Geçen hafta Av. M. Ufuk Tekin ile konkordato konusunu konuşmuştuk. Bu hafta da müsaadenizle aynı konuya devam ediyoruz efendim.
Ufuk Bey bir önceki yazıda, halkın ve piyasaların bakış açısında dair görüşlerinizi öğrendik. Peki konkordato başvurusu yapacak olan firmalara neler tavsiye edersiniz?
Aslında zor durumda olan ve konkordato başvurusu yapması gereken pek çok firma piyasanın ve insanların bu önyargılarından dolayı konkordato yoluna gitmeyip mevcut sıkıntılara göğüs germeye çalışıyor ve bunların çoğu geri istenen krediler, arkası yazılan çekler ve süreç içinde aktiflerinin haczedilmesi sebebiyle iflasa sürükleniyor. Bu sebeple ilk tavsiyem firmaların ekonomik durumlarını ve ekonominin gidişatını soğuk kanlılıkla tahlil edip yakın gelecekte iflasa sürüklenebileceklerine dair kaygı duyuyorlarsa konkordatoya başvurmayı şimdiden düşünmeleri, bunu araştırmaları ve hazırlıklara başlamaları olur. Çünkü konkordato süreci hassas ve sancılı bir süreç. Bu süreci mümkün olan en az stresle atlatmak için doğru bir ön hazırlık çalışması yapılması lazım. Maalesef aslında kurtulabilecek durumda olan birçok firma konkordato başvurusunu alelacele ve hatalı bir şekilde yaptığı için konkordato talepleri ya hemen başlangıçta ya da geçici mühlet kararından kısa süre sonra reddediliyor ve iflaslarına karar veriliyor. O yüzden bu iş için makul bir hazırlık süreci gerektiğini hesaba katarak önceden bu ihtiyacı tespit edip ona göre iyi bir hazırlık yapmaları lazım. Bunun için de mutlaka bu konuya vakıf bir avukat, mali müşavir ve finansçıyla çalışmalılar.
Konkordato sürecini doğru yürütmek de en az bunun kadar önemli bir konu. Konkordato kararı almış olan firma öncelikle çalışanlarına ve sonra da alacaklılara ve müşterilerine karşı şeffaf olmalı, bu süreç hakkında onları bilgilendirmeli, personelini de gerekirse eğitmelidir. Ayrıca konkordato komiserleriyle ve mahkemeyle doğru bir ilişki kurmalı, bunun bir ekip işi olduğunu unutmamalı, onlara karşı her zaman dürüst olmalıdır.
Neticede konkordato iyi niyetli olan, bilinçli, soğuk kanlı ve planlı hareket eden bir borçlu için yasanın sağladığı bir olanaktır. Bu olanak doğru kullanıldığında borçlu firma hem iflastan kurtulmuş ve hem de borçlarını ödeyerek yoluna temiz bir şekilde devam etmiş olur. Aksi halde yani konkordato nedir ne değildir bunu çok iyi bilmeyen, iyi bir ekibi olmayan, soğuk kanlılığını yitiren, süreci bilinçli bir şekilde ilerletemeyen her firma da iflasa mahkumdur.
Son olarak size göre konkordatoya dair mevzuat yeterli mi yoksa yapılması gereken başkaca düzenlemeler var mı?
Hayatın sonsuz olasılıkları karşısında hiçbir mevzuat hiçbir iş için kesinlikle yeterlidir denemez. Konkordato mevzuatımız da aynen bu şekilde. Her ne kadar mevzuatımızda konkordato kurumu öteden beri var ise de bugün konuştuğumuz haliyle konkordato kurumunun yasal geçmişi çok yeni. Sürekli de yeni düzenlemeler yapılıp kurumun yasal çerçevesi netleştirilmeye çalışılıyor.
Konkordato söz konusu olduğunda mevzuattan çok uygulamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca burada hukuk kadar sosyoloji ve psikoloji de devreye girer. Sürecin başından sonuna borçlunun konkordatodan çıkması yahut iflas etmesinde mevzuatın yeterliliği veya yetersizliğinden çok başvurucunun psikolojisi, kamuoyunun ve piyasanın algısı, sürecin profesyonelce başlatılıp bilinçli şekilde yürütülmesi gibi onlarca parametre devreye giriyor. Görüşüm odur ki süreç içinde konkordato kurumunun toplumda ve ekonomik çevrelerdeki algısı değişecek ve bu hukuki kurum olması gereken yere konumlanacaktır. İşte o zaman konkordatonun sağladığı hukuki korumaya ihtiyaç duyan firmalar için işler daha kolay olacaktır.
Av. M. Ufuk Tekin ile son zamanlarda sıkça karşılaştığımız ve tüketicileri de yakından ilgilendiren konkordato konusunu konuştuk. Bu konuda medyada ve internette bolca bilgiye rastlayabilirsiniz. Bu sebeple biz Ufuk Bey’le konkordatonun teknik yönü üstüne değil kamuoyundaki ve piyasadaki konkordato algısı üstüne konuştuk.
Ufuk Bey konuya tam olarak vakıf olmayan okuyucularımız için önce şu soruyla başlayalım. Konkordato nedir?
Bu kurumun ana esaslarına göre ve en çok görünen konkordato şekli olduğu için bir şirketin başvuruyor olması durumuna göre bir tanım yapacak olursam; Konkordato bir şirketin mahkemeye başvurarak “Vadesi gelmiş veya yaklaşmış borçlarını bu haliyle ödeyemeyeceğini ama önerdiği vade ve miktarlarla bu borçları ödemesinin mümkün olduğunu, bu şekilde hem kendisinin iflastan kurtulacağını ve hem de alacaklıların alacaklarına kavuşacağını” söyleyerek talep ettiği hukuki korumadır denebilir.
Mahkeme bu başvuruyu kabul ederse borçluya öncelikle üç aylık bir geçici koruma süresi verir. Buna geçici mühlet diyoruz. Ardından bir yıllık kesin mühlet verir. İhtiyaç halinde bu bir yılın sonunda iki kez altışar aylık uzatma süresi de verebilir. Bu süre içinde işçi alacakları gibi istisnalar dışında alacaklılar borçluya karşı icra takibi yapamaz, ihtiyati tedbir ve ihtiyati haciz kararı gibi kararlar alamaz. Borçlu da bu korumanın sağladığı rahatlıkla çalışıp, alacaklılarla yapacağı anlaşma çerçevesinde borçlarını ödemeye ve şirketi ayakta tutmaya çalışır.
Siz böyle söyleyince konkordato kulağa iyi bir şeymiş gibi geliyor ama görüyoruz ki toplumdaki ve piyasalardaki konkordato algısı pek de olumlu değil. Bunun sebebi nedir?
Haklısınız benim gözlemlerim de bu yönde maalesef. Vatandaşta konkordato ilan eden firmalara karşı bir güvensizlik var. Konkordatoyu şirketin içini boşaltmanın ya da alacaklılardan mal kaçırmanın yasal bir kılıfı gibi gören ciddi sayıda insan var. Daha şaşırtıcı olanı ise ticaret hayatında aktif olarak yer alan insanların, şirketlerin ve hatta bankaların bile bu konuda bilgisiz ve önyargılı olması.
Peki siz konkordato alanında çalışan bir avukat olarak bu önyargıların tamamen yanlış olduğunu söyleyebiliyor musunuz?
Evet direkt bu işin içinde olan biri olarak bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Öncelikle herkes bilmeli ki konkordatonun bir şirketin içini boşaltmak için kullanılması mümkün değildir. Konkordato kurumunun yasal çerçevesi ve doğası gereği bu imkânsız. Konkordato başvurusunda bulunup geçici mühlet kararını alan bir firma o andan itibaren hiçbir kararını mahkemenin ve mahkemenin atadığı konkordato komiserlerinin bilgisi ve onayı olmadan alamaz. Yani konkordato talebi kabul edilmiş olan hiçbir şirket “Nasıl olsa hiçbir alacaklı üstüme gelemiyor ben de şu paraları veya malları şirket dışına çıkarayım da ortaklara aktarayım ya da alacaklılardan mal kaçırayım” diyemez.
Zina sebebiyle boşanma ve aldatan eşin sevgilisinden tazminat konularında, bu hafta Sayın Av. Begüm TEKİN ile konuştuk. Kendisine sorduğumuz soruları, olabildiğince basit bir dille cevaplamaya çalıştı. Bakalım Sayın Tekin ne gibi bilgiler vermiş:
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulu yakınlarda "Aldatan eşin sevgilisinden manevi tazminat istenemez" şeklinde bir karar verdi. Bu karardan yola çıkarsak;
Hukuken zina nedir ve aile hukukundaki önemi nedir sorusuyla başlayayım.
En basit haliyle zina, evli bir şahsın, karşı cinsten olan üçüncü bir kişiyle cinsel ilişki yaşamasıdır.
Zina hukukumuzda bir boşanma sebebidir. Boşanmanın yasada sınırlı sayıda bulunan özel sebeplerinden biridir ve Türk Medeni Kanunu madde 161’de düzenlenmiştir.
Peki evli olan kişinin yapmış olduğu zina fiilinde üçüncü şahsın yani zina yapılan kişinin, aldatılan eşe karşı manevi tazminat sorumluluğu var mıdır?
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu bu konuda birbirinden farklı iki karara imza attı. Birinci kararda, “Aldatılan eş, zinaya katılan kişiye karşı manevi tazminat davası açabilir” denirken ikinci karar dava açılamayacağı yönünde çıktı. Bunun üzerine farklı içtihatlar sonucunda son sözü söylemek Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kuruluna düştü. YİBK aldatılan eşin zinaya katılan üçüncü kişiye karşı manevi tazminat davası açmaya hakkı olmadığına karar verdi.
Bu kararın bağlayıcılığı nedir?
Dava şartı (zorunlu) arabuluculuk hakkında konusuna hakim hukukçulardan biri olan arabulucu Dr. Av. Özlem Dinçtürk Şenel ile konuştuk. Kendisine sorduğumuz soruları, olabildiğince basit bir dille cevaplamaya çalıştı. Bakalım Sayın Şenel ne gibi bilgiler vermiş:
Dava şartı arabuluculuk ne demektir?
Dava açmak isteyen taraf, 1.1.2018 tarihinden itibaren mevzuatta getirilmiş olan düzenlemeler çerçevesinde bazı davaları açmadan önce arabuluculuk adı verilen süreci tamamlamak yani dava açmadan önce karşı tarafla arasındaki husumeti bir arabulucu önünde son kez görüşmek zorundadır. Bu görüşmelere dair tutulacak olan son tutanak ile ancak süreç olumsuz olarak tamamlandıktan sonra başvurucu taraf davasını açabilecektir.
Hangi davalar için dava şartı arabuluculuk yoluna gidilmesi gerekmektedir?
1.1.2018 tarihinden itibaren İş Kanununa; 1.1.2019’dan itibaren de Ticaret Kanununa getirilmiş olan düzenlemelerle, “işçi alacakları ve tazminatları ile işe iade davaları” nda ve “Türk Ticaret kanununun 4.maddesinde ve diğer kanunlarda belirtilmiş olan ve konusu bir miktar paranın ödenmesini gerektiren tüm davalar” da dava açmak isteyen taraf öncelikle arabuluculuk yoluna başvurmak zorundadır.
Dava şartı arabuluculuk kapsamında dava açmak isteyen taraf önce ne yapmalı, nereye başvurmalıdır?
Davacı taraf açacağı dava, dava şartı arabuluculuk kapsamında ise, önce davayı hangi mahkemede açacaktı ise oradaki arabuluculuk bürosuna başvuru yapacak ve taleplerini içeren bir form dolduracaktır. Burada başvurusu için ticaret sicile kayıtlı bağımsız bir arabulucu atanır ve kendisine bildirilir.
Süreç nasıl işleyecek olup arabulucunun rölü ne olacaktır?
Adil Kullanım Kotası (AKK) veya Adil Kullanım Noktası (AKN), Türkiye tüketicisinin uzun zamandan beri alışık olduğu, iletişim hürriyetini engelleyici garip bir savunma kalkanıydı.
Neyse ki BTK’nın aldığı bir kararla bu savunma kalkanı yıkıldı ve internet tüketicisi artık özgür kaldı diye sevinirken sevincimiz kursağımızda kaldı.
Zira telekomünikasyon firmaları öyle internet paket fiyatları açıkladı ki resmen “düşük hız – yüksek fiyat” şoku ile karşılaştık. Kota mı? O zaten hız ve fiyat unsurları karşısında en önemsiz şeydi. Belki birçoğumuz kotamızı doldurmamasına rağmen sırf psikolojik sınırlar kalktığı için sevinecekken hayati öneme sahip unsurlar olan hız ve fiyattan kaybediyoruz.
Yani iyilik gibi gösterilen durum karşısında fırsat ekonomisi devreye girdi.
Mevcut halde, 24 mbps 150 gb kotalı internet paketiniz için 79 TL öderken şimdi kotasız 8 mbps hız için 79 TL ödeyeceksiniz. İşin komik tarafı, önceki tarifede kotayı aştığınız zaman zaten hızınız en çok 8 mbps'ye kadar düşebiliyordu. Yani rahatsız olduğumuz yer hızımızın 8 mbps'ye düşmesi idi. Şimdi aynı fiyata hep 8 mbps hızınız olacak diye “müjdelemeye” kalkıyorlar.
Hele 4 mbps hızı en az 10 sene öncesinde bıraktığımızı düşünürken fiyatları o kadar artırdılar ki mecburen 4 mbps hızlık bir tarife de eklemişler tercihler arasına.
Olay kısaca şu: 24 mbps hızı 79 TL’ye kullanırken şimdi 119 TL’ye kullanabiliyorsun. 40 TL’lik bir zam, önceki fiyatı ile karşılaştırıldığında %50 oranında.
Peki, tüketicilerin hali ne olacak? Türkiye tüketicisi internet hızında 10 sene önceki durumuna geri dönecek.
11.11 kampanyası sırasında, kampanyanın başını çeken e-ticaret sitesinde türlü sıkıntılar meydana geldi.
Siren kavramının acemice kullanılarak yanlış anlaşılmalara sebebiyet verilmesine değinmeyeceğim. Zira, kampanyayı yakından tanıyanlar için neyi kastettikleri açıktı; ancak hassas bir dönemde yapılan acemice kullanılış tarzı, 10 Kasım’da Ulu Önder için çalınan sirenlere gönderme yapıldığı yönünde bir algı oluşturdu ki, bu olay bizim konumuzun çok dışında, ilgili şirkete epey zarar verdi zaten.
Konumuzun esasını teşkil eden sıkıntı ise, sitede gün boyu yaşanan teknik sıkıntılar. Site altyapısının yetersiz olması sebebiyle, kampanyanın başladığı dakikalarda çöken site yaklaşık 1.5 saat kendine gelemedi. Sonrasında ise gün boyu bu sıkıntı hep yaşandı.
Dolayısı ile sitede satış yapmak için hazırlanan mağaza sahiplerinin büyük kayıpları olduğu gibi, tüketicilerin de kayıpları oldu. Şöyle ki;
Mağaza sahipleri satış yapılacağına olan güvenle günler öncesinden reklam harcamaları yaptılar. Hem sosyal medyada harcanan reklam bütçelerinin hem sitenin kendi iç reklam mecrasına yatırılan bütçelerin önemli bir kısmı boşa gitmiş oldu. Yani mağaza sahiplerinin maddi zararları, hem harcadıkları reklam bütçesi hem de satış yapılamaması sebebiyle yoksun kaldıkları kar gibi önemli 2 kalemden oluştu. Siren olayından ötürü manevi kayba (itibar kaybına) uğrayan mağaza sahipleri dahi olmuş olabilir.
Tüketiciler yönünden ise, günler öncesinden alınmaya başlanılan indirim kuponlarını hiç kullanamama yahut verimli bir şekilde kullanamama gibi bir sorun oluştu. Elbette bu kuponları para ile alan tüketicilerin maddi zararlarının olduğu açık. Saatlerce site başında alışveriş yapmak için beklemek zorunda kalan tüketicilerin manevi bir zararı var mıdır diye düşünecek olursak, düşük ihtimal olsa da, kafamızı biraz zorladığımızda bir şeyler çıkabilir bence.
İnsanları belirli noktaya yönlendirip bir firmanın kaderi ile oynamak istemem aslında, ancak bu olayda ciddi hukuki sorunlar olduğunu da bir kenara not etmek lazım.
Bir önceki yazımızda, tüketicinin alım gücünün azalmaması ve ürün maliyetlerinin artmaması adına, işyeri kiralarına önümüzdeki 3 yıl boyunca zam yapılmasının bir şekilde durdurulması ve tacirlerin pasif giderlerinin artırılmaması için çağrıda bulunmuştuk.
Şimdi ise, fahiş kira artışlarını engellemek, kiracılara bir nebze rahat nefes aldırmak, durağan konut piyasasını canlandırmak ve kentsel dönüşümü hızlandırmak için oluşturulabilecek yegâne formülü yazıyorum.
Bildiğiniz gibi, kira bedelleri mantıklı formüle edilemeyen değerler üzerinden artış gösterir. Mesela, bir mahallede bulunan binaların yarısı yıkılıp yeniden yapılmış ise o binalardaki konutların kiraları daha yüksek bedeller üzerinden yeniden değerlenir. Ancak absürt olan, mahalledeki kalan diğer eski binalardaki konutların kira bedellerinin de yeni konutların kira bedellerini bir anda yakalayıverir olmasıdır. Bunun sebebi, eski binalardaki konut sahiplerinin piyasanın yükseldiğini düşünerek kendi konutlarının da yeni değerler üzerinden kiralanmasını talep etmesinden kaynaklanır.
Ülkemizde, gayrimenkul alanların önemli bir kısmı, kira geliri için yatırım yapmak amacıyla hareket etmektedir.
Şimdi bir yatırımcı olarak düşünün;
İstanbul Altunizade taraflarını ele alırsak;
50 yaşında bir binadaki konutun fiyatı asgari 400.000 TL. Bu konutun kira bedeli de ortalama 2000 TL.
Yeni binalarda ise lüks bir konutun fiyatı ise asgari 1.500.000 TL. Ancak bu konutun kira bedeli ise ortalama 4500 TL civarlarında kalıyor.
Ekonomi bilimine çok hâkim olduğumu söyleyemem; fakat naçizane sosyoloji ve felsefe bilgim ile genel gözlemlerim önemli bir şeye işaret ediyor:
Bu ülkenin (veya her ülkenin) vatandaşlarının mutlu olabilmesi ve refah içerisinde gelecek endişesi taşımadan yaşayabilmesi için temel ihtiyaçlarının karşılanması şarttır.
Bu temel ihtiyaçların başında da muhakkak barınabilme hakkı gelmektedir.
Özellikle İstanbul’da ise barınabilme hakkı gün geçtikçe zora girmektedir. Zira hem konut hem işyeri kiraları olması gerektiğinin çok üzerindedir. Şu andaki sıkıntı ise, devam eden kira sözleşmeleri bakımından, hâlihazırda değerinin üzerinde olan kira bedellerinin (Yi-üfe ve tüfe oranları gereği) en az %20-25 oranında artırılacak olmasıdır.
Eylül ayından itibaren %10’dan fazla yaşanacak her kira artışı, hem konut kiracıları hem işyeri kiracıları için çekilmez bir hal alacaktır.
İşyeri kiraları için önerim:
İşyerleri, mevcut durumda batmamak için mücadele etmektedir. Artan maliyetler, maliyetlerin tamamının tüketiciye yansıtılmamaya çalışılması, yansıtılsa dahi daralan piyasa sonucu satışların düşecek olması sebebi ile esnaf ve tacirler açısından oldukça zor günlerin başladığı bir gerçektir.
Piyasada var olan zincirleme fiyat artışlarının bir kısmı en azından işyerleri kirası bakımından dondurulabilir. Zira kira geliri aktif bir ticaret değil; pasif bir ticaret biçimidir. Kira gelirinin az artması veya artmaması, gayrimenkul sahiplerini batırmaz; buna mukabil aksi durum, işyerlerini batırabilir, batırmazsa dahi işyerlerinin pasif giderlerinin çekilmez derecede artması sebebi ile ürün fiyatlarının tahmin edilenden çok daha fazla zamlanması anlamına gelebilir.