Bu hafta sizleri, turistlerce diğer Avrupa başkentleri kadar çok tercih edilmeyen bir şehre götüreceğim. Balkanların kapalı kutusu Romanya; muhteşem bir doğaya, gizemli bir tarihe ve kendine özgü bir mimariye sahip olmasına rağmen, belki de pazarlama eksikliğinden, pek turistik bir ülke olarak bilinmez. Ama gezdikçe göreceksiniz ki… Neyse; reklamları burada keseyim, haberlere geçeyim. Romanya’daki ilk durağımız, başkent Bükreş efendim. Evet; Avrupa’nın en zarif binalarına, en güzel tatlılarına ve en büyük başkanlık sarayına sahip şehrindeyiz.
İLLE DE ROMANYA OLSUN…
Romanya; eski bir Doğu Bloğu ülkesi. Romalıların adını verdiği ülke, kültürüne Macarlardan ve Osmanlılardan çok şey almış… Eski kasabaları, efsanelere konu olmuş şatoları, kayak yapma imkanı sunan dağlar ve modern sanat görüşüne sahip yeni gelişen topluluğu ile turistik olarak oldukça renkli bir ülke. Transilvanya’da yaşamış olan Kont Drakula’yı herkes tanıyor öyle değil mi?
Yazar Bram Stoker’in 1897’de çıkardığı ve bölgenin zalim hükümdarı olan Kazıklı Voyvoda lakaplı Kont 3.Vlad’dan esinlendiği kitap, buraların ününe ün katmıştır. Hiç beklenmedik yörelerde sizi büyüleyen geniş galerili tuz madenleri, hiç ummadığınız küçük şehirlerinde neo-klasik mimarinin en özel binaları, gelir seviyesi düşük ama Avrupalı olan “çözmesi zor” Romen halkı; bu ülkeye olan gezinize heyecan katacaktır.
Romanya'nın başkenti Bükreş’e, oradan da Köstence’ye ve Transilvanya bölgesine 2018 yılının 29 Ekim’inde gitmiştik. Tarih kafamda net zira Odeon Tiyatro önündeki Atatürk büstü yanında, programımız için bir anı sunuşu yapmıştım. Doğu’nun Paris’i olarak tek bir yer anılmıyor sanırım. Çünkü Prag, Bükreş, Belgrad… nereye gitsem bir “Doğu’nun Paris’i” yakıştırması var…
Neyse, kayıtlara göre Bükreş de bir tür “Doğu’nun Paris’i”… Evet, Paris havasında binalar ve kafeler yok değil… Özellikle Stavropoleos Caddesi’ndeki Caru Cu Bere! Allah’ım o nasıl bir mekandır öyle. Roma sütunlarını, ahşap balkonlarını, müthiş tavan resimlerini seyrederken oraya yemek yemeye geldiğinizi unutursunuz. (Ben unutmadım tabii) Yol yorgunluğunuz varsa, atmak için ilk durağınız mutlaka burası olmalı. Ülkenin en ünlü tatlısı olan Papanaşi ile kahve, harika gider.
Kremalı reçelli -sanırım Ricotto peyniri de var- bir tür tatlı ekmektir Papanaşi. Afiyet olsun... Şimdi hemen kafeden çıkın ve 100-150 metre kadar ötenizdeki manastıra doğru yürüyün… Stavropoleos Manastırı... Balkanlar’daki dini manastır yapılarına harika bir “şehir içi” örneği. Bu küçük alana girdiğiniz gibi kendinizi yüzlerce yıl geçmişte hissedeceksiniz. 1724 yılında kilisesi, bir sonraki yüzyılda da han, okul ve ikamet odaları eklenmiş. Bence şehrin en iyi poz veren yapısı. Kaçırmayın.
BÜKREŞ SOKAKLARINDA…
Otopeni havalimanı şehir merkezine yaklaşık 45 dakika uzaklıktadır; alandan merkeze sık sık belediye otobüsleri kalkmaktadır. Peki şehir içinde ulaşım sorun mudur? Hayır. Muhtemelen yürüyerek gezeceksinizdir zaten. Tüm gezilip görülecek yerler, Paris’tekinin benzeri olan Zafer Tak’ı ile şehir merkezi arasında, 5-6 kilometrelik bir hatta toplanmıştır diyebilirim.
Bir de dev parlamento sarayı var ki; belki oraya taksiyle çıkarsınız. O bölgede (ben oradayken yapımı süren) rekor büyüklükte bir Ortodoks Katedrali ve lüks otellerin yer aldığı bir eğlence adası da yer almaktadır. Toplamda 3 gün, Bükreş turunuza yetecektir. Notlarıma hemen ekleyeyim; biz Grivitei Caddesi üzerindeki Hey Hotels’de kalmıştık. Büyüktü ve temizdi. Ve bir gece deprem oldu. Kendimizi dışarıya zor attık. Ama bunun otelle alakası yok tabii. Fiyatı da ucuzdu, altında son derece sempatik bir kafe vardı. Tavsiye ederim.
Bunu dikkate alınız zira Bükreş otel konusunda biraz sıkıntılı. Ya çok lüks ya da içine girilmeyecek kadar virane oteller var. Otelimizin 250 metre kadar kuzeyinde “Gara De Nord” yani Kuzey Garı var ki, binası dikkat çekicidir; S.S.C.B. tarzının net örneklerindendir. Diğer zincir otel seçenekleri de hep buralarda sıralanmış. Ulusal Tarih Müzesi ve Doğa Tarihi Müzesi de yine Kuzey Garı’nın çok yakınındadır, kolayca bulursunuz.
Ama müzeler dediniz mi elbette; Ulusal Sanat Müzesi ve Ateneul Binası; Bükreş’in turistik ziyaret noktalarında daha üstlerde yer alır. Bu bölgeye gelmeden; Victoriei Caddesi 141 numaraya çok çok dikkat. Eski bir Romanya Başbakanı, Grigore Cantacuzino’nun evi olarak yapılmış olan Cantacuzino Sarayı, Romanya’nın en seçkin konutu olarak nitelendiriliyor. Ki bence de öyle. Kapıların üzerindeki deniz kabuğu şekilli cam tenteler, heykellerle bezenmiş Fransız balkonlu dış cephe; neoklasik ve art nouveau ögelerle süslenmiş bu sarayı mutlaka görmelisiniz.
Bina şu anda bir müzik müzesi. Romanya tarihinin en önemli müzisyeni sayılan, 4 yaşında virtüöz kabul edilen besteci, yorumcu ve orkestra şefi Enescu için düzenlenmiş olan müze katları size binayı içten tanıma fırsatı da verecektir. Sonra çıkıp Özgürlük Meydanı’na doğru yürürsünüz zaten…
MÜZE ÇITASI YÜKSELİYOR
Özgürlük Meydanı tam anlamıyla bir tarih kitabı gibi… Kral 1.Carol’un heykeli çevresinde; yine kralın adına kurulmuş olan üniversitenin binaları ve Ulusal Sanat Müzesi olarak kullanılan muhteşem Kraliyet Sarayı var… 1837 yılında tamamlanan saray binası şu an müze olarak iki bölüme ayrılmış. Birinde Romanya tarihinden sanat eserleri sergilenirken; diğerinin kapsamı “tüm Avrupa Sanatları” olarak belirlenmiş.
Piata Revolutiei yani Özgürlük Meydanı 1989’da dünyanın gözleri önünde gerçekleşen bir devrimin anısını yaşatıyor. Diriliş, Güç ve Birlik sembolize eden heykelleri inceleyiniz… Kıyısındaki Radu Voda Ortadoks Manastırını da görmelisiniz. Bükreş’in önemli dini yapılarındandır, gece çok güzel ışıklandırılır... Romenlerin de saygısına mazhar olan ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün büst heykelini ise meydana az bir mesafede bulunan Odeon Tiyatrosu’nun önünde göreceksiniz.
Odeon Tiyatrosu, aynı caddedeki Ateneul Roman binası ile iki ayrı sanat mabedidir. Fransız mimar Albert Galleron tarafından tasarlanmış olan Ateneul Roman (Ateneum) konser ve sergi sarayı, çok etkileyici süsleme ve freskleriyle Bükreş’in incisidir. Akustiği ile de dünyaca ünlüdür.
Özgürlük Meydanı’ndan eski şehre doğru ünlü etkinlik alanı Çeşmeci Parkı yer alır (Cişmigiu Park) 1847 yılında düzenlenen park, bir göletin etrafında kurulmuştur ve özellikle hafta sonları nefis sokak yemekleri çadırlarına ev sahipliği yapar. Ötesinde ise fışkiyeler falan, hayli güzel bir park.
BÜKREŞ’TE ÇARŞI PAZAR VE DEV BİR SARAY!
Bükreş’in “eğlence mahallesi” tabir edebileceğimiz bölgesine “Lipscani” diyorlar. Burası aslında, Avrupa kentlerinin “Old Town” tabelalarıyla ulaştığınız o eski merkezlerden... Smada Caddesi (Strada Smada) etrafında konuşlanan barlar, kafeler ve restoranlar, turistler için hayli hareketli bir cazibe merkezi haline gelmiş. Bizim Çiçek Pasajı gibi olan Vilacrosse Pasajı’na ise (Mekke Pasajı) ayrı bir iki saat ayırın derim.
Yemekleri özetlemem gerekirse “içinde et olan çorbalar” menüsü… Yemekte beğeni çıtam düşüktür ama Romanya mutfağından pek de haz aldığımı söyleyemem. Doğu Avrupa’nın sert av etli, kırmızı lahana haşlamalı o özel(!) mutfağına zaten oldum olası ısınamadım; selam veriyoruz Borş’lu çıkıyoruz, malum… Bükreş’teki yemekler de bana o çıtada, hayli özelliksiz geldi.
Neyse; Balkan tatlılarına yıkıldım ben de. Kremalı, reçelli, güzel karbonhidratlar aldım… Gelelim mi artık modern sarayların en büyüğüneF Parlamento Sarayı ve Meydanı, 20.000 işçi ve 700 mimar tarafından inşa edilmiş… Dünyanın Pentagon binasından sonraki en büyük kamu binası burası. Bu devasa yapıyı fotoğraf karelerine bile sığdırmak kolay değil.
En az 400 adım berisine yürümeniz gerekiyor. Binanın yapımı için bölgedeki birçok kilise ve 30.000’den fazla da konut yıkılmış. Dolayısıyla Rumenlerin bu bina hakkında düşünceleri pek de pozitif değil. Komünist Parti lideri Çavuşesku’nun talimatıyla 1984 yılında inşaatı başlayan yapı, devir değişip 1989 yılında Çavuşesku idam edildiğinde, halen tamamlanmamıştı… Daha sonra tamamlanan bina, Doğu Avrupa el işçiliği ve geleneksel sanatlarının güzel örnekleriyle bezeli.
Oranın diktatörünün pek bir hevesle yaptırdığı ama kullanamadığı ünlü “balkon” kısmı ise şimdi ziyaretçilere açık. Düzenlenen rehberli turlara katılmanızı tavsiye ederim. Mart – Ekim arası sabah 09’dan 17:00’ye kadar, kış döneminde ise 10’dan 16:00’ya kadar, bilet alıp, grubunuzun dolmasını bekleyip, rehbernizle gezebilirsiniz… Bu dünya ne sana ne bana, ne de Çavuşesku’ya kalmamış işte…
Son olarak, kentten ayrılmadan, kuzeye doğru, zaten gidiş yolunuz olan havalimanı yönünde, bir Herastrau Parkı gezmesi ve Zafer Takı fotoğrafı çekmesi yaparsınız... Kentlilerin köpeklerini, bebeklerini ve kendi ruhlarını gezdirdikleri bu geniş alan, içindeki Köy Müzesi ile de ziyaretçi akınına uğruyor. Parkın içinde bulunan bu açık hava müzesi, 300’den fazla yapıya sahip.
Geleneksel kıyafetler giymiş işçiler 16. ve 17.yüzyıl kırsal hayatını güzelce canlandırıyorlar… mış. Çünkü bunu ilkbahar ve yaz aylarında canlandırıyorlar. Biz Ekim sonunda kuru sarı yapraklara baktık, döndük. Arcul de Triumf ise, bahsetmiştim, Bükreş’in "Küçük Paris” ismini alma sebeplerinden biri. 1878’de Romanya bağımsızlığını kazandığında inşa edilmiş olan yapı birçok kez tahrip olmuş, 1936’daki restorasyonla son halini almış…
Romanya yazımıza, haftaya daha bir aşina olduğumuz Köstence, Transilvanya ve Kont Dracula Şatosu ile devam edeceğim. Umarım başkenti sevmişsinizdir; zira biz ziyaret ettiğimizde cidden çok sevmiştik. Yurtdışındaki iki depremimden birini orada yaşamak da en akılda kalıcı anımdı tabii… Öteki deprem mi? O Kyoto’daydı, Japonya’da… Malum, günlük hayatın bir parçası orada.