Hepimiz hayatımızın belirli dönemlerinde kendimizden yeni bir “ben” yaratma ve bazı davranışları değiştirme çabasına giriyoruz. Davranışı değiştirmek dediğimizde; sadece hayatımıza yeni bir davranış sokmaktan bahsetmiyoruz aslında. Bazen sevmediğimiz bir davranıştan vazgeçmeyi ve hayatımızı bu davranıştan arındırmayı da istiyoruz.
Peki kötü bir davranıştan kurtulmak ya da hayatımıza yeni bir davranış eklemek mümkün mü?
'Alışkanlıkların Gücü' kitabının yazarı Charles Duhing; 'Alışkanlıklar kader değildir, değiştirilebilirler. Bir alışkanlıkla bilinçli olarak savaşmadığınız ve yerine yeni rutinler koymadığınız sürece, eski örüntüler otomatikman tekrar eder' diyor. Yani bilmeliyiz ki, yeni bir alışkanlık kazanmak zor ve stratejik yollar izlenmesi gereken bir süreç.
Peki bir konuda alışkanlık nasıl kazanılır?
Bir konuda alışkanlık kazanmak, 3 temel adımı gerçekleştirmekle mümkün.
1. Hedef Belirlemek: Değiştirmek istediğiniz konuyla ilgili hedefiniz ne? Daha iyi bir fiziksel görüntü mü mesela? Hayaliniz, hayatınızda olmasını istediğiniz şey ne? İlk olarak bunu belirlemek gerekiyor.
2. Davranışları Belirlemek: Bu hayale ulaşmak için hangi davranışları sergilemeniz ve hangi davranışlardan vazgeçmeniz gerekir? Nereden başlamaya ihtiyacınız var? Daha iyi bir fiziksel görüntü örneği için mesela; yeme düzeninizi değiştirmek, spor yapmak ve sevdiğiniz bazı yiyeceklerden vazgeçmek gibi davranışları belirlemek oldukça önemli.
3. Tekrar Etmek:
Bir çiftliğin göletinde yaşayan ördek ailesinin yavrularından biri, bir gün yüzerken bir kurbağa ile karşılaşır. Kurbağa ördek yavrusunu görünce, “Sen ne kadar da çirkin bir ördek yavrususun!” der. Ördek yavrusu çok şaşırarak, “Gerçekten mi? Şimdiye kadar kimse benim çirkin olduğumu söylememişti.” diye karşılık verir. Kurbağa bunun üzerine, kendinden emin bir tavırla; “Herkes fikirlerini açıkça söyleyemez ama ben herkes gibi değilim. Ben dürüst bir kurbağayım ve dürüstlük, düşündüğünü açıkça söylemeyi gerektirir.” der.
Annesinden dürüst olması ile ilgili çok fazla nasihat dinlemiş olan ördek yavrusu, ne diyeceğini bilemeden üzgün ve şaşkın bir şekilde yoluna devam ederken, bu kez bir balıkla karşılaşır. Balığa selam vermek için kanatlarını çırparken, balık ördek yavrusuna bakar, yavruyu baştan aşağıya süzer ve yüzünü ekşiterek “Aman Tanrım, daha önce hiç senin kadar çirkin bir ördek yavrusu görmemiştim!” der. Ördek yavrusu, yüzünde yarım kalan gülümsemesi ile şaşkınlık içinde, “Gerçekten mi? Sen de mi öyle düşünüyorsun?” diye sorar balığa. Balık da “Elbette öyle düşünüyorum. Eminim herkes aynı şekilde düşünüyordur ancak bunu benim gibi dürüstçe ifade etmeyi herkes başaramaz.” der.
Balıktan duyduklarıyla daha da üzülen ördek yavrusu, gagasını, perdeli ayaklarını ve tüylerini inceleyip neresinin çirkin olduğunu anlamaya çalışarak hızla annesinin yanına yüzer.
Yavru Ördek: “Anne, ben çirkin miyim?”
Anne Ördek: “Hayır yavrum, tabii ki çirkin değilsin. Hiçbir canlı çirkin değildir.”
Yavru Ördek: “Ama karşılaştığım hayvanlar benim çok çirkin olduğumu söylüyorlar ve bunu söyleyen herkes dürüst olduğunu söyleyen kişiler.”
Anne Ördek: “Sen sadece diğer ördeklerden farklısın o kadar. Dürüst olduğunu söyleyen kişiler senin farklılığını yanlış ifade etmişler.”
Yavru Ördek: “Ben bundan sonra dürüst olmamaya karar verdim anne. Çünkü dürüstlük çok can yakıcı bir şeymiş.”
Bir süre önce, çok merak ettiğim bir yer olan Karadeniz turuna çıktım. Yeşiline hayran olduğum, Çaykara yaylalarının uçsuz bucaksızlığında kaybolduğum, denizinin dalgasını görünce yüzmekten korktuğum, Sümela Manastırı’na tırmanırken ter döküp Altındere Vadisi’ne bakınca her şeyi unuttuğum, harika bir geziydi.
Tabii tatil boyunca Karadeniz’in bu yüksek rakımlı yerlerinde gezerken, hayatla iletişimde kalmak çok mümkün olmadı. Tatilin en zor kısmının, cep telefonu şebekesinin o yaylalara ulaşmadığını görmek olduğunu söyleyebilirim. Yaylada konaklamayı düşündüğümüz bir gün, şebeke konusunda bilgi almak için GSM operatörümün Çağrı Merkezi’ni aradım. Görüşmenin sonunda talebimle ilgili sonuca bir sonuca ulaşamamış olsam da müşteri temsilcisinin yardımcı olma konusundaki çabasını takdir ettiğimi söylemeden geçemeyeceğim.
Kelly Services and Purdue University tarafından yapılan araştırmaya göre, tüketicilerin %86'sı müşteri temsilcisi ile yapılan görüşme negatif ise o firmayı kullanmaktan vazgeçtiğini söylüyor. Yani Çağrı Merkezlerinde, müşterinin görüşmeden pozitif bir duygu ile ayrılması çok büyük bir önem taşıyor.
Müşteriler ile temas etmek, müşteri taleplerini karşılamak ve müşteri memnuniyeti sağlamak için dünyada yaklaşık 124 bin Çağrı Merkezi var. Türkiye’de ise bu sayı 2 binin üzerinde.
Çağrı Merkezi Derneği’nin yayınladığı verilere göre, Türkiye’de bu sektörün 2020 yılına ait rakamları şöyle:
· Pazar büyüklüğü yaklaşık 11 milyar TL
· Sektörde 135 bin kişi çalışıyor
· Çalışanların yaklaşık 10 bini yabancı dilde hizmet veriyor
Eğer bir çalışan; yöneticisinin kendisine hak ettiği şekilde davranmadığını, kendisini anlamadığını, desteklemediğini düşünüyorsa, öncelikle o kişiye ve dolayısıyla şirkete küsüyor. Bir süre sonra da yeni alternatifler aramaya başlıyor. Benzer imkanlarla bir iş bulduğunda ise ayrılıyor.
Yönetici ile yaşanan sorunlar gizli ayrılma nedeni!
Exelect Genel Müdürü Jale Bengiler, “Kariyer, maaş ve sosyal haklar en çok karşılaşılan ayrılma sebepleri gibi görünse de yakın zamana kadar aslında yönetici ile yaşanan sorunlar gizli ayrılma nedeni olarak sıklıkla karşımıza çıkıyor” diyor.
Peki işten ayrılan çalışanlara kulak versek, acaba bize neler söylerlerdi?
1. Yöneticim molalara hep aynı çalışma arkadaşlarım ile çıkıyor. Onlarla arasında benim kuramayacağım ayrı bir bağ var.
2. İşimi titizlikle ve hatasız yaptığım için, “Bunu ancak sen yapabilirsin” diyerek tüm zor işleri bana yönlendiriyor. İşini titizlikle yapmayanlar daha rahat bir mesai geçirirken ben yoğunluktan yemeğe bile çıkamıyorum.
3. Yöneticimle bir konuda konuşmaya gittiğimde, hep çok yoğun olduğu için bilgisayardan gözünü ayırmadan benimle konuşuyor. Odasından çıkarken kendimi hep değersiz hissediyorum.
4. Yöneticim yoğunluğundan dolayı sürekli bir telaşla ve gergin bir şekilde çalışıyor. Onu gördükçe ben de strese giriyorum.
Son dönemlerde ismini sıkça duyduğumuz bir bilim dalı olan Nörobilim; nöronların moleküler, hücresel çalışmalarından beyindeki duyusal, motor ve bilişsel görevlerin görüntülenmesine kadar oldukça geniş bir alanı inceliyor.
Bu çalışma alanının bölümlerinden biri de beynin davranışlara, davranışların da beyne olan etkisi. O nedenle, herhangi bir davranışın sebebini anlamaya çalışırken ya da herhangi bir konuda kendi davranışlarımızı şekillendirirken Nörobilim’in bu konuyu nasıl açıklık getirdiğini mutlaka bilmek gerekir.
Bu yazıda; yüksek performans, mutlu çalışanlar ve Nörobilim arasındaki ilişkilere bakacağız.
Gün içinde aldığımız tüm mesajlar yani gördüklerimiz, duyduklarımız, hissettiklerimiz; duyu organlarımız tarafından algılandıktan sonra uyarıcılar aracılığıyla beyne iletilir. Eğer alınan mesaj korku, kaygı, endişe şeklinde beyne iletilmişse, beyinde temporal lobun içindeki amigdala tetiklenir. Amigdala tetiklendiğinde, bir anda beynin en aktif çalışan ve diğer bölgelerini de etkisi altına alan beyin bölgesi haline gelir.
Şöyle örnekleyelim; freni patlamış bir kamyonun hızla üzerimize doğru geldiğini gördüğümüzde, gözlerimiz algıladığı bu mesajı beyne iletir ve beynin korku merkezi amigdala tetiklenir. Beynin pek çok bölgesi de amigdalanın etkisine maruz kalır. Çünkü o anda en öncelikli konu, gördüğümüz o tehdit unsuruna karşı hayatta kalmaktır. O nedenle de beynin tüm bölgeleri bu amaca yönelik çalışmaya başlar.
Günümüz koşullarında, beyne ilettiğimiz tehdit mesajlarının şekli değişmeye başladı. Yani sadece freni patlayan bir kamyonu görünce değil, direktörümüzden gelen olumsuz bir e-mail’i görünce, sürekli stres altında çalıştıkça, çalışma ortamında genel olarak kaygılar ve korkular ön planda olunca, beyin karşılaşılan bu durumları da tehdit olarak algılıyor ve üzerimize gelen kamyona verdiğimiz tepkileri vermeye başlıyor. Bu da beynimizdeki farklı bölgelerin, dolayısıyla bedenimizin de korku merkezi tarafından yönetilmesini sağlıyor.
Peki tüm bu bilgiler iş ortamında nasıl işliyor?
Dünya çapında 275,000 kişiyle yapılan 200’ün üzerinde çalışmayı inceleyen psikolog Sonja Lyubomirsky, Laura King ve Ed Diener; mutluluğun çalışma performansı, sağlık, ilişkiler, sosyal iletişim, yaratıcılık ve enerji de dahil olmak üzere neredeyse yaşamın tüm alanlarında başarı getirdiği sonucuna vardılar.
Bir tartışma programı izlerken geçen yaz eşimle yaptığımız keyifli tatil yolculuğu geldi aklıma. Yolculuğun hedefi, Selimiye’ydi. Direksiyonda eşim, fonda Tarkan’dan “Ona Sor” şarkısı.
Şimdi bu soğuk kış gününde neden o yolculuk aklına geldi diye merak ediyor olabilirsiniz. Hemen anlatayım…
İzlediğim programda, bir gazetecinin profesyonel koçluk mesleği ile ilgili içler acısı sözlerine şahit oldum. Bu sözleri dinlerken, İstanbul Üniversitesi’nde okuduğum yıllarda Gazeteciliğin Etik İlkeleri dersinde not aldığım bir söz geldi aklıma: “Verdiğiniz bilginin doğruluğu namusunuz gibidir. Ya bilgiden yüzde yüz emin olun, ya da o bilgiyi vermeyin.“
29 Haziran 2013 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak Türkiye’deki yaklaşık 600 meslek grubunun içine katılan bir meslektir koçluk.
“Koçluk alan ile koç arasında yürütülen ve koçluk alanın hedeflediği konuya ulaşmasına katkı sağlayan bir süreçtir” ve bu süreçte koçluk yaklaşımı; “Her insanın kendi hayatının uzmanı olduğunu kabul eder ve insanın sonsuz bir potansiyeli olduğuna inanır. Bu nedenle de kişinin varmak istediği hedefe dair en iyi cevapların kendisinde gizli olduğunu kabul eder.”
Bu nedenle de;
Tam da geçen yaz yaptığımız, Selimiye yolculuğu gibidir koçluk süreci.
Koçluk yapmak; Selimiye hedefine giden o araçta tüm kontrollerin kendisinde olduğu şoföre yan koltukta yol arkadaşlığı yapmak gibidir.
Ebe, oyunculardan birinin adını söyleyerek topu havaya atar. Top yere düşmeden adı söylenen oyuncu topu havada yakalamak zorundadır. Yakaladığı anda da “istop” diye bağırır. Diğer oyuncular istop sesini duyunca oldukları yerde kıpırdamadan kalır. Ebe olan kişi elindeki topla, duran oyunculardan birini vurmaya çalışır. Eğer birini vurabilirse vurduğu kişi ebe olur ve oyun aynı şekilde devam eder. Vuramazsa elinde top olan kişi ebe olmaya devam eder.
Sanırım hepimizin çocukluğunun unutulmaz oyunudur istop. Peki oyunlar sadece çocukken mi oynanır? Yetişkinlerin de oynadığı oyunlar yok mudur? Bu kez de bir yetişkin oyununu anlatayım size.
Ayşe, eve geç gelen eşi Ali’ye “Neredesin sen?” diye sorar. Ali de “Sana hesap mı vereceğim, arkadaşlarımla istediğim saate kadar zaman geçiririm” der. Ayşe, “Ne demek istediğim saate kadar zaman geçiririm? Ben bütün gün çocuklarla ev işleriyle boğuşayım, sen arkadaşlarınla keyif yap” der ve ne kadar süreceği belirsiz olan tatsız iletişim böyle devam eder.
Ayşe ile Ali’nin örneğine yeniden baktığımızda, Ayşe “Neredesin sen?” derken gerçekten Ali’nin nerede olduğunu mu soruyor, yoksa eve geç kalmasından dolayı kızgınlığını mı ifade ediyor? Sanırım hepimiz aynı fikirdeyizdir, Ayşe sinirlenmiş ve eşi Ali’nin eve geç gelişine tepki gösteriyor. Peki sorduğu soruda neden “Neredesin sen?” ifadesini kullanıyor da “Eve geç gelip bana haber vermediğinde senin için endişeleniyorum ve hem ev işleri hem de çocuklarla ilgilendiğim için çok yoruluyorum” demiyor?
TA kuramının yaratıcısı Eric Berne, “İnsanların Oynadığı Oyunlar” kitabında, “Oyunlar; kişinin direkt ifade etmekte zorlandığı ihtiyacını, bilinç dışı yapılan davranışlarla ortaya koyma ve bu yolla bile olsa karşısından bir mesaj alma ihtiyacından doğar” diyor. Ayrıca bir iletişimin oyuna davet anlamına gelmesi için “gizli ve dolaylı bir mesaj içermesi” gerektiğini söylüyor.
Haydi buyurun oyuna davet eden birkaç örnek cümle ve gizli mesaj daha görelim:
Yani; istop örneği ile anlatmak gerekirse; Ayşe topu havaya atıp Ali’nin ismini söylediğinde, Ali’nin topu tutmaması ve eğer topu tutarsa Ayşe’yi topla vurmadan oyunun bitmeyeceğini bilmesi gerekir.
Eğlenceli olmayan ve can yakan oyunlardan kaçınmak dileğiyle…
En iyi üniversitelerden mezun olan kişileri ekibine seçen, çalışanların başta yüksek bir tutkuyla işe sarıldıklarını gören ancak zaman içinde onlardan verim alamayan ve mutsuz çalışanlar ordusuyla işlerin altında ezilen bir yöneticinin itiraf mektuplarını ele geçirsek, acaba o mektuplarda neler okurduk?
Sektörlerin, unvanların ve zaman dilimlerinin değiştiği ama itirafların değişmediği o mektuplardan bazı notlar:
1. Çalışanlara iyi davranırsam ve onlarla muhatap olursam onları yönetemezdim. O yüzden bugün yine ofise girer girmez kimsenin yüzüne bakmadan hemen masama geçtim ve işlere koyuldum.
2. Yapılacak çok işim vardı ve zaten onu duyabiliyordum. O nedenle, benimle konuşmaya gelen çalışanımla göz teması kurarak konuşmaya gerek görmedim ve ona cevap verirken bir yandan işimi yapmaya devam ettim.
3. Gerçekten hasta mıydı, yoksa beni mi kandırıyordu bilemezdim. O yüzden hasta olduğunu söyleyen çalışanıma geçmiş olsun demedim ve sadece raporunu bana göndermesini istedim.
4. Bu işe yıllarımı verdim ve zaten işimde iyi olduğum için yönetici seçildim. O yüzden bugün yine tüm kararları tek başıma verdim.
5. Ekibim tarafından yapılan bütün iyi şeyler, zaten görev tanımları gereği yapmaları gereken şeylerdi. O nedenle bugünkü koçluk görüşmelerimde iyi yaptıkları şeylere değil, yapmadıklarına odaklandım.