Bir zamanlar sonbahar, şehirde yaşayan genç kadınlar için kalp çarpıntısı ve tatlı bir yenilenme ihtiyacı içinde geçen keyifli bir mevsimdi. Sonbahar yazdan çıkan yorgun bedenleri dinlendirir, kırık kalpleri sakin sakin okşardı sanki. Her sonbaharda karar verirdik gelecek yılın muhteşem geçeceğine. En güzel filmler sonbaharda vizyona girer, sokaklarda kestane kokusu duyulmaya başlanırdı.
Ne üşütürdü sonbahar, ne terletirdi.
Ne yaz gibi terden sırılsıklam eder, ne kış gibi kat kat giydirirdi. İş yerlerinde motivasyonu en yüksek sezondu bana göre. Çünkü tatile, denize, kuma, D vitaminine doymuş bedenlerimiz canla başla çalışarak ay sonunu getirirdi.
Sonbahar kara kış gelmeden dışarıda sosyalleşmek için harika günlerdi. Çizme ve trençkot giymek, pazar tezgahlarında enginar, bal kabağı görmek demekti.
Okula gittiğim çağlarda bile yeni defter, kalemler alınacak olması hep benim için sonbaharın güzellikleriydi. Mutlaka okuduğum kitabın arasına kurumuş bir yaprak koyardım.
Doğanın en güzel renkleri cömertçe sonbaharda karışırdı birbirine. Gökyüzünün mavisi, kızaran yapraklar, sararmış otlar, arada hala göz kırpan yeşillerle parklar Monet tablosuna bürünürdü.
Yazın büyük bir aşka tutulmuş olanlar muhtemelen sonbaharda evlilik hayalleri kurarken, kırık kalpler de kendini tamir ederdi. Sanki sonbahar bir zamanların Yalancı Yarim filmi gibiydi. Bütün kadınlar Emel Sayın, bütün erkekler Tarık Akan'dı.
Oysa şimdi?
Şimdi yine sonbahar geldi. Ama renkler neden ortalıkta yok?
WhatsApp gruplarına gelen felaket tellalı mesajlar, dolup taşan hastaneler, ütopik senaryolar, tedavi bekleyen SMA hastası çocuklar, depremin yıktığı evler, astrologların kıtlık geliyor uyarıları, kapıda bekleyen sokağa çıkma yasakları, çalmayan okul zilleri, sokaktaki maskeli insanlardan artık ürkmüyor oluşumuz, ekonomik kaygılar...
Ve bir de artık köşe başında durmayan sokak kestanecimiz.
Bütün bu zorluklar bittiğinde umarım dünya insanlar için çok daha yaşanılır bir yer olur.