Ev, insanların içinde oturabileceği şekilde yapılmış yapı.
Ev, içerisinde bir ailenin yaşadığı yer.
Ev, yuva...
Ev, en güvende hissettiğimiz; hep gitmek ama aynı zamanda hep de dönmek istenilen...
Ev, özlem ile hep yan yana denk gelen...
Son zamanlarda evimiz en çok zaman geçirdiğimiz, en çok güvende hissettiğimiz ama bir anda da kaybedebildiğimiz bir yer haline geldi. Artık kapıdan bin türlü sıkıntıyla içeriye girdiğimiz, rahatça sırtımızı giriş kapısına dayayamadığımız ya da saklanamadığımız alanlara dönüştü. Günün sonunda varılacak noktaya giden yollarsa bizi oldukça yormaya başladı.
Yıkımlar, hastalıklar ve sıkıntılar her dönemde yaşandı, her dönemde bitti ve her dönemde yeniden başladı. Hafıza bazen unutmaması gerekenleri unuttu, unutması gerekenleri ise sürekli hatırladı. Yine de insan, bir şekilde ayakta kaldı. Hafıza, tüm yaşananların kayıt altına alındığı yerse, ev de her şeyin yaşandığı yerdi. Ev bizim için her şarkıda gidilmek istenen, her filmde dönülen, her şiirde ise terk edilen bölgeydi.
Eve gitmek, bazen en çok istediğine ulaşmak, bazen de kaçtığınla karşılaşmaktı.
Artan sıcak, yazın peşinde süren amansız kovalamaca ve ne kadar unutmaya çalışsak da şiddetini her geçen gün arttıran sıkıntılar kendimizi koruma altına aldığımız tek kaleyi, huzurlu ve güvenilir tek alanı, uykumuzu tehdit etmeye başladı.
Gittikçe arapsaçına dönen uyku düzenin yanında bölük pörçük bir uykuyla güne başlamaksa sadece etrafımıza değil kendimize olan tahammülümüzü bile rahatlıkla yok edebiliyor.
Hal böyle olunca bu uykulara birde birbirinden fantastik, birbirinden bunaltıcı hatta "Dün akşam neler yaşandı öyle ya!?" dedirtecek tarzda rüyalar eşlik etmeye başlıyor.
"Ölü balık felaket getirir" ya da "Devenin üzerindeysen kesin yolculuğa çıkacaksın" şeklinde yorumlanan rüyalar dışında şatolardan atlamak, bulutları yemeye çalışmak veya sakince bir odanın içinde oturup öylece beklemek gibi asla tam olarak anlamadığımız ve dakikalar içinde unuttuğumuz rüyalarla da karşılaşıyoruz. Özellikle stres seviyemizin arttığı ya da fizyolojik olarak olumsuz etkilendiğimiz zamanlar da rüyalarımız meraklı, heyecanlı ve coşku dolu hallerinden çıkarak gerici, bunaltıcı ve korku uyandıran olayların içinde kendimizi bulmamızı sağlıyor.
Zamanlar arasındaki köprü, geleceğin habercisi, ilham kaynağı gibi misyonlar yüklediğimiz rüyalar aynı zamanda korkuların açığa çıktığı, gerçeklerin şekil değiştirdiği ve gizli kalanların birden önümüzde belirdiği yerdir. Bir anlamda "gerçek yaşamın" dışına atılan bir adım olarak rüyalar, uzun yıllardır üzerinde çok düşünülmüş, mitleştirilmiş, yorumlanmış ve analiz edilmiş bir konudur.
Yüzyıllar boyunca Aristoteles'den Platon'a, Freud'dan Jung'a kadar rüyalar üzerinde yapılan onlarca araştırma, akıl yürütme ve çalışma her seferinde gittiğimiz yolları değiştirdi, bizi başka noktalara ulaştırdı ve kendimize dair bilmediğimiz yüzlerce yeni soruyu ortaya çıkardı. Ruhun gezintiye çıkması, hafızanın özgürleşmesi, anıların birleşmesi, gerçeklik arayışı gibi farklı şekillerde ele alınan rüyalar, uyku ve uyanıklık arasındaki çizginin iki tarafına da daha iyi bakmamızı sağladı.
Rüyalarda, uyanıkken akla gelmeyenlerle buluşabileceğimiz gibi kaçtıklarımıza da yakalanabiliriz. Göremediklerimizi görüp gerçekleşmesini istemediğimiz her ana burada şekil verebiliriz. Gerçekte olamadıklarımızla rüyalarda kavuşabiliriz.
Sembollerden, işaretlerden, kehanetlerden ya da rasyonel gerçeklerden uzakta sadece güzel rüyalar görme dileğiyle daldığımız uykular galiba en güzel olanları. Zeki Müren'in dediği gibi rüyalarda buluşup şarkılarda kavuşmak istediğimiz artık ne yazık ki sadece sevgili olmasa da yine de güzel bir rüya görme isteğiyle uykuya dalmayı belki başarabiliriz. Sürekli çoğalan isteklerimizden, sıkıntılardan ve ertelemek istediğimiz bazı gerçeklerden bir adım uzaklaştığımız, uyandıktan sonra hemen unuttuğumuz ama huzurlu uyanmamızı sağlayan rüyalarımız hala olabilir.
En basit beden hareketlerinin ya da kolayca ileriye atılacak bir adımın bir anda büyük bir karmaşaya dönüşmesiyle başlıyoruz. Evet , işte başlıyoruz.
Dans, en basit tabiriyle tüm vücudun bir müzik ritmi eşliğinde estetik bir biçimde hareket etmesidir.
Hızlı ve canlı şekilde yapılan harekettir. Dans, yaşamın hareketlerle gösterilmesidir.
Geleneklerin, ritüellerin, başlangıçların ve sonların içersinde yer alan dans aslında bir hikayeyi anlatmanın en etkileyici yoludur. 19. yüzyılın kusursuz, sert ve zorlu koreografileri eşliğinde oldukça göz alıcı ama arka planda oldukça zorlayıcı ve mücadeleli bir uğraştır. Kendi yapmadığı hareketler karşısında insanın içindeki arzuyu ,tutkuyu ve sevinci harekete geçiren dans, 20. ve 21. yüzyıl tasvirleriyle düzenin karmaşasını ve karmaşının da aslında nasıl kusursuz bir düzen ortaya çıkardığını göstermiştir.
Dürtülerin, coşkunun ve sevincin olduğu her yerde kendini gösteren dans hiç şüphesiz ki unutulmaz birçok filmin de ana konusu olmuştur. Farklı başlıklar altında kendini gösteren dans filmleri, anlattığı hikaye ne olursa olsun en akılda kalıcı sahnelere ev sahipliği yapar. Mesela Scent of a Woman’da Al Pacino ve Gabrielle Anwar’ın tangosu, Pulp Fiction’da Uma Thurman ve John Travolta’nın dansı ve Dirty Dancing’in final dansı unutulmazdır. Tüm bu sahnelerde dansın, bizi özgür kılan, serbest bırakan ve büyük uğraşlar sonucu elde edilen zaferi temsil ettiğini görürüz.
Dans hareketlerinizin biraz paslandığını düşündüğünüz ya da dans etmek yerine iyi bir izleyici olmayı tercih ettiğiniz bugünlerde dansın hissetirdiklerine uzak kalmanız gerekmiyor. İşte, birbirinden etkileyici hikayeleri ve büyüleyici görsel performansları ile sizi kendisine hayran bıraktıracak 5 dans filmi.
Efsanevi balet Rudolf Nureyev’in hayatına odaklanan The White Crow, etkileyici bale sahneleriyle dikkat çekerken aynı zamanda dönemin siyasi atmosferini de oldukça başarılı biçimde beyazperdeye aktaran bir yapım olarak karşımıza çıkıyor.
Kadın, zen, femme ya da woman.. Farklı dillerde, farklı yerlerde ve farklı günlerde hep var olan, kadın. Eski zorunlulukları yeni zorunluluklarla kapatılmaya çalışılan; her zaman güçlü kalmak, başarılı olmak, basamakları teker teker değil üçer üçer çıkmak zorunda kalan kadın.
Sevmesi gerekenler ya da sevmemesi gerekenler, susması gerekenler ya da bağırması gerekenler sürekli belirlenen ve sadece yaşamak için daha çok çaba göstermek zorunda bırakılan kadın.
Tek bırakılan, çalışan, okuyan, dışlanan, gülen, düşen, dövülen ve ölen kadın.
Yüzyıllardır zaferlerin adandığı ya da kayıpların başlıca sebebi ilan edilen kadın.
Ve ne yazık ki hala en çok çabayı sarfetmesine rağmen ismi bilinmeyen, duyulmayan ya da akılda çok tutulmayan kadın.
Tüm bunlara rağmen üretmeye, düşünmeye, değiştirmeye devam eden ve yaratımlarıyla her zaman var olan yüz binlerce kadın var bu dünyada.
Meryem, Agnès ve Anita da isimlerini dünyaya duyurabilmiş, hayallerini gerçeğe dönüştürebilmiş ve en önemlisi insanlara dokunabilmiş kadınlar olarak karşımıza çıkıyor.
İnsan, varoluşundan bu yana gördüğü, duyduğu ve dokunduğu her şeyi anlamlandırmaya çalışmıştır. Her adımı bir başka bir adım izlemiş, her ses bir harfe dönüşmüş ve her his gerçekliğini kanıtlamaya uğraşmıştır.
Kader tesadüfe, kehanetler öngörülere, deneyimler bilgiye dönüşmüştür.
***
Antik uygarlıkların şansa inanmaması sayıların büyük önem kazanmasını sağladı. Sayılar sadece miktarları ifade etmekle kalmayarak kendilerine özgü nitelikler kazandılar.
Tarihler, saatler, sistemler ve evren sayılarla ifade edildi. Sayıların arkasında duran güçlü sembolizm, yeni anlamalar ortaya koydu.
"3" ise belki de en çok karşılaştığımız, en çok kullandığımız ve en çok anlam yüklediğimiz sayılardan biri oldu.
***
Üç; Platon'nun ölçüsü, 2 boyutun yıkımı, eşitliğin bozucusu, ortanın bulucusuydu. Aynı zamanda matematiğin ilk tek sayısı, şansın ve korkunun rakamı, farklılığın başlangıcı, anlatının bölümleri ve dileklerin sayısıydı.
Bazı sözler vardır ki hiçbir zaman dile gelmezler; harfler yan yana gelip onları oluşturmaz ya da sadece doğamazlar. Varlığı hissedilen, en yakından tanınan ama hiç dile getiremediğimiz bu sözler içimizde gezinip durur. Başka dillerde, başka yerlerde belki karşılaşırız diye onları arar dururuz, bazen de bunu başarırız.
Dile gelmeyen ama bize çok yoğun duygular yaşatan bazı sözler kendi dilimizde var olmasa da başka topraklarda dile gelmiş, tek kelimeye sığdırılmıştır. Mesela, aile ya da arkadaşlarla keyifli bir yemeğin ardından saatlerce masada oturulması vardır ya, masadan tabakların kaldırılmadığı, sohbetin saatlerce sürdüğü ve herhalde bu ara özlemini en çok duyduğumuz o anlar…
İşte, bize hiç de yabancı olmayan ve kendimizi çok mutlu hissettiren bu olayı tek bir kelimeyle açıklayamayız. Ama İspanya’da bir gelenek olan bu durum, 'sobremesa' olarak adlandırılır.
Buna benzer yaşadığımız tüm mutlu anları, tek bir sözcüğe sığdırmayı başaran diğer bir kelimeyse 'hygge'. Danimarkalıların mutlu hissettikleri her anı ifade eden 'hygge' kelimesi, banyodan sonra temiz çarşafta uyumanın verdiği huzur ya da sevdiğimiz kişinin kafamızı okşamasının sağladığı rahatlık gibi tüm güzel duyguları içinde barındırır.
Japonya’da ağaç yapraklarının arasından süzülen ışık 'komorebi', Fransa’da şans eseri çok güzel bir şey keşfetmek 'trouvaille7, Rusya’da ise nedensiz yere içimize düşen keder 'toska' olarak dile gelir. Hepimizin gördüğü, hepimizin bulduğu ve hepimizin hissettiği; tek kelime, tek söz.
Peki ya, kendi dilimizde doğan, dilimizden düşmeyen ve bazen dile getirmeyi unutuklarımız? Zahmet, acı ve eziyeti içinde barındıran ve her şeye karşı verdiğimiz emek, dünyaya can getiren insan; yaşam kaynağımız anne ve bağlı kalma, sözünde durma, sevgiyi sürdürme hali olarak dile gelen 'vefa'...
Bazıları farklı topraklardan bazıları kaç senelik bir yolcuktan çıkıp bize, dilimize gelmiştir. İşte, çok kullandığımız, bazen hiç duymadığımız ya da bir yerlerden biliyorum bunu dediğimiz dilimize ait tüm bu kelimeler, ilk önce Banu-Onur Ertuğrul çiftinin aklına sonra da kitap olarak bizim önümüze düşüyor.
Gerçekten de bazı kelimelerin ne kadar güzel olduğunu bize gösteren Lûgat 365, her sayfada keşfetmemezi, öğrenmemizi ve hatırlamamızı sağlıyor.
Mayısın sona ermesine az bir zaman kaldı. Haftaya, resmi olarak hem yaza hem de 'kokuların ayı' diyebileceğimiz hazirana merhaba diyeceğiz. Etrafımızı saracak olan güllere, hanımeline ve son leylakların kokusuna da... Yeşili görmeden önce kokusuyla bizi ele geçiren tüm çiçeklere ve bitkilere.
Kokusunu aldığımız her çiçek, her bitki, hatta her şey başka bir parçayla birleşerek bizi etkisi altına alır. Bazen gözlerimiz görmez, kulaklarımız duymaz ya da duyulanlar ve görülenler, biraz beynin oyunları biraz da duyguların baskınlığı sayesinde farklı algılanabilir. Ama koku öyle değildir. Hiçbir zaman tepkisiz kalamadığımız kokular anında bizi ele geçirir. Koku, bir yol gösterici, hatırlatıcı ve uyarıcıdır; aldığımız tatların ve yaratımlarımızın kaynağıdır.
Kokular, göremediğimiz ya da kelimelerle tanımlayamadığımız şeyler hissetmemizi sağlar. Mesela yeni kesilmiş taze çim kokusu tam anlatamadığımız bir ferahlığı hissetirmez mi? Ya da markette burnunuza çalınan muz kokusuyla, bahçesinde muz ağaçları olan yazlığınız gelir aklınıza, eskiden önünde iğde ağacı bulunan eviniz veya kumsal kokan tatil anılarınız... Tüm hatıralarınız ve unuttuğunuzu sandıklarınız, ufak bir kokuyla önünüzde belirir.
Parfümör ve koku uzmanı Vedat Ozan’ın 'Kokular Kitabı' serisi, yaşamımızın her anında karşımıza çıkan tüm bu kokuların etkilerine, tarihine ve her küçük detayına değiniyor. Kokular hakkında merak ettiğiniz her soruya cevap bulabileceğiniz bu çalışma, dört ciltten oluşuyor. Hemen hemen kokuların etkilediği her alanı ele alan ilk kitabın ardından kokunun, parfüm, lezzet ve kültürel boyutlarına da detaylı bir şekilde göz atma şansı buluyoruz.
Okuduktan sonra gerçekten de burnunuzda tütecek olan 'Kokuların Kitabı', en güzel kokulara ve yaza merhaba diyeceğiniz bu zamanlarda zevkle okuyacağınız bir kitap olabilir.
Yaz, çiçekler ve kokular derken birden aklımda peşe peşe canlananlar da güneş, can alıcı renkler ve beyaz Kalla zambakları oldu. Frida Kahlo’nun büyük aşkı, Güvercin ve Fil’in fili ve Meksika’nın en önemli ressamlarından olan Diego Rivera’nın resimlerinde en sık rastlanan öğelerden biri beyaz calla zambağıdır. Kokusunu alamasak da etkileyiciliğinden hiçbir şey kaybetmeyen calla zambağı, bir bakıma yaz aylarının zarif ve görkemli sembolüdür.
Gizemli Babil’in Asma Bahçeleri, eşsiz Versay Bahçeleri ve daha ismini anımsayamadığımız yüzlercesi... Bahçeler, doğanın en güzel resmini sunarken aynı zamanda cennet tasvirlerimizi oluşturan, yaratıcılığın en doğal halini ortaya koyan ve belki de sanatın ortak dilini en çok yakaladığımız yerler...
Temel ihtiyaçların karşılanması için oluşturulmaya başlayan bahçeler, binlerce yıl içerisinde duyguların, fikirlerin, inançların ve yaşamın, şekil bulmuş hali oldu. Her kültürün yansıttığı ayrı değerlere ve hikayelere sahip olan bahçeler, zamanla lüksün ve estetiğin de simgesi haline geldi.
Belki de bahçeler, insanlığın doğadaki hakimiyetini göstermek isteği bir alan ya da daima yenildiği rakibinden, onu nasıl büyüteceğini göstermek için çaldığı bir parça...
Bostanlar karnımızı doyurdu, bağ-bahçe ile emeklerimiz can buldu, hep sahip olmak istediğimiz bahçeli evler ise hayalimiz oldu.
Geniş teraslar ya da küçük balkonlar hiç fark etmez, hepsi şehrin içinde nefes aldığımız kaçış alanları, bizim bahçelerimiz oldu. Güneşi, rüzgarı kesen plansız binalara, suyla kavuşmayan taş zeminlere de en çok bu zamanlarda kızar olduk.
Bu dünyanın sadece bize ait olduğunu o kadar çok iddia ettik ki, bir noktada “DUR!” ikazının gelmesi aslında çok da şaşırılmaması gereken bir şey.
Eskisinden daha fazla bahçeli bir eve sahip olmak istediğimiz bugünlerde, ne baharın gelişine sevinebildik ne de doğanın uyanışına yakından tanık olabildik. Ama her şeye rağmen mayıs ayının getirdiği yaz sıcaklarıyla kendimizi biraz daha iyi hissetmeye başladık.