri çürüyen çocuklar, ileride nasıl bir zihne sahip olacak dersiniz? Zaten Oxford Üniversitesi profesörleri; bu kelimenin Z kuşağı ve Alfa kuşağı sayesinde popülerleştiğini belirtiyor.
Ayrıca Z kuşağının en küçük üyeleri tarihteki en izole nesil olma riskiyle karşı karşıya. İngiltere’de yapılan bir ankete göre; ekran bağımlısı olan bu yaş grubu, hep yalnız ve endişeli. Özetle, çocukların beyinleri çürümeden önlem almak şart. Fransa’da aileler, TikTok’a karşı hukuk mücadelesi başlattı mesela. Gerekçeleri net; platformun algoritması çocuklara zarar veriyor ve intihara özendiriyor. Başka ülkeler de, sosyal medya platformları ile ilgili düzenleme yapma kararı alıyor. Peki bizde durum ne? Tespitler tamam, tartışma var var ama henüz karar yok. Bu tek bir bakanlıkla çözülecek mevzu değil zaten, topyekun bir seferberlik şart. En önemlisi de kendimize dönmeli; sınırlar koymalı ve başka şeylerle beslenmeliyiz. Yoksa bu çürümüşlüğün içine iyice batacağız.
BU ‘SATILAN’ ŞEY TUHAF DEĞİL Mİ?
Çürümüşlükten konu açılmışken... Televizyondaki bazı içerikler de geldiğimiz noktayı net gösteriyor. Geçen gün kanallar arası dolaşırken “Evin hiç gösterişli değil” diyen bir kadına denk geldim. Gelinleri yarıştıran bir programdı ve yeni evli kadınların çeyizlerini ve evlerini yarıştırırken birbirlerine söylediklerine şok oldum. “Bu sadeliği sana hiç yakıştıramadım” diyen de oldu, “Çeyizin hiç gösterişli değil, çok azmış” diyen de. Elbette bütün bunlar bir kurgudur, elbette bilerek yapılıyordur ama insanlara ‘satılan’ şey tuhaf değil mi? Evinde ya da çeyizinde az eşyası olanı böyle küçümsemek nerede görülmüş? Bizim kültürümüzde bunlar söz konusu bile edilmez. Kaldı ki o programda herkesin her şeyi var, sadece kimse başkasında olanı beğenmiyor. Bu da insanlara içerik diye satılıyor! Allah gerçekten herkese akıl fikir versin. Çürümek dediğin tam da böyle bir şey işte.
BASİT Mİ, SEKSİ Mİ SİZCE?
Arka arkaya ödül törenleri yapılıyor bu ara... Ve kadınlar, ah o güzelim kadınlarımız şıklık yarışında ipi en önde göğüslemek için abarttıkça abartıyor. İşin kötüsü şık da olmuyorlar, basit görünüyorlar. Zira seksapel ile teşhircilik arasında çok ince bir çizgi var. Ve vücudu bu kadar teşhir etmek, o seksapeli de devreden çıkarıyor, hatta öldürüyor. Bu, benim fikrim tabii. Herkesin dişilik anlayışı kendine, o ayrı. Şimdi bakın şu üstteki karelere... Şık mı bu kıyafetler? Bir delik açılınca elbisede, oluyor mu yani? Herkes elbiseyi bir yerinden deliyor ve adına tasarım diyor nedense! Bana kalırsa giyenler de çok bayılmıyor bu saçma kıyafetlere ama günlerce haber oluyorlar ya o halleriyle, işlerine geliyor. ‘Keşke böyle haber olmasak’ diyen de yok maalesef.
“THY charter seferlerine başlayacak... Bu güzel eseri muhakkak bitireceğiz” diyor Turgut Özal 1991 yılında yaptığı bir konuşmada. Bu videonun devamında şu sözler yer alıyor: “Bir güzel hayalimiz vardı... Gerçeğe dönüşmesi için yıllarca emek verdiğimiz... Büyük hasretle beklediğimiz... 6 kıtayı buluşturduğumuz... Dev bir hayaldi, sonunda gerçek oldu. Artık Sidney’e uçuyoruz...”
Dünyanın en ünlü simgelerinden biri olan Sidney Opera Binası, bir UNESCO Dünya Mirası alanı ve ışıltılı limanın cazibe merkezi.
Türk Hava Yolları Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Bolat, önceki gün böyle bir videoyla duyurdu THY’nin İstanbul-Sidney seferlerine başlamasını. Evet, 33 yıllık hayaldi, sonunda gerçek oldu. Dünyanın en çok ülkesine uçan havayolu şirketi Türk Hava Yolları, en uzun uçuş rotası olan Sidney’e uçuşlarını 28 Kasım 2024 itibarıyla başlattı. Küresel uçuş ağını 6 kıtada 351 destinasyona ulaştırarak önemli bir başarıya imza atan THY’nin İstanbul-Sidney arasında gerçekleştirmeye başladığı seferler, haftada 4 gün Kuala Lumpur aktarmalı olarak gerçekleştirilecek. Sadece yolcu taşımayı değil, Türkiye’nin potansiyelini dünyaya daha çok tanıtmayı da misyon edinen THY; bu yeni rota ile Türkiye ve Avustralya arasındaki bağları güçlendirmeyi, turizm, ticaret ve kültürel alanlarda büyümeyi de hedefliyor. İlk İstanbul-Sidney seferine ekibiyle birlikte katılan Türk Hava Yolları Genel Müdürü Bilal Ekşi, “Türk Hava Yolları tarihindeki en uzun uçuş rotası olan bu sefer ile ağımıza, ikinci Avustralya şehrini (martta Melbourne başladı) eklemekten mutluluk duyuyoruz” diyerek şu detayı verdi: “Yakın gelecekte seyahati kesintisiz gerçekleştirebilecek menzilde uçakları filomuza dahil ederek, Avustralya’dan İstanbul’a direkt uçuş gerçekleştirmeyi de dört gözle bekliyoruz.” Bu arada Sidney Havalimanı’nda ilk uçuş sebebiyle renkli görüntüler de yaşandı. Havalimanı personeli dışında gurbetçi vatandaşlarımızın da coşkuyla katıldığı karşılamanın ardından Sidney Havalimanı CEO’su Scott Charlton da şöyle konuştu: “Türk Hava Yolları’nı Sidney’de ağırlamaktan gurur duyuyoruz. Bu yeni hizmet, Avrupa ve ötesine daha fazla seçenek ve bağlantı sunuyor. Türk Hava Yolları pazara ek rekabet getirdi.”
Haftada 4 gün uçuş ve şimdilik 999 dolar!
* İstanbul-Sidney uçuşları haftada dört gün yapılacak. Uçak önce Malezya’da Kuala Lumpur Havalimanı’na inecek, burada yakıt ikmali yapılacak ve uçuş ekibi değişecek. Bir saatlik bekleme sonrasında aynı uçak Sidney için havalanacak. Bu uçuşlar İstanbul’dan pazartesi, çarşamba, perşembe ve cumartesi günleri yapılacak. Malezya, Kuala Lumpur üzerinden yapılan bu uçuşlar için trafik hakkı vermiyor. Yani Kuala Lumpur’dan yolcu almak ya da indirmek mümkün olmayacak. Ama bekleme süresinde yolcular terminale geçip alışveriş yapabilecek.
* Türk Hava Yolları’nın Sidney çıkışlı ve İstanbul varışlı uçuşlarının açılışa özel lansman fiyatı; ekonomi sınıfı bilet için 1489 AUD (Avustralya Doları) İstanbul çıkışlı Sidney varışlı seferler ise yine ekonomi sınıfı için 999 USD. Bu fiyatlar, 31 Aralık 2024 tarihine kadar alınacak biletler için geçerli. 31 Aralık’a kadar alınan biletlerin son seyahat tarihi ise 20 Haziran 2025.
Çağın en büyük sorunu zayıflamak. Herkesin en büyük derdi. Kilo vermek, sağlıklı olmak elbette iyi bir şey ama doğru yollarla olacaksa! Kimse boğazını tutamıyor, kimse spor yapmak ve yorulmak istemiyor ama zayıf olmak istiyor.
Nasıl olacak bu peki? Zayıflama iğneleriyle elbette! Şeker hastalarının kullandığı malum iğnelerden bahsediyoruz, evet. Yeni moda bu. Doktora danışmadan alıp kullanan o kadar çok ki... Hatta Türkiye’de çok pahalı olduğu için yurtdışından getirenler var. Daha geçen gün, bu iğnelerden kullanan bir tanıdıkla sohbet ettim. 30 kiloya yakın kilo gitmişti adamdan, üstelik yurt dışından çok uygun fiyata alıyordu iğneleri, ben de gaza geldim haliyle... Detayları sordum, uzmanların açıklamalarını okudum ve sonuç: Vazgeçtim. Korktum çünkü. İlerleyen yıllarda bana nasıl bir zarar vereceği belli değil. Uzmanlar bas bas bağırıyor; “kontrolsüz kullandığınızda pankreas zarar görüyor, hatta mide felcine neden oluyor!” Ayrıca, verilen kilolar hızla geri alınıyor. Gel de bile bile kullan şimdi... Ama kullanan çok işte! Hatta bu iğneleri kullanan ama “Diyetisyene gidiyorum” diyenler bile var! Ayda 12 kiloyu diyetisyenle vermek ne demek yahu, öyle kolay mı o işler? Yersen işte! Neyse bütün bu girizgahı neden yaptığım belli... Demet Akalın da bu zayıflama iğnelerinden kullanıyormuş ve ölümden dönmüş. Açıklama yaptı; “Bu iğne aslında obezler için kullanılan bir şeker ilacı. Ben en düşük dozda kullandım ama kusmaya başladım, halsizlik yaşadım. Zehirlendim sandım ama ilacın yan etkileriymiş. Aman dikkat! Yoğun bakımlık olan, hafıza kaybı yaşayanlar varmış. Kimseye tavsiye etmiyorum...” Demet Akalın’ın bu açıklamayı yapması önemli; bir nevi kamu spotu da diyebiliriz. Duyanlar belki silkelenir ve kendine gelir. Birkaç ay zayıf kalmak uğruna, sağlığından olmaya değer mi? Tutacaksın boğazını, diyet ve spora yükleneceksin. Hiçbir güzellik eziyet çekmeden olmuyor sonuçta. Bütün bu olanları okudukça geldiğim nokta budur. Sağlığımdan olamam, kimse kusura bakmasın, beni seven de şişman sevsin ayrıca.
Sayın yogi başka yer mi yok?!
Mardin’in Savur ilçesindeki 1700 yıllık Süryani kilisesinde 20 kişilik bir grup yoga yapmış. Matları sermişler yere, sunak önünde başlamışlar yoga yapmaya, sonra da sosyal medyada paylaşmışlar. Tabii ortalık ayağa kalkmış; ‘ibadethanede bu ne?’ diye. E haklı bir tepki bence de. Hürriyet’ten sevgili Fulya Soybaş da işin peşine düşmüş, iznin kiliseye bakmakla görevli kişiden alındığını öğrenmiş; vakıf yöneticilerinin haberi yokmuş. Gelen kişiler “meditasyon yapacağız” demiş, köydeki görevli de ‘meditasyondan kasıt ne’, tam anlayamadığı için dua edecekler sanıp buyur etmiş. Geçen yıl da Eda Taşpınar bir otelin içindeki tarihi mescitte moda çekimi yapmıştı, o da tartışma çıkarmıştı hatırlarsanız. Kimsenin amacı saygısızlık değil, çok eminim. Olan biten ruhani bir ortam arayışındandır ya da ibadethanelerde nasıl davranılacağı bilinmiyor olabilir... Ama bazı şeyler neden zorlanıyor bu memlekette hiç anlamıyorum. Başka yer mi kalmadı sahiden?
Kabalık kol gezerken bu nasıl bir nezaket!
Sanat sanat için midir, insan için midir? Yıllardır bu sorunun cevabı kişiye göre değişiyor ama olay bende net artık: Bugünlerde sanat, sadece konuşulmak içindir! Bakın şu bantla duvara yapıştırılmış meşhur muza…
2019’dan beri bu muzu konuşuyoruz yahu! İtalyan sanatçı Maurizio Cattelan’ın ‘Komedyen’ adını verdiği ve duvara bantlanmış bir muzdan oluşan eseri, ilk kez Art Basel Miami’de sergilenmiş ve 120 bin dolara alıcı bulmuştu. Tartışması da günlerce sürmüştü. Ünlü müzayedeevi Sotheby’s eserin üç kopyasından birini yeniden satışa çıkardı geçenlerde. Evet, yeni muzları alıp duvara yapıştırdılar ve kopyası olmuş oldu! Asıl hikaye bu da değil... Asıl hikaye, 1-1.5 milyon dolara alıcı bulması beklenen eserin, kripto para girişimcisi Çinli Justin Sun tarafından 6.2 milyon dolara satın alınması! Üstelik bu kriptocu Sun, orijinallik sertifikasında eser sahibinin muzu çürümesi halinde değiştirebileceği ibaresi bulunduğu için ve ‘hem sanat tarihindeki hem de popüler kültürdeki yerini onurlandırmanın’ bir yolu olarak muzu yemeyi planladığını söyledi. Miami’deki sergide de, muz duvardan sökülerek yenilmişti hatırlarsanız. Yani parası olan, muzu bu fiyata yemek istiyorsa kime ne tabii. Neyse... Sonuçta “Bu bir sanat eseri midir?” tartışmasına neden olan eser, aynı soruyu yeniden tartışmaya açmış durumda. Bir sanat eserini yiyip yerine yenisini koyuyorsan, onun sanat değeri nerede değil mi ama? Bırak, duvarda çürüsün! O çürümüş hali daha anlamlı bir eser olabilirdi pekala.
Yoksa kripto para reklamı mı?
İşin şaka faslı bir kenara... Sanatçı Cattelan, 2021’de Art Newspaper’a verdiği röportajda bunun ‘bir şaka olmadığını’ söyledi ve viral olan eseri “Değer verdiğimiz şeylerin bir yansıması” olarak adlandırdı. Yani aslında sanatçı, sanat piyasasını eleştirmek için bu eseri tasarlamıştı. Son müzayedenin ardından basın açıklaması yapan Sun ise, bunun yalnızca bir sanat eseri değil; sanat, kripto para ve mizah dünyası arasında köprü kuran ‘kültürel bir olgu’ olduğunu belirtti. Benim olaydan anladığımı söyleyeyim size: Bizde “Ben böyle sanatın içine tükürürüm” diyenler var... Medeni toplumlarda ise “Ben böyle sanatı yerim” diyenler! Olayın özeti budur, yiyenlere afiyet olsun. Bir de not: Bir süre sonra bu son alıcı “Kripto para reklamı yaptım” diye ortaya çıkmazsa, ben de bir muz alıp duvara bantla yapıştıracağım ve her gün onu izleyeceğim, size söz veriyorum.
Sakiler, Kenan şarkıları söylüyor
“Sevgili seyircimiz, Birazdan bu oturduğunuz yer numarasında, varsayımsal bir trende, Drakula’nın şatosuna doğru yola çıkacaksınız. 1973 yılının son günü... Bu büyük vagonun ön sıralarında bir yerde, bir adam haykırarak hikayeyi başlatacak...”
* * *
Broşürde yer alan bu yazıdaki gibi başlıyor oyun... Seyirci koltuklarının en önünde oturan oyuncunun haykırması ile. Zaten, zaman zaman seyircilerin arasında devam eden, sahnenin dışına taşan bir oyun var. Biz de trenin yolcuları gibi hissediyoruz haliyle. Evet, Bram Stoker’ın 1897 tarihli kült romanı ‘Dracula’daki bazı karakterlerden ilhamla Okan Bayülgen tarafından yazılan/ yönetilen ‘Drakula’yı işte böyle tatlı bir heyecanla izlemeye başlıyorsunuz. Sahne dışında başlayan oyun, sahneye taşındığında, bu kez müthiş kostümler ve sahne düzeni sayesinde o soğuk şatonun içinde hissediyorsunuz kendinizi. Hikayeye gelirsek... Kitaptan tanıdığımız kahramanlar bir trenle, kontun şatosuna doğru gitmektedir. Amaçları da, daha önce öldürdükleri Drakula’yı diriltmek ve ölümsüzlüğün sırrını çalmaktır. Ama ne görsünler; Kont Drakula yaşıyor! Bayülgen’in ‘Drakula’ olarak karşımıza çıktığı oyunda, vampir avcısı ‘Van Helsing’ rolünü ise Hayko Cepkin oynuyor. Öte yandan Drakula bugüne kadar bize anlatılanlardan farklı; 500 yıllık ömründe gördüklerinden sonra ölmeyi isteyen, sanat koleksiyoneri yaşlı bir adama dönüşmüştür. Üstelik insanların yaptığından utanır bir haldedir. Ve Bayülgen, bu Drakula metnini yazarken ‘ölümü, ölümsüzlüğü, var olmanın dayanılmaz ağırlığını ve sanatı’ yeniden tartışmaya açıyor. Mesela Drakula, ünlü ressam Caravaggio’ya ve onun eserlerine saplantılı bir hayranlık duyuyor. Ünlü İtalyan ressam Artemisia Gentileschi de direnen, cesur bir kadın olarak; Caravaggio’ya ne olduğunun izini sürüyor. Zombileşmiş bir topluma eleştiriyi de unutmayalım.
* * *
Seyirciye şöyle sesleniyor Kont Drakula: “Sen sevgili seyircim, biliyorum aklında bazı sorular var. Sana doğruyu söyleyeceğim; Drakula ölmedi. Bu gördüğün kabusların sorumlusu o değil. Asıl tehlike zombiler. Peki ya vampirler? Gün ışıdıktan sonra uyuyup geceleri karşına çıkan bu tipler aramızdan birileri de olabilir. Bazı sanatçılar mesela... Kafaya takılacak bir şey değil yani.” Hadi alın, bu cümleyi nereye koyarsanız koyun şimdi!
Oyun sonrası söyleşi de var!
‘Drakula’ oyunu başlamadan önce bir anons yapılıyor: “Oyun bittikten 10 dakika sonra oyuncular sahnede olacak ve söyleşi yapacak, isteyen seyircilerimiz kalabilir...” Nitekim oyun bitince, selama çıkan Okan Bayülgen de “10 dakika sonra buradayız” hatırlatması yapıyor. Zira sahnedeki pek çok konuşma, dekor, ayrıntı birer metafor. Seyircinin neyi ne kadar bildiği ya da anladığı da muamma! İşte Bayülgen, oyun sonrası başlattığı söyleşilerle bu soruna bir çözüm getirmek, özetle anlaşılmak istiyor... İki saatlik oyundan ve o yorgunluktan sonra kalıp seyirciyle konuşmak, sohbet etmek herkesin yapacağı iş değil. Seyirciye değer vermek, onların merak ettiklerini cevaplamak, söyleşmek... Bence müthiş bir çaba ve gerçekten alkışı hak ediyor.