Amerika’nın en eski sözlük yayıncısı Merriam Webster bu yılın kelimesini Gaslighting olarak açıkladı. Sözlük 2003 yılından beri yılın kelimesini seçiyor, seçerken de iki basit kriter kullanıyor. Birincisi o yıl hangi kelimenin en çok arandığı, ikincisi o kelimenin önceki yıla göre arama artışı. İşte bu kriterlerle 2022’nin kelimesi Gaslighting olmuş. Kelime 2022’de önceki yıla göre %1740 artışla aranmış. Hem de aranmasını etkileyecek önemli bir olay olmamasına karşın.
Peki nedir gaslighting? Bir manipülasyon, gerçeği çarpıtmak, olmayan bir şey üzerinden karşısındakini etkilemeye çalışmak. Bilinçli olarak kişinin gerçeklik algısını bozmak, kafa karışıklığı yaratarak güven ve benlik saygısını yitirmesine yol açmak, bir çeşit psikolojik şiddet türü.
Kelimenin kökeni İngiltere’de sahnelenen 1938 tarihli bir oyunun adından geliyor. Gas Light. (Gaz Lambası) Patrick Hamilton’ın yazdığı bu oyun 1940’da İngiltere’de, 1944’de Amerika’da filme çekilmiş. 1944 Amerikan yapımı filmde Ingrid Bergman oynamış, hatta bu filmle ilk Oscar’ını kazanmış. Londra’da orta sınıf bir karı kocanın hikayesi üzerinden gaslightingi anlatan filmde Gregory tavan arasından gelen sesler, yeri değişen tablolar gibi evde yaptığı tuhaflıklarla karısı Paula’nın gerçeklik algısını bozmaya çalışıyor. Paula, “Bu gaz lambası her gün biraz daha mı kısılıyor?” diye sorduğunda “Hayır sana öyle geliyor, gaz lambası hep aynı” diyor. Oysa gaz lambasını her gün biraz daha kendi kısıyor. Böylelikle Paula’nın kendinden şüphe etmesini sağlıyor. Bunu yapmaktaki amacı akıl sağlığını yitiren karısının mücevherlerini almak.
Gaslighting, bu filmin etkisiyle 20.yüzyılın ortalarında ilk defa kullanılmaya başlıyor. İlk kullanımında filmdeki gibi bir aldatmacaya işaret eden psikolojik bir şiddet türü olarak kullanılsa da Merriam Webster’in da belirttiği üzere günümüzde kelimenin daha geniş bir çerçevede kullanıldığı görülüyor. Sahte haberler, komplo teorileri, yanlış bilgi, deepfake, troll gibi kavramların hayatımızda olduğu bir dönemde aksi mümkün olamazdı sanırım. Yani kişinin ya da toplumun gerçeklik algısını bozmaya çalışmak, algı yönetimi yaparak insanları olmadık şeylere, sahte bilgilere inandırmak. Bunlar da gaslighting.
Geçmiş 10 yılda en fazla aranan kelimelere bakarsak bu kelimenin neden 2022’nin en fazla aranan kelimesi olduğunu bulabiliriz belki. 2021’de aşı, 2020’de pandemi, 2019’da onlar, 2018’de adalet, 2017’de feminizm, 2016’da gerçek üstü, 2015’te –izm (-izm’le biten 7 kelime en fazla arandığı için), 2014’de kültür, 2013’de bilim yılın kelimeleri seçilmiş. Bu kelimelerin aranmasında tetikleyici olaylar da var. Örneğin 2021 aşının bulunmasıyla aşılanmanın, aşı kampanyalarının, aşı karşıtlığının konuşulduğu bir yıl. 2020 pandeminin başladığı, 2017 Washington DC’de başlayan kadın yürüyüşleri, Mee to hareketi, 2016 Trump’ın başkan seçilmesi, Brüksel, Nice’deki terör olayları, Brexit oylaması. Bütün bu olaylar o yılda aranan kelimelere yansıyor. Merriam Webster, yılın en fazla aranan kelimesini seçerken, o yıl hangi olaylar sonrası kelimenin daha fazla arandığına ilişkin bir değerlendirmeyi de web sitesine ekliyor.
Sözlük yetkilileri şöyle diyor; “1997’de Prenses Diana öldüğünde paparazzi kelimesi çok sayıda arandı. Ve biz o zaman fark ettik ki; eş zamanlı olarak belli bir anda halkın merakını bu aramalarda ölçebiliyoruz. Bunun üzerine birkaç yıl sonra yılın kelimesini açıklamaya başladık.”
Anlaşıldığı üzere her kelime o yılın özeti gibi. Demek oluyor ki gaslighting de bu yılın özeti. O zaman hepimiz kelimeye tekrar bir bakalım. Biz kime ne kadar gasligthing uyguladık? Kimlerden ve nerelerden gasligtinge maruz kaldık?
Amerika’da yerel mahkeme Penguin Random House ile Simon&Schuster’ın birleşmesine izin vermedi. Her iki yayınevi de Amerika’nın 5 büyük yayınevi arasında yer alıyor. HarperCollins, Macmillan, Hachette, Penguin Random House ve Simon&Schuster’dan oluşan bu 5 yayınevi pazarın %90’ını kontrol ediyor. Penguin Random House ve Simon&Schuster’ın önerilen birleşmesi ise pazarın yarısını kontrol edebilecek bir büyüklük yaratıyor, Amerika’daki en büyükler sayısını da dörde düşürüyor. Dava bu nedenle önemli.
İşte bu davada yargıç 2.175 milyar dolarlık birleşmeyi sektördeki rekabeti zayıflatacağı ve yazarların alacağı ücretleri azaltacağı gerekçesi ile reddediyor.
Karardan memnun olmayan Penguin Random House itiraz etmeyi düşünüyor. Tek çatı altında birleşmenin rekabet için iyi olacağını, gerekçenin yanlış varsayımlara dayandığını savunuyor.
Karardan memnun olan yazar Stephen King ise “Önerilen birleşmenin hiçbir zaman okuyucu ve yazardan yana olmadığını, Penguin Random House’un tek derdinin pazar payını arttırmak olduğunu söylüyor. Yani kısaca para diyor mesajında.
Penguin Random House’un sahibi Alman Bertelsmann grubu 1835 yılında bir yayınevi olarak kurulmuş. Hali hazırda dünyanın sayılı medya holdinglerinden biri. 1998 yılında 1927 kuruluşlu Amerikan Random House yayınevini alıyor. 2013 yılında da 1934 kuruluşlu İngiliz Penguin yayınevine ortak oluyor. Random House ve Penguin’in birleşmesi ile de Penguin Random House kuruluyor. Bertelsmann’ın sahibi olduğu Penguin Random House 2020 Kasım’ında 1924 kuruluşlu Amerikan Simon&Schuster’ı satın almak istiyor. Ancak bu birleşme yukarıda da söylendiği üzere gerçekleşmiyor ve 31 Ekim 2022’de görülen dava Penguin Random House aleyhine sonuçlanıyor.
Ne diyelim, okuyucu ve yazar lehine bir karar olmuş.
Prens Harry’nin anı kitabı Spare
Bu arada Penguin Random House, 2023/Ocak ayında Prens Harry’nin kitabını yayınlayacakmış. Kitabın adı Spare. Anı kitabı olan Spare’le ilgili Prens Harry “Kitabı doğduğum prens olarak değil, olduğum adam olarak yazdım” demiş ve devam etmiş. “Hayatımdaki iniş çıkışlar, yaptığım hatalar, bu hatalardan çıkardığım dersler dilerim ki hikayemden şunu gösterebilir;
Geçtiğimiz günlerde çok sevdiğim bir yazarın imza gününe gittim. Fotoğrafımızı oradaki kadınlardan biri çekti. Telefonu geri verirken “Özellikle boydan çekmedim, ayakkabılarınız görünmesin diye” dedi. Ayakkabılarım görünmesin diye mi? Neden ki? Kıyafetimi düşündüm. Siyah mini elbise, elbiseyle aynı boyda mavi bir ceket, altına spor ayakkabı. Spor ayakkabı da imza gününün yapılacağı yere yürürken rahat edeyim diye. Ama belli ki fotoğrafı çeken kişi bu tercihi beğenmemişti, böyle bir kıyafetin altına topuklu ayakkabıyı daha uygun bulmuştu. Gülümseyerek “Hiç sorun değil, görünse de olurdu, zira pandemiden bu yana hep spor ayakkabı giyiyorum ben” dedim. Önemli bir muaşeret kuralını ihlal etmişim gibi onaylamayan, bir o kadar da bu tavrı anlamıyorum diyen bakışlarla baktı.
Evet, bazı kadınların topuklu ayakkabı düşkünlüğü rahatlığından taviz verecek kadar fazla. Bunu ablamdan biliyorum. Ablam her koşulda, her yerde, her zaman topuklu giyer. Evde, ofiste, markette, sokakta, hatta tatilde bile. Çıplak ayaklarının kuma basma özgürlüğünden mahrum eder kendini. Kuma bata çıka giyer topuklu terliklerini. İyi ki denize öyle girmiyor diye düşünürüm. Spor ayakkabıyı sevmediği gibi, babete de tahammül edemez. Ne o öyle çocuk gibi. Kadın dediğin şık olmalı, alımlı olmalı, havalı görünmeli der, topuklu giyeceksin ki kadın olduğunu hissedesin. Güzel görünmektir önceliği, güzel görünmek de babetle spor ayakkabıyla olacak iş değildir, bunu ancak 12 cm bir topuklu yapabilir. Yani anlayacağınız her türlü topuklu ayakkabı efsanesine kollarını açarak koşar.
Kırmızı tabanlı ikonik bir topukluya karşı koymak zor olsa da, rahatlık dediğin şey bazı kadınlar için ne efsane, ne felsefe. Evet topuklu ayakkabı kadında muhteşem duruyor, ya rahatlık? Kaç kadın görüyorum düğünlerde 10 cm topukluları giyip sonradan bir sandalyede acıyla ayakkabılarını çıkarıp dinlenen. Sokakta mazgala giren topuğunu öfkeyle çıkarmaya çalışan. Karşıdan karşıya geçerken yeşil ışığın yandığı araçların sabırsız bekleyişiyle hızlanmaya çalışan. Yağmur yağdığında kayganlaşan kaldırımlarda eve geç kalmış ergen tedirginliğiyle parmak ucuna basa basa yürüyen. Yeni silinmiş ofis koridorlarında kaymadan yürümeye çalışan. Dar merdiven basamaklarını inerken düşmemek için bir çocuk yavaşlığında adımlar atan.
Haliyle bir topuklu için taviz verdiğimiz rahatlığı düşününce markaların feriştahı gelse vız gelir tırs gider diye düşünüyorum. İnsanın rahat edeceği kıyafetin içinde olması daha iyi bir güzellik gibi geliyor bana. Güzel görünmek için rahatlıktan ödün vermeyi anlamam zorlaşıyor. Karnı düz göstersin diye dar pantolonlara sıkışmak, dik dursun diye memeleri balenlere sığdırmak, ince görüneyim diye korseleri bedene kelepçe yapmak. Hiçbiri bedene eziyet etmeyi mantıklı yapmıyor gözümde. Aksine bir kadın bu ızdırabı neden yaşatsın kendine diye soruyorum. Sırf güzel görünsün diye mi? Zorlanmayla gelen güzellik güzel yapıyor mu bir kadını? Bedenin rahat ve akışkan değilse yine de güzel görünüyor musun gerçekten? Efendi hangisi? Doğası rahatlık olan bir beden mi, sana güzellik vadeden korse, balen, sivri topuk mu? Tam da burda Clarissa Estes’in sözü geliyor aklıma. “Sizi tanımıyorum ama atalarınızın dans ettiğine eminim.” Bence dans etmenin zamanı geldi. Ve her an dans edebilecek rahatlıkta olmanın. O zaman rahatlıkla dans etmenin yollarını arayalım di mi?
Doygunuyum mu demeliyim. Hepsi olur, yorgun, doygun. O kadar online eğitime katıldım ki, artık lafını duyunca beziyorum. Sonbaharla birlikte yine çok güzel eğitimler var, çok iyi hocalar, saatler uyuyor, fiyatlar anlaşılır. Hani bakkal amca un var, şeker var, süt var, helva yapsana durumu. Her şey tamam. Ama gel gelelim öğrenci yorgun.
Pandemi sonrası hayatımıza giren en iyi şeylerden biri online eğitimler. Yer değiştirmeden bir bilgisayarla bağlandığın, Avustralya’dan, Kanada’dan, Diyarbakır’dan, Muğla’dan birçok insanla aynı sınıfta buluştuğun, daha önce o çok istediğin hocanın eğitimine katılmak için Londra’ya gitmen gerekirken bir anda hocanın online sınıfında kendini bulduğun, ilgi duyduğun, sevdiğin konuyla seni buluşturan platformlar. Artısı gerçekten çok fazla, fazla da bir süre sonra insan yoruluyor, en azından benim için öyleydi. Etkileşimde olamamak, sınıf arkadaşlarımla tanışamamak, hocamla yan yana gelememek, sürekli ekrana bakıp ders dinlemek bir zaman sonra şevkimi kaçırdı. Arada çocukların kapıyı açıp, dersin ne zaman bitecek, biraz senle kalayım mı, dijital bir platformdan film bulduk beraber izleyelim mi sorularıyla onlarla beraber zaman geçirme isteğim ve özlemim… Yani her şey birbirine karıştı. O yüzden en son bir arkadaşımın hararetle tavsiye ettiği yoga eğitimine katılmaktan son anda vazgeçtim. Zihnimle kendimi ikna etmeye çalışıp, eğitimin son kayıt tarihine kadar bekledim ama ikna olamadım. Anladım ki online eğitimlerden yorulmuşum ben.
Online eğitimler ne denli büyük bir kolaylık olsa da yüz yüze eğitimlerin yeri bambaşka. Sınıf arkadaşlarınla sohbet etmek, öğretmenlerinle yan yana gelebilmek, temas kurabilmek ayrı bir lezzet. İnsan dediğin temas istiyor. Göz göze bakmak, yan yana gelmek istiyor. Bu yüzden bir müddet online eğitimlere dur demeye karar verdim. Bir dur sonra tekrar bakarsın.
Eskilerden tanıdık bir şarkı duydum oturduğumuz yerde. Alaçatı’da bir Ekim akşamına çok güzel eşlik ediyordu. Şarkının adı neydi diye düşünürken arkadaşım “Deli Mavi” dedi. Tabii ya. Dinlerdim bu şarkıyı, severdim de ama sözlerini hiç bu defaki gibi dinlememiştim. Güzel bir şarkıydı benim için o kadar. Bir ayrılığa mı yazılmış, terk edilişe mi ayırdına bile varamadığım, “zamansız eridik, tükendik” demekle “merhaba” demenin aynı kapıya çıktığı zamanlardan kalmaydı.
Arkadaşım aklımdan geçenleri okumuş gibi “Gençken dinlediğimiz şarkıları bu yaşımızın olgunluğuyla tekrar dinlediğimizde daha çok seviyoruz.” dedi.
Evet, tam da buydu gerçekten. Gençken sadece seviyoruz, yaş aldıkça neden sevdiğimizi biliyoruz. Sözlerdeki hikaye, cümledeki anlam yerine oturuyor. Beden göbek bağını tanır gibi tanıyor, duygular yol arkadaşını bulur gibi buluyor. Yaş almak duygulara anlam katıyor, deneyim denen şey öğretiyor ve sonrasında nerede denk gelirsen gel tanıyorsun o hissiyatı. Belki bir film cümlesinde, belki bir şarkı sözünde. Gençken teğet geçtiğin kelimeler, yaş aldıkça uslu bir parmak dokunuşu gibi dokunuyor geçmişine.
Böyle unuttuğum ve rastgele duyup tekrar sevdiğim kaç şarkı var kim bilir.
Eski şarkıları Çağan Irmak çok güzel kullanırdı filmlerinde. Hazine sandığından çıkmış değerli taşlar gibi parlatırdı tekrar. Çok da uyardı bu şarkılar o filmlere. Issız Adam’ın Anlamazdın’ı mesela. Nadide Hayat’ın O Günler’i, Çemberimde Gül Oya’nın Sessiz Gemi’si. Sonradan öğrendiğimiz, şarkıyı söyleyenden sonradan haberdar olduğumuz şarkılardı bunlar. Çağan Irmak’ın bu şarkıları nasıl bulduğunu hep merak ederdim. Belki ilgisi vardı, belki bu işte ustalaşmış kişilerden destek alıyordu. Her ne şekilde yapıyorsa da güzel iş çıkartıyordu.
Deli Mavi’den nereye geldim. Neyse ben bir spotify açayım. Zaten Melis Sökmen yorumuyla Deli Mavi’yi çoktan listeme eklemiştim.
Kitap kafeler
Kitap kafeleri seviyorum. Hele bir de zevkli bir dekorasyonu, açık alanı, aydınlık bir ortamı varsa saatlerce oturabilirim. Hafta sonu bu tanıma uygun bir kitap kafe bulduk. Kah sohbet ettik, kah kitap okuduk, kah gelen geçeni seyrettik. Tabii her kitabevi deneyiminde olduğu gibi yeni kitaplarla döndüm eve. Ne ara okuyacağım bunları diyerek kütüphaneye yerleştirdim. Okunacak o kadar kitap varken yine de almaktan geri duramadım. Neyse ki kızmıyorum bu alışkanlığıma. Hayıflandığım tek şey alma hızımın okuma hızıma yetişememesi o kadar.
Sabah baktım kızımın okul gömleği ütüsüz. “Çıkar da ütüleyelim, böyle gitme” dedim. Sonra çocukluğumdan kalma bir cümle beliriverdi zihnimde.
“Ütüsüz gömlekle adamı nasıl yollamış işe? Ne kadınlar var!” Aynı cümlenin bir de çocuk versiyonu; “Çocukları pespaye pespaye nasıl gönderiyor okula? Temiz, ütülü giydirsene!”
Annemin ve arkadaşlarının ütüden, temizlikten kadını sorumlu tuttukları yıllar. Kafalarındaki ideal kadına uymayanları da kıyasıya eleştirdikleri.
Bugün ise bizde ütüyü eşim yapıyor, çoğu ailede de ütü işinin erkeklerde olduğunu görüyorum. Kadının çalışma hayatına aktif katılımıyla eskinin görev dağılımı değişti haliyle. Erkekler de önceleri ‘kadın işi’ diye görülen işleri üstlenmeye başladılar. Ütü de bunlardan biri. Çoğu erkeğin temizlik değil de ütüyü tercih etmesinde nasıl bir eğilim var bilmiyorum. Belki kulaklıkları takıp podcast dinlemek, youtube’dan video seyretmek gibi aynı anda iki iş yapmaya imkan verdiği içindir. Neyse ki bugünün dünyasında erkeklerin de ev işlerinde sorumluluk alması ve işleri paylaşması güzel.
Masterchef sayesinde ülkemiz kahvaltılıklarına bir kez daha hayran kaldım
Masterchef’te geçtiğimiz haftalarda kahvaltı tarifleri vardı. İki takım da ülkemiz yöresel kahvaltılarından oluşan tariflerle dokunulmazlık yarışı yaptı. Ama nasıl kahvaltılıklar! Beyran çorbası, kaygana, simit, menemen, katmer, Sarıyer böreği, pişi, peynirli poğaça. Hepsini bir arada görünce tekrar hayran kaldım bu çeşitliliğe.
Üstelik bu sadece kahvaltılık menüsü. Bir de bunun tencere yemekleri, fırın yemekleri, kebapları, şerbetleri, hoşafları, çeşit çeşit çorbaları var. Böylesine zengin ve çok kültürlü bir mutfağa sahip olmak gerçekten büyüleyici. Ve elbette iştah verici.
Geçtiğimiz günlerde The Guardian gazetesinde “WhatsApp gruplarından kaçabilir miyiz” başlıklı bir makale vardı.
Kullanıcılardan biri kuzenlerinden oluşan bir aile grubundan 3 defa çıktığını, ancak kuzenleri tarafından tekrar gruba eklendiğini, “Sorun kuzenlerimde değil. Onlar çok tatlı insanlar. Sadece bu gruptan bir değer alamadığım için çıkmak istedim” diyordu.
Amal adında başka bir kullanıcı pandemi döneminde üniversiteden arkadaşlarından oluşan 12 kişilik bir grup kurduğunu, normalleşmeyle beraber herkesin kendi rutinine dönmesiyle grup etkileşiminin azaldığını, ancak gruptan iki kişinin buna uyum sağlayamadığı ve onlarla uzun süredir görüşmemiş olmasına rağmen bir şeyler içmeye gidelim diyerek işyerine gelmeleriyle çok rahatsız olup gruptan çıktığını anlatıyordu.
Başka bir kullanıcı organizasyon amaçlı whatsApp grupları kurup, organizasyon gerçekleştikten sonra “Hoşça kalın” diyerek grubu hemen sildiğini söylüyordu.
Çoğumuzun bu şekilde deneyimleri olmuştur eminim. Bizim de bir akraba grubumuz var. Her gün insanlar birbirine “günaydın, iyi akşamlar” diyor. Arada doğum günleri kutlanıyor, evlenenler tebrik ediliyor. Gruptan çıkmayı her defasında düşünüyorum ama çıkarsam gruptaki aile büyükleri bunu kaba bulup üzülebilirler diye çıkamıyorum. Grubu her zaman sessize alıp, arada bakmakla yetiniyorum.
Okul arkadaşları gruplarında da mütemadiyen bir şeyler yazan, karikatür paylaşan arkadaşlar oluyor. Bu paylaşımlar herkesin kendi yoğunluğundan ya da ilgi çekmediğinden çoğunlukla cevap bulmuyor.
Veli grupları daha farklı. Bu gruplarda çoğunlukla her şeyi geriden takip eden bir anne oluyor. Ya ödev soruyor, ya veli toplantı tarihi geçmiş, veli toplantısı ne zaman diyor. Sırf bu annenin sorularına maruz kalmamak için gruptan çıkmak istiyorsun, ama çıkınca da diğer paylaşımları kaçırmış oluyorsun.
WhatsApp grupları bazen faydalı, bazen gereksiz yazışma kalabalığı. Gereksiz sohbetlerin olduğu gruplardan çıkmak istediğinde kibirli ve kaba bulunabiliyorsun. ‘Herkes grupta işte, bir sen mi rahatsız oluyorsun’ baskısı oluşabiliyor. Gruptan çıktığında ‘gruptan ayrıldı’ mesajı ayan beyan görünüyor, sessiz sedasız gruptan ayrılamıyorsun. Ancak whatsApp kişilerden gelen talepler sonrası kullanıcılara gruptan ayrıldı mesajını artık göstermeyeceğini söylüyor. Bu uygulama sonrası kişiler üzerlerinde bir baskı hissetmeden yer almak istemedikleri gruplardan rahatlıkla ayrılabilirler belki.
Önümüzdeki hafta okullar açılıyor, bazı okullar ise bu hafta açıldı. Bizim okulumuz da dün açılanlardan. Bu yıl okul hazırlıklarını yaparken, oğlumun okul kıyafetlerini çocuğu üst sınıftaki veli arkadaşımdan aldım. O kadar çok şey hazırlamıştı ki; 4 adet okul pantolonu, 2 adet eşofman takımı, 3 adet okul gömleği, 5 adet t-shirt, 1 adet okul montu. İnanamadım! Her velide bu kadar kıyafet varsa, bu inanılmaz bir fazlalık dedim. Bu kadar kıyafet nereye gidiyor, keşke bunun 2.el pazarı olsa. Veliler artık ihtiyaç duymadıkları okul kıyafetini verip, yeni kıyafet alacak olanın da bu kıyafetleri alacağı bir değiş tokuş sistemi kurulsa. Çocuğu 8.sınıfa geçen veli küçülen kıyafetini verse mesela, çocuğu 7.sınıfa geçen başka bir veli de kendi çocuğu için ihtiyaç duyduğu okul kıyafetini buradan alsa. İkinci elde bulamadığı şeyler için mağazaya gitse. 2 okul gömleğini bile bu şekilde ikinci elden alsa bu sistem iş görür.
Küçülen kıyafeti veren veli için de büyük rahatlık bu durum. Çünkü bu kadar kıyafeti ne yapacağım şimdi diye düşünüyorsun. Evet, giysi kumbaraları var ama okul logolu kıyafetler, alanın işine yarar mı sorguluyorsun, verecek uygun bir yer bulunca da ‘oh ihtiyacı olan bir yere verdim, evde de yer açıldı’ diyorsun. Kendimden biliyorum. Her sene küçülenler-yeni alınacaklar diye okul kıyafetlerini tasnif ediyorum. O kadar çok kıyafet çıkıyor ki, ben bile şaşıyorum. Allahtan ikinci ele tavır yapmayan veli bir arkadaşım var da ona veriyorum. O da mesafeli durmuyor ikinci ele, “tabii alırım” diyor. Parası olmadığından mı? Hayır. Sadece kafası farklı çalıştığından. ‘Senin ihtiyacın yoksa, benim ihtiyacım var, gereksiz tüketmeyelim’ bakışından. Bazı arkadaşlarım ise ikinci ele mesafeli. “Biz eşimle prensip olarak kullanılmış kıyafet almayı tercih etmiyoruz çocuğumuza” diyor.
Doğrusu kıyafete anlam yüklemiyorum ben. İkinci el kıyafetin ‘maddi imkanı yok’ diye tercih edilen bir sistem olduğunu düşünmüyorum veya ikinci ele ‘başkasının artığını kullanamam’ bakışıyla bakmıyorum. Hoş alma imkanın da olmayabilir.
İkinci eli desteklemem artık kullanılmayan devasa bir fazlalığı ihtiyaç duyanla buluşturma gayretimden. Çünkü burada gereksiz bir harcama var. Sen almışsın aynı okul kıyafetini, sende var, sonra gidiyorum ben alıyorum bende var, ama seninki atıl. O zaman sendeki atılı ben neden almıyorum? Bunun üzerine kurulmuş bir önerim var. Biz kefenin bir yanını hep almak üzerine dolduruyoruz, tekrar eden devamlı bir tüketme alışkanlığı kefede hep ağır basan taraf oluyor. Her defasında ayrı ayrı ceplerden aynı amaç için para çıkıyor, aynı gömleğin üretimi için fazladan su, elektrik tüketiliyor, ülke kaynağı, dünya kaynağı gereksiz harcanıyor.
Bu yüzden okul kıyafetleri için ikinci el dükkanların olmasını ve bu değiş tokuş sistemini destekleyenlerin artmasını gönülden diliyorum.