Şirin Sever

02 Mart 2025, Pazar 07:00

Siyasetin yeni dili kabalık ve küstahlık mı?

ABD Başkanı Donald Trump siyaset dünyasındaki ezberleri bozmaya yemin etmiş belli ki... Geçenlerde yapay zekayla hazırlanmış bir video yardımıyla, Gazze için kurduğu hayalleri gösterdi dünyaya mesela. O neydi öyle ya? Miami’den çok Dubai’ye benzeyen bir sahil şeridi, deniz, kum, güneş, eğlence gani gani. Gökten paralar yağıyor, altından heykeli parlıyor. Bir tarafta Netanyahu ile güneşleniyor, diğer tarafta Elon Musk humus yiyor falan... Özetle ‘yepyeni bir hayat, yepyeni bir gelecek’ diyor. Peki çekilen onca ölüm, onca acı ne olacak? Koca Amerika Birleşik Devletleri’nin başındaki adama bak; ne vicdan, ne utanma, ne empati var. Dünya narsist bir adamın oyun alanı olmuş, en acısı da bu.

Z kuşağının bir üyesi gibi davranan Başkan Trump’ın yaptıkları bununla da bitmedi... Trump ve ekibi önceki gün de, ülkesindeki değerli madenlerle ilgili anlaşma yapmak için Beyaz Saray’a gelen Ukrayna lideri Volodimir Zelenski’yi azarlayarak yolladı. Öyle bir üslup ki, izlerken utanıyorsunuz! Siyaset dediğin diplomasi yapmak değil mi? Rakibinden nefret bile etsen, nezaketi elden bırakmamak, ağır dille eleştirsen de ayarını kaçırmamak... Adamı çocuk gibi azarladılar resmen! Bir makamı temsil etmek, devlet ahlakı bu mu, böyle mi olmalı? Bugüne kadar böyle bir siyaset dili hiç görmemiştik ama yeni dünya düzeninde böyle olacak demek ki! Narsist adamların elinde dünya nereye gidiyor gerçekten merak ediyorum, net söyleyeyim.

Ferhan Şensoy belgeseli geliyor

Hafta başında Ses Tiyatrosu’na uğradım... Usta tiyatrocu Ferhan Şensoy’un kurduğu bu şahane tiyatroda; hayatının anlatıldığı bir belgeselin çekimlerinin başladığını öğrendik. ENKA Sanat’ın yapım sponsoru olduğu projeyi, daha önce Metin Akpınar belgeseline de imza atan Zeynep Miraç yazıyor. Yönetmen ise Metin Akpınar, Genco Erkal belgesellerini çeken Selçuk Metin. Usta sanatçının doğum gününde gerçekleşen buluşmada hem Ferhan Şensoy’u andık, eski videolarını izledik hem de belgesele dair bilgiler aldık. Ben usta sanatçıyla röportaj yapabilen şanslı gazetecilerdenim... 2004 yılında oynadığı ‘Şans Kapıyı Kırınca’ filmi için buluşmuştuk; Küba’da çekilen film için tiyatroya kısa bir ara verdiği dönemde. Onun hep ayrı yeri, ağırlığı vardı tiyatro dünyasında. Dümbüllü’den Münir Özkul’a, Özkul’dan Şensoy’a geçmiş bir kavuk var ortada neticede, kolay değil. Ömrünü yazmaya ve tiyatroya adamış bir isimdi. Üstelik politik mizahı hakkıyla yapan ender isimlerdendi. Zeynep’in dediği gibi; “Hepimizin entelektüel birikiminde çok izi ve katkısı var...” Belgeselde onun bilmediğimiz yönlerini ailesinden ve Ortaoyuncular ekibinden dinlerken, kendisinden sonraki kuşaklarda nasıl iz bıraktığını da göreceğiz. Dolayısıyla Eylül ayında izleyicilerle buluşacak belgeseli merakla bekliyorum.

‘Alaçatı Ot Festivali’ zamanı

27 Şubat 2025, Perşembe 07:00

Haluk Bilginer’in, Jolie’yi bile sollayan performansı!

Operanın en büyük divası sayılan Maria Callas’ın son dönem hayatını anlatan ‘Maria’ filmi nihayet vizyona girdi. Nihayet diyorum çünkü Haluk Bilginer faktörü bu filmi Türkiye için çok daha anlamlı/merak edilesi hale getirmişti.

Angelina Jolie ve Haluk Bilginer ismi yan yana; az şey mi! Bence kaçırılmazdı. O yüzden koşa koşa gidip izledim hafta sonu. Ama bu detay izleyicide pek karşılık bulmamış belli ki.. Zira, gösterime girdiği hafta sonunda ‘Maria’yı Türkiye’de sadece 38 bin 162 kişi izledi. Gösterime girdiği 41 ülkede de izleyicilerden yeterince ilgi görmedi. Filmi ana dallarda aday listesine almayan Oscar jürisinin bir bildiği varmış demek! Belki de, dünyanın en ünlü opera sanatçısının izleyicide bir karşılığı yok. Artık o kısmı bilemiyorum, uzmanlar buyursun tartışsın kendi arasında. Filme gelirsek, yönetmen Pablo Larrain imzalı ‘Maria’ oldukça melankolik. Bir zamanlar salonları dolduran Callas’ın sesini kaybettiği, ilaçlara bağımlı olduğu, Paris’teki evinde iki uşağıyla yapayalnız yaşadığı günler... Callas’ın halüsinasyonları ve eski günleri düşünmesiyle birlikte biz de o günlere gidiyoruz ara ara. Alkışları, ilgiyi, anılarda kalan o şaşaalı hayatını özlüyor ‘Maria’. En çok da büyük aşkı Aristotle Onassis’i! Ben bu aşkın detaylarını bilmiyordum; filmi izlerken gördüğümse şu oldu: Güçlü ve narsist bir adamın elinde mahvolan bir kadın daha! Uğruna şarkı söylemeyi bile bıraktığı adamın aşkıyla yorulan, tükenen bir diva. Pek çok yıldızın hayatında olduğu gibi. Anne travmaları desen o da var. Zor bir hayat yaşamış. İlmek ilmek inşa ettiği kariyerini, operayı uğruna bıraktığı adam ise onu terk edip Jacqueline Kennedy ile evleniyor. ‘Maria’ da bunu gazetelerden öğreniyor. Düşünsenize, ne büyük acı. Bir gazetecinin eve gelip onunla röportaj yaptığını hayal ederken “Seninle neden evlenmedi?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Çünkü beni yönetemeyeceğini biliyordu...” Bu gerçek miydi yoksa halüsinasyon esnasında konuştuğu gazeteciye söylediği bu şeye mi inanmıştı bilmiyorum ama sonuçta denklem hep aynı. Bir adam giriyor hayatınıza ve sizi siz olmaktan çıkarıyor! Bu noktada Haluk Bilginer’in muhteşem oyunculuğu ve mükemmel İngilizcesi ile filmde resmen şov yaptığını söylemem gerek. Büyük bir gurur ve keyif onu izlemek. Angelina Jolie’yi sollamış bile diyebilirim, öyle bir seyir zevki. Özetle; ağır akan ve hüzünlü bir kadın hikayesi ‘Maria’. Ama ben sevdim, etkilendim bu hikayeden. Hem opera, hem film; ikisi bir arada ama daha da önemlisi verdiği hayat dersi.

‘Sosyal çürümeye katkı’ ödülü mü versek acaba?

Günlerdir herkes Icardi’nin belalısı Wanda Nara’yı konuşuyor. Konuşulmayacak gibi de değil... Önce bir futbolcu eşi olduğu için, sonra da o futbolcu eşi aldattığı için ve bunu sosyal medyada herkesin gözünün önünde yaptığı için meşhur olan bu kadın, Türkiye’de ‘Yılın Kadını’ seçildi! Şaka dersin ama değil. Çürümüşlüğün arşa çıktığı bu güzide ülkemizde; yediği naneler yüzünden çok konuşuldu diye bir kadın ‘yılın kadını’ seçildi maalesef. Neden diye sormuyoruz çünkü mesele belli: “O çok konuşuldu, bizi de konuşsun herkes” demiş birileri. Madem bu kadar önemli, onları da konuşalım elbette. 17. Best of Europe Awards töreninde verilmiş bu ödül. Töreni organize eden de Tuğçe Sarıkaya isimli biri. Soranlara, bu seçimin yapay zeka yardımıyla yapıldığını söylemiş. Kendisini alkışlıyorum ve tebrik ediyorum... Türkiye’de başarılı, çalışan, üreten, kendi ayakları üzerinde durmayı başaran, zorlanan ama pes etmeyen, yaptıklarıyla örnek gösterilmeyi hak eden onca kadın dururken böyle bir kadını yılın kadını seçtikleri için. Gerçekten tebrikler! Sizi de ‘sosyal çürümeye yaptığınız önemli katkılar için’ mi yılın kadını seçsek acaba? Hatırlayın... Geçtiğimiz yıllarda ‘Yılın Annesi’ ödülü verilen Yeşim Salkım sahneye çıkıp bu ödülü reddetmiş ve ödülünü bir şehit annesine takdim etmişti... Ne şahane hareketti ama! ‘Ne hayatlar, ne kadınlar var bu ülkede’ diyerek ödül vermek bu kadar mı zor ya?

Zenginlerin bebek sınavı...

23 Şubat 2025, Pazar 07:00

Karlı haftanın özeti

Son yılların en soğuk şubat aylarından birini yaşadık, lapa lapa yağan karı gördük, çocuklar gibi mutlu olduk, kartopu oynadık ama bitti. Hafta başından itibaren sıcaklıklar yükseliyor. Evinin dışında çalışanlar, trafikte kalanlar için zordu şu birkaç gün farkındayım...

Yollar felç oldu yine. Otomobilinde kış lastiği olmayan herkes yollardaydı maalesef. Hem yolda kaldılar, hem de milleti yolundan ettiler. En çok üzüldüğüm de laf dinleyip metroyu tercih edenlerdi! Metrodaki o izdiham neydi öyle? Hani diyor ya birileri, ‘Bir tek İstanbul’da mı yağıyor bu kar?’ diye... Hayır ama İstanbul’da yağınca hayat duruyor. Bilmem anlatabildim mi? Aksiliklere rağmen karın tadını çıkaranlar boldu tabii. Ekstrem sporlarla ilgilenen, sörf ustası Kaan Beğeç’in takım elbisesi ve elinde kahve fincanıyla Boğaz’da elektrikli sörf yapması efsaneydi bence. Çağırsa giderdim, o derece özendim. İbrahim Kutluay da Bebek’te kar yağarken denize girdi ama ona hiç özenmedim, izlerken üşüdüm resmen. İnşallah hasta olmaz! Hangi şehirdeydi unuttum, bir okul müdürünün anonsu ise içimi ısıttı resmen. Çocuklar dersteyken “Çok güzel kar yağıyor, sizi kartopu oynamaya çıkarayım mı?” diye megafondan soruyor ve çocukların çığlığıyla dünya birkaç dakikalığına güzelleşiyor. Çocuğa eğlenmesi için fırsat tanımak da eğitimde şart! Peki çocuklar yokuştan kayıyor diye polisi arayan mahalleliye ne demeli? Muhtemelen bir kaza olmasın diye polis arandı ama sonuçta polis de, naylon poşetlere yatıp mahalledeki çocuklarla yokuştan kaymaya başladı. Polisin yerinde müdahalesi diyebilir miyiz buna? (Gerçi Amerika’danmış bu görüntü. Olsun hayali bile güzeldi.) Erzincan’da okulları tatil etmeyen valiye kartopu atan öğrencilere ise çok güldüm. Neyse ki başlarına iş gelmemiş, vali de oyuna girmiş bir şekilde. Tatliş valiye helal olsun. Bir de Burak Özçivit ve Fahriye Evcen çiftine güldüm... Evlerinin bahçesinde kayak kıyafetleriyle poz vermeleri nerden baksan komik! Yahu insanın her şeyi mi sahte olur, abartı olur? Ama mahallede kayak takımlarıyla yokuş aşağı kaysalar yadırgamazdım, hakkını vermiş olurlardı. Yapan oldu çünkü; İstanbul’da bir kız, kayağıyla mahalledeki yokuşta kayak yaptı, o anları da Instagram’dan paylaştı. Güzel hareketti bence. Hepsini gülümseyerek izledim... Kar böyle iyi geldi işte, yumuşadık sanki biraz. Ha, bir de barajlara yaradı bu yağışlar. En azından faydasını da görmüş olduk.

 

Oscar’ın Türk yıldızı

2 Mart’taki Oscar gecesinde Türk filmleri yarışmıyor maalesef. Belki şöhretli bir Türk de katılmayacak ama onlar yerine bir Türk markası after party’de boy gösterecek. Oscar sonrasındaki partinin geleneksel şefi, Türkiye’deki Spago restoranın da şefi olan Wolfang Puck. Ve ünlü şefin hazırladığı yemekler, bir kez daha Türk markası Karaca tabaklarla servis edilecek. Bir kez daha diyorum çünkü geçen sene de aynı davette Karaca markası kullanılmıştı. Bu parti için tam 10 bin parça ürünün Los Angeles’a gideceğini söyleyen Karaca CEO’su Fatih Karaca, Karaca Red Carpet Collection serisinin, daha sonra Puck’ın farklı restoranlarında kullanılacağının da altını çizdi. Bir Türk markası adına gurur verici değil mi?

 

Kindness, cuteness paylaşımlar!

20 Şubat 2025, Perşembe 07:00

Yaş terörüne en iyi cevabı ‘Bridget Jones’ veriyor

Yeni bir dizi vesilesiyle ‘Merve Dizdar’dan üniversite öğrencisi olur mu?’ sorusu sık sık karşımıza çıkıyor bu ara... Malum diziyi izlemedim henüz, dolayısıyla izleyici yaş terörü mü yaratıyor yoksa gerçek anlamda bir inandırıcılık sorunu mu var bilemiyorum. Ama yaş ayrımcılığının bolca yapıldığı şu acımasız dünyada, birileri de elini taşın altına sokuyor ve ‘hoop bi’ dakika, yaş ne alaka, kadınlar yaş alınca hayatları bitmez’ diyerek o bakış açılarına çomak sokuyor bir güzel. Çok da iyi yapıyorlar bence, ezberleri bozmak iyidir. İyidir iyi olmasına ama sinema dünyası bu konuyu hep aynı yerden ele alıyor nedense...

Yaşlı kadın-genç erkek ilişkisi üzerinden bu algıyı kırmaya çalışıyorlar. Neden bir kadın, yaşıtıyla yeni bir aşka yelken açmasın ki? Ama sinema dünyası bunu tercih etmiyor işte. Bu anlamda, son zamanlarda izlediğim iki filmle konuya dalacağım: ‘Baby Girl’ filminde Nicole Kidman, genç stajyeriyle tabuları kırıyordu ama film vasat olunca, anlam kaymıştı maalesef. Taze vizyona yeni giren ‘Bridget Jones: Onun İçin Çıldırıyor’ ise söylenmesi gereken her şeyi çok güzel söylüyor bence. Evet, gözbebeğimiz ‘Bridget Jones’ dördüncü filmle geri döndü. Renee Zellweger’in hayat verdiği ‘Bridget Jones’ bu kez 47 yaşında, iki çocuklu bir dul. Kocasını kaybetmiş, 4 yıl boyunca onun yasını tutmuş, kendini unutmuş bir halde. Çevresinde akıl vereni bol ama! ‘Kendini çocuklarına ada’ diyenlerle ‘kendini sakın unutma’ diyenler birbiriyle yarışıyor. O da istiyor birini ama cesareti yok. Her zamanki dağınık ve sarsak haliyle fırsatı da yok! Ya kocasının anısına saygısızlık olursa, onu da bilemiyor. Sonra 28 yaşında bir genç giriyor hayatına. İyi de geliyor ama sonunda emeklilikte yaşa takılanlar gibi, iş gelip yaşa takılıyor. Adam korkuyor kaçıyor, Bridget’i de bir anlamda kendine getiriyor. Zaten kadının ilerleyen yaşında mutlu olması için ille de genç erkeğe ihtiyacı yok ki! Tam da bu noktada, “iyi de yaşlı adamların da yaşıtı kadınlara baktığı yok” derseniz, ona da diyecek lafım yok bu arada! Sadede gelirsek... Vizyonda ilk filmin yanından bile geçmeyen, vasat bir ‘Bridget Jones’ var ama kadınların orta yaş kaoslarıyla ve sorunlarıyla çok güzel yüzleştiriyor seyirciyi. Bizi eksiklerimizle, memnun olmadığımız yanlarımızla, yaşımızla, kilomuzla barıştırıyor bir nevi. Diyor ki, “Hayatın farklı döngüleri var, şimdi sıra bunda, bunu yaşayacaksın ve tadını da çıkaracaksın. Yas tutmak, yaş almak belki çok hüzünlü ama güzel tarafları da var...” Biz kadınları bir üst level’a hazırlıyor sanki.

Biz bu kadını neden sevmiştik?

Sahi, neden sevmiştik biz bu ‘Bridget Jones’u? Vizyonda serinin yeni filmi varken, hatırlayalım... Kadın yazar Helen Fielding’in kaleminden çıkan bu kahramanla 2000’lerin başında tanıştık. Bütün dünyada ‘Bridget Jones’ fırtınası esmiş, kitabın filmi de çekilmiş ve çok izlenmişti. Bu kadını çok sevmiştik çünkü o da bizim gibiydi... Kilosuna takmış, asla zayıflayamayan bir kadındı. Hayatıyla ilgili kararlar alan, bunları günlüğüne yazan ama asla onları hayata geçiremeyen biriydi. Bizim gibi kişisel gelişim kitapları okuyor ama iş uygulamaya gelince tam zavallıydı. En bombası da, 30 yaşını geçmiş kızları hâlâ koca bulamadığı için panik olan anne ve babası vardı. Tıpkı bizim gibi! Ukala evlilerin küçümseyici davranışları nedeniyle düzgün bir koca arıyordu. En başta da düzgün bir sevgili. Uzatmaya gerek yok, kendini beceriksiz, yetersiz, ümitsiz ve mutsuz hisseden her kadın kendini ‘Bridget Jones’ta bulmuştu. Renee Zellweger’in oynadığı filmin ikincisi de çekilmiş; komik, sakar, elini attığı her şeyi felakete dönüştüren ‘Bridget Jones’ iki erkek arasında kalmış, bu savaştan yorulmuş, sonra yine yalnız kalmıştı... Sonra üçüncüsü çekildi, tam bir hayal kırıklığıydı film ama hep sempatik ve eğlenceliydi. Şimdi de ‘50 yaşına yaklaşmış işi bitmiş’ diyenlere inat, mutlu olmayı öğrenen bir ‘Bridget’ var vizyonda. Kadınların 40’tan sonra da, hatta anne olduktan sonra da çok güzel ve tutkulu bir ilişki yaşayabileceğini anlatıyor seyirciye. Bizi kendimizle barıştırıyor deyim yerindeyse. Ben de ‘eski bir dosta bakmaya’ gider gibi gittim, izledim; iyi geldi. Belki size de iyi gelir.

Filmi rüzgara bırakmışlar!

16 Şubat 2025, Pazar 07:00

‘Uzak Şehir’ neden efsane?

Alya Albora, ölen eşinin vasiyetini yerine getirmek için cenazesi ve beş yaşındaki oğluyla, Kanada’dan Mardin’deki Albora topraklarına gelir. Ancak bu gelişin bir dönüşü ve Albora’dan çıkışı yoktur.

Çocuğu ‘Albora Ailesi’nin geleceğidir, gitmesine izin verilmez. Alya dönmek istiyorsa; ya çocuğunu bırakıp dönecek ya da (dul bir kadın olarak konakta kalamayacağı için) kocasının kardeşi Cihan’la evlenecektir. Alya da, Cihan da buna direnir ancak ölen kocanın vasiyeti de bu yöndedir. Kanada’da yetişmiş, eğitimli ve modern doktor Alya, her yolu denese de aileyi ikna edemez. Anneliği önceliklidir, oğlu için evlenmeye razı olur. Sonrası malum... İlk başta nefret ettiği Cihan’a karşı duyguları değişir ve istese de gidemez.

* * *

İlk başta konu ne kadar klasik, ne kadar sıradan değil mi? Oysa neyi nasıl anlattığın o kadar büyük fark yaratıyor ki, diziyi izlerken bunu bir kez daha anladım. Evet Türkiye’nin yarısı gibi ben de ‘Uzak Şehir’ izliyorum. Bir aşiret dizisi ve ben! Olacak şey değildi ama fanı oldum dizinin. Neden mi? Birincisi; başrollerde Ozan Akbaba ve Sinem Ünsal oynuyor. Ozan Akbaba’yı ‘Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ dizisinden beri takip ediyorum. Oyunculuk enerjisi çok başka, tek kelimeyle keyif veriyor. Sinem Ünsal’ı da bir dizide yan roldeyken izlemişliğim var, o kadar. Bu kadar güzel ve yetenekli olduğunu hiç bilmiyordum. “Bu kız bu kadar zamandır nasıl abartılmamış?” deyip duruyorum izledikçe. Sadede gelirsem; iki başrol oyuncusu birbirine çok yakışıyor. Bir dizide iki başrol, uyumlu değilse; o iş izlenmiyor. Seyir keyfi yaratmıyor. Ama bu ikili müthiş. İkincisi; sıradan bir aşiret dizisi değil bu! Ozan Akbaba’nın bir röportajında dediği gibi; “Hikayeyi ‘ölen abisinin kardeşiyle evlenen aşiret reisi’ diye anlatırsan herkese itici gelir.” Tam tersine, bu dizide töreye direnen insanların hikayesi var. Kendisine dayatılan şeylere karşı çıkan, çocuğunu her şeyin önüne koyan güçlü bir anneyle, çocuklarını bile bile mutsuzluğa mahkum eden başka bir annenin savaşı, anneliğin sorgulanması var.. Kendi hayatından vazgeçip kendini ailesine adayan insanların hikayesi var... Kaderinden kaçamayan, ailesini seçemeyen insanlar ve her bir sahnesinden ders alabileceğin bir hikaye var. En önemlisi de, gerçek hayatta rastlanmayacak kadar güzel bir aşk hikayesi var. O kadar naif, o kadar güzel anlatılıyor ki bu aşk; birbirine dokunmadan, sadece bakışlarla ve vücut diliyle bunu gösterebilmek gerçekten yetenek ister...

Cihan ve Alya aşkı başlasın artık!

Dediğim gibi öyle bir aşk hikayesi ki ‘Uzak Şehir’deki... Hem Alya ve Cihan birbirine baktığında alevler, ateşler çıkıyor, hem de dibine kadar masum ve naifler. Yaşamamaları gereken bir sevginin altında eziliyorlar, kıvranıyorlar çünkü. Böyle anlatınca, ağlak/dram dolu bir aşiret dizisi sanılıyor ama değil! Dizinin öyle tatlı mizahı var ki, anlatılmaz izlenir ancak. Oradaki o duygusal yoğunluğu dengelemek adına, seyirciyi baymamak adına, öyle güzel diyaloglar ekliyorlar ki, öyle matraklıklar yapıyorlar ki, hikaye daha da derinleşiyor. Seyirci bu aşkın her anından öyle keyif alıyor ki, her bölüm sonrası sosyal medya yorumlarla coşuyor. “Artık aşk başlasın” diyen seyirci iyice sabırsızlaşıyor. Açıkçası ben böyle sevilen bir dizi çifti daha görmedim! Bu anlamda senaryoyu yazan Gülizar Irmak’ı da, inceliklerle dolu kalemi için tebrik etmek lazım. Müthiş bir iş çıkarıyor. Duyar kasmak yok, ucuz romantizm yok, teşhircilik yok. Her şeyden önce bu dizide aptal kadın yok! Hepsi akıllı, ayakları yere sağlam basan kadınlar. Tam tersine koca ağayı kendine asker eden, peşinde koşturan bir kadın karakter seyirciyi mest ediyor. Her bölüm reytinglerde birinci oluyor, rekor kırıyor. Fragmanı bile 4 milyondan fazla izleniyor, şaka gibi değil mi? Özetle; iyi oyunculuk, iyi hikaye, uyum ve samimiyet varsa, o iş oluyor. Cast ekibine de büyük tebrikler... Dizinin yan karakterleri de birbirinden iyi. Cihan Ağa’nın kardeşleri, sağ kolları, hepsi çok iyi. Hele annesi Sadakat yok mu? Bak, Gonca Cilasun’un oynadığı karakterden nefret edersin ama dizi tarihinin en kötü annesi seçersin, o kadar iyi! Müthiş bir ekip başarısıdır bu; tebrik ediyorum ve her pazartesiyi iple çekiyorum.

13 Şubat 2025, Perşembe 07:00

14 Şubat için herkese sabır ve kolaylık dilerim

Mulum gün geldi çattı… Yarın 14 Şubat Sevgililer Günü. Yani büyük gün. En azından beklentisi olanlar, sevgilisi olanlar için böyle. Bugünü kutlasa bile memnun edemeyenler, kutlamasa dayak yiyenler, kırmızılar, kalpler, ayıcıklarla abartanlar, gereksiz yere bugüne anlam yükleyenler, gelen hediyeyi beğenmeyenler, ‘sevgililer günümü kutlamadın’ diye kapris yapanlar, ‘bunu mu aldın bana’ diye ayarı kaçıranlar, Instagram’da göstermek için hediye verenler/alanlar… Ha bir de bu günü protesto edenler, ‘tüketim günü’ diyerek reddedenler, gülüp geçenler, yapmacık bulanlar var. Bunlardan hangisi olursanız olun; bugün kolay geçmeyecek! O yüzden tüm okuyucularıma bu günü kolay atlatmaları için sabır ve kolaylık diliyorum. Şimdiden geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. Umarım herkes hasar almadan atlatır bu günü! Zor çünkü. Bakın, bu günün simgesi sayılan kırmızı güllerin tanesi 250 liradan satılmaya başlanmış. Hadi deyince herkes alabilir mi? İstese bile kutlayabilir mi? Öte yandan bir de tavsiyem var… Eğer Sevgililer Günü gibi yapmacık, tüketime yönelik, sahte bir günü kutlamadınız diye size kapris yapan varsa, tez elden hayatınızdan çıkarın onu! Yılın 364 günü size ilgi alaka gösteriyor mu, sırtınızı sıvazlıyor mu, sarıp sarmalıyor mu, hiç sebepsiz bir demet çiçekle ya da bir sözle gülümsetiyor mu, gözü hep gözünüzde, eli hep elinizde mi, siz asıl ona bakın. Asıl kıymetli olan budur. Gerisi de fasa fiso. Saçma bir gün yüzünden kimseyi üzmeyin, kalbini de kırmayın.

Sizin ilişkiniz belli mi?

Bir de ilişki durumu belirsiz olanlar var; asıl onlar ne yapacak 14 Şubat’ta? Sevgili olanların kutlamaya hakkı var mesela... Yani dümdüz sevgili misin ve bundan emin misin? Allah korusun, ya ‘situationship’teysen? Yani belirsiz, geleceği meçhul bir ilişki içindeysen? Peki ‘ghosting’ yaşadıysan? Yani olgunlaşmamış beyniyle hiçbir gerekçe belirtmeden iletişimi kestiyse partnerin? Sevgililer Günü’nde çıkıp gelir mi dersin? Ya ‘gaslighting’e uğradığın bir ilişkin varsa? Yani kişi kendi çıkarları için manipülatif bir şekilde yanıltıyorsa, aldatıyorsa seni? 14 Şubat’ı kutlayıp seni yine manipüle ederse? Valla acı ama gerçek, bunlar var maalesef. İlişki dediğin şey artık çok zor, herkes ve her şey çok acayip. O yüzden diyorum işte, çok da ş’etmeyin bence.

Papa bile olsan, yok birbirimizden farkımız!

Dünya sinemasının kalbinin attığı Oscar gecesinden (9 Mart) önce, aday filmleri izleme turundayım... Önceki gün Konsey (Conclave) filmini izledim. ‘En İyi Film’ de dahil tam 8 dalda Oscar’a aday. Görevdeki Papa’nın ölümü üzerine Vatikan’da acil toplantıya çağrılan kardinallerin yeni Papa’yı seçme sürecini anlatan bir film ve oldukça ağır. Ancak bu, filmin kötü olduğu anlamına gelmiyor. Müthiş etkileyici bir atmosfer, mükemmel sahneler, kusursuz renkler... Şiir gibi film desem abartmış olmam. O yüzden mutlaka sinemada izlenilmesi gereken bir film bu. Dünyanın her yerinden gelen kardinaller kendilerini dünyadan tecrit ederek Sistine Şapeli’ne kapanacak ve yeni Papa’yı seçecek. Seçimin adil ve huzurlu şekilde yönetilmesi için de Kardinal Thomas Lawrence görevlendirilmiş, ki onu ‘En İyi Erkek Oyuncu’ dalında Oscar’a aday olan Ralph Fiennes canlandırıyor. Kendisi Tanrı’ya değil ama kiliseye inancını yitirmiş, sistemi sorgulayan, adil ve dürüst bir yönetici. Adaylar arasında ise yok yok! Kadına ve eşcinsellere ılıman yaklaşan reformist bir aday, Homofobik, ırkçı görüşlere sahip bir başka aday, İlk siyah papa olma potansiyeline sahip aday, Rüşvet dağıtarak oy satın alan başka bir aday... Süreci en adil şekilde sürdürmeyi amaçlayanları ‘hırslı olmakla’ suçlayanlar, birbirinin altını oyanlar, suçunu inkar edenler derken aslında bu seçimin de politik bir seçimden hiçbir farkı olmadığını izliyorsun. Adayların ‘günah’ları da bir bir ortaya çıkıyor zaten. Filmin güzelliği şu; bizi bilmediğimiz bir ortama sokması, kapalı kapılar arkasında olanları göstermesi ama bu kadar uhrevi ortamda bile insanın değişmediğini söylemesi. Tanrı’nın birinci elden temsilcileri bile olsan, ayak oyunları, entrikalar, hırslar bitmiyor insanoğlunda. Papa olmaya kalksan bile! Filmden çıktığımda ise aklımda tek şey vardı: Jude Law’un oynadığı ‘The Young Pope’ dizisini tekrar izlemek. Beni kendime ancak o getirir!

09 Şubat 2025, Pazar 07:00

Biz size ne yaptık?

‘Barda’ filmini izlemiş miydiniz? Gece yarısı bir bara giren 5 kişinin, içeridekileri rehin alıp uzun süre işkence ve istismar etmesini konu ediyordu. Kendi hayatlarında gerçekleştiremedikleri her şeyin intikamını hiç tanımadıkları bu gençlerden çıkarmak isteyen bir grup psikopatın hikayesi de diyebiliriz. 2007’de vizyona giren, Serdar Akar’ın yazıp yönettiği bu kült film, 1997’de Ankara’da yaşanmış gerçek bir olaydan esinlenilerek çekilmişti. Kadrosunda Nejat İşler, Serdar Orçin, Erdal Beşikçioğlu gibi ünlü isimler vardı.

Türk sinema tarihinin en kanlı, en sadist filmiydi. Ee, sinema dediğin her zaman komik ve eğlenceli olmak zorunda değil. Böyle sarsıcı, sağlam yıkıcı da olabilir. Olmalı da! Sebepsiz şiddet, suç, ceza gibi kavramları sorgulayan film, epey eleştirilmişti. Zira filmin, şiddeti yermeye çalışırken yeni bir şiddet yarattığını ileri sürenler oldu. Ki, haklı bir eleştiriydi. Bir başka eleştiri de; sadece itilmişlik, aşağılanmışlık, hor görülme nedeniyle şiddetin baş gösterdiği teziydi. Şiddet nasıl ve neden çıkıyordu peki? Bu da düşünülesi bir soru elbette. Sonra filmin ikincisi çekildi geçen yıl: ‘Barda 2’. Onu izleyemedim ama aynı eleştiriler o filme de yöneltildi. Gelelim bugüne... ‘Barda’ filmi bu kez tiyatro sahnesine uyarlandı. Serdar Akar’ın açtığı barın kapısından tekrar giriyoruz anlayacağınız. Her şeyi yapmaya hakkı olduğunu düşünen madde bağımlısı 5 psikopat ile karşılarındaki “Biz size ne yaptık?” sorusunu soran suçsuz bir grup genç eşliğinde aynı ikileme sürükleniyoruz yeniden: “Sen şiddetin neresindesin, şiddet senin nerende?” İyi ve kötünün birbiriyle karmaşık ilişkisini sorgulayan oyunu Serhat Yiğit yazdı, Işıl Kasapoğlu yönetti. Tardu Flordun’un çete liderini oynadığı oyunda, Deniz Çakır da çetenin kadın üyesi. Yeni soru da şu: Sahnelerin bu şiddete ihtiyacı var mıydı?

Herkesin içinde kötülük var mı?

‘Barda’ yıllar önce film olarak karşımıza çıktığında nasıl eleştirildiyse, yine öyle eleştirilecek, orası net. Gerekçeler de belli: Şiddeti eleştiriyor mu yoksa şiddet mi yaratıyor? “Hepimizin içinde kötülük var” derken ne demek istiyor? O zaman neden ‘iyi’ler içindeki şiddeti durdurabiliyor, engelliyor? Bunlar sorulmaya değer, önemli sorular. Oyunun yönetmeni Işıl Kasapoğlu diyor ki; “İnsan ne iyidir ne kötüdür; yok öyle tek bir şey. Önümüze çıkan fırsatlar ve engeller bizi belirliyor. ‘Kötü yetiştiler, kötüler’ diye bir şey yok. En iyi yetişen insan da bir anda katil olabilir...” Oyunu izledikten sonra, merak ettim; başrol oyuncularının oyuna dair Milliyet Sanat’a yaptıkları açıklamaları okudum hemen... 10 yıl aradan sonra bu oyunla sahneye dönen Tardu Flordun diyor ki, “Bana göre bu oyunu izleyen seyirci, kendi içindeki potansiyel şiddeti, toplumun şu andaki durumuyla karşılaştırarak sorgulayacaktır mutlaka...” Deniz Çakır’ın rolü daha da ilginç. Şiddet yanlısı bir kadın çünkü. Kadın ve şiddeti yan yana getiremeyenlere, yakıştırmayanlara şunu söylüyor: “Şiddet çok cinsiyetsiz bir duygu. Bir şeyi sağ-sol ya da kadın-erkek diye ayıramazsınız, bütün duygular herkes için. Madem eşitlikten yanayız, şiddet de cinsiyet ayırmadan verilmeli. Herkes kendini şiddet hikayesinde bulabilir çünkü!” Elbette izleyenler sorular soracak, herkes de kendine göre bir cevap bulacak ama önemli olan şu: Şiddetin ve suçun bu kadar arttığı, adaletin ısrarla inşa edil(e)mediği bu toplumda, bu önemli konuyu gündemde tutmak, farklı bakış açılarıyla tartışmak da önemli değil mi? “Ben şiddet falan görmek istemem” demeyin, bu oyunu izleyin. Konfor alanınızdan çıkın, rahatsız olun ki, farkında olun.

Modacılar sıkılıyor galiba!

06 Şubat 2025, Perşembe 07:00

Canavar nedir, kime denir?

Evet bugünkü dersimizin konusu bu! Türkiye’nin unutulmazları arasına giren bir cinayet ve sonrasında yaşananlar nedeniyle bu konuya giriş yapmış bulunuyoruz maalesef.

Olay, Pınar Gültekin cinayeti! Öyle şeyler oluyor ki, yazmadan duramazdım. 16 Temmuz 2020’de Muğla Akyaka’daki evinden çıktıktan sonra ortadan kayboldu üniversite öğrencisi Pınar. Cesedi 21 Temmuz’da kırsal bir alanda bulundu. Yakılmış, bir varilin içine konulmuş, üzerine beton dökülmüş şekilde. Sevgilisi Cemal Metin Avcı önce inkar etti cinayeti işlediğini, sonra da itiraf. Evli olan bu canavar, ‘yasak ilişki yaşadıklarını, eşine söylemekle tehdit edildiğini, kavga ederken öldürdüğünü’ söyledi. Neyse ki ‘tasarlayarak ve canavarca hisle kasten öldürme’ suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Böylece herkes derin nefes aldı, katil bu kez yırtamadı diye sevindi. Ancak önceki gün Yargıtay 1. Ceza Dairesi bu kararı bozdu. Enteresan ama Avcı’nın ‘tasarlayarak ve canavarca hisle öldürme’ suçundan değil ‘niteliksiz kasten öldürme’ suçundan ‘haksız tahrik’ uygulanarak yargılanmasını istedi. Herkes şok! Bir cesedi yakmak, varilin içine koymak, sonra üstüne beton dökmek canavarlık değilse, ne canavarlıktır acaba, merak ettik. ‘Haksız tahrik’ falan demişler, oralara hiç girmeyelim bence... Zira hiçbir tahrik insana bunu yaptıramaz, yaptırırsa zaten cezası en üst seviyedir. Bu kararı veren hukukçular lütfen anlatsın, normali bu değilse, nedir? Allah’tan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı karara itiraz etti ve ‘canavarca hisle öldürme’ suçunda ısrarcı oldu. Şimdi bu karar neden, nasıl alınmış, bu hukukçuların ‘canavarlık’tan anladıkları ve hafifletici buldukları tam olarak nedir kamuoyuna açıklamalarını talep ediyorum ben bir vatandaş olarak. Böyle bir kararı verebilenlerin, adaleti sağlıyor olmaları acıklı değil midir? Üst makamların bunu sorgulaması gerekmez mi? Zira canavarlığı bu kadar ‘hafife alan’ hukukçuların olması, hepimiz için bir tehlike olabilir gibi geliyor bana. Arz ederim.

Derdiniz ne sizin dostum?

Hep söylerim; Teşhircilikle seksapellik arasında ince bir çizgi var. Çizgiyi ufacık dahi aştığında; basit, tatsız, teşhirci bir görüntü yaratmış olursun. Hoş, bazıları bunu bilerek yapıyor; konuşulmak için! Grammy ödül törenine sevgilisi Kanye West eşliğinde, tamamen çıplak gelen Bianca Censori de onlardan. Resmen doz aşımı! Dünya çapında yankı uyandıran bu kıyafet çok tepki gördü, zira yanındaki sevgilisinin onu yönlendirdiği, bunu kullanıyor olma ihtimali var. Kadın mı istiyor bunu, adam mı; belli değil. Üstelik bu adam dünyanın en zenginlerinden biri ve insan haliyle ‘dertleri ne acaba’ diye merak ediyor. İnsan, fazla parası olunca deliriyor mu acaba?

‘Müzik: Fahir Atakoğlu’