Dehşet veren bir nefret ve korku girdabının içerisindeyiz…
Karmakarışık bir gündem, neye hizmet ettiği belli olmayan politikalar, hakaret derecesine varan söylemler, gencecik ölen bedenler ve nefret, en çok nefret, nefes almamızı engelleyen bir nefret…
Kabul edilir hale gelmiş ölümler, kandan beslenen vicdansız insanlar… Öyle bir hal almış ki durum, neye üzüleceğimize bile bu vicdanlar karar veriyor sanki, akıllar baştan uçmuş gibi!
Gençler öldü diyoruz, gencecik bedenler, ‘şehitlere ağladınız mı?’ diyorlar…
Gencecik onlar ama diyoruz ‘şu şu partinin adamları, oh iyi olmuş, keşke daha çok ölselerdi’ diyorlar…
Şehitler diyoruz ‘gencecik, öldüler, kahrolsun terör’ diyoruz, samimi değilsiniz diyorlar…
Kadınlar ölüyor diyoruz, kadınlar vahşice her yerde, fiziksel- psikolojik şiddete maruz kalıyor, Meclis’te bile ‘bir kadın olarak sus’ diye ötelenmeye çalışılıyor, susmayacağız’ diyoruz…
‘O laf bilmem ne partisi için söylendi, siz niye üstünüze alınıyorsunuz?’ diyorlar…
Sakince gözlerine bakıyorum, gözlerinde acıyı görüyorum, canım yanıyor, çok yanıyor…
Hayallerinin baharında gencecik bir kız, psikoloji eğitimi alıyor ne güzel! Kolay mı bir evlat yetiştirmek, hepimiz biliyoruz biz anneler, o üniversiteyi kazanmış, az kalmışken ‘geleceğe’, ‘gelecek’ gelemiyor…
Neden?
3 tane canavar yüzünden. 3 canavarın yaşam hakkını elinden alması yüzünden, 3 canavarın, vahşice, korkunç, adaletsizce, insanlıktan uzak, berbat iç güdülerinin esiri olmuş, o 3 canavar, yarım bırakıyor Özge’yi, Özge yarım kalıyor ya, aile ne halde? Ah!..
İnsan olmak ne zaman bu kadar zor oldu? ‘İnsan olma hali’ni ne zaman kaybetti bu ‘varlıklar?’
Bellerine silahları taktığı zaman mı?
Yoksa ‘erkek’ olmayı, yalnızca belirli uzuvlarından kaynaklandığını ‘öğrendiklerinde’ mi?
<#comment>#comment>
Tam 1 yıl önce bugün bomboş bir sayfanın beyazlığının masumiyetine tutuldum, seni gördüm.Seni gördüm, ruhumun eksikliklerini buldum, tam o an, ah bir bilsen…
Seni gördüm, toz pembeler ve en sevdiğim su yeşillerine büründü dünya, kusursuz bir tablo gibi, sen öyle karşımda, ben sana, ben sende, ben seninle…
Seni gördüm, karnımda büyüttüğüm kalbime dokundum, paylaştığım hücrelerimin canlı halini gördüm, kusursuz diyebileceğim bir tarihe büründüm.
Seni gördüm, gözlerimde arındırıcı bir yaş, yaşamın tüm kötülüklerini temizleyebilecek, akıttım, arındım.
Seni gördüm, dualarımın yeryüzündeki haline bayıldım, hayallerimde doğurup, karnımda büyüttüğüm duam…
Seni gördüm, gerçek bir ‘Duygu’ oldum, GERÇEKTEN, var oldum…
Seni gördüm, karnımda oluşturduğun boşluk, kalbimi fazlasıyla doldurdu, kalbim taştı, kocaman oldu, kalbim oldun.
Seni gördüm, çok bahsettiğim ‘aşk’ın en güzel parçasından tattım, zamanın ‘leyla’sı oldum.
Vakit kış olsa da ben bir 'Yaz'ın 'Gölge'sinde tam da bugün. Seni gördüm. Güneşim oldun.
Ruhum bölünmüş ikiye, benden kalan, benden gelen, benim parçam, 9 aylık beden yoldaşım, tam bir yıldır en iyi arkadaşım, tamamlayıcım, zamanlayıcım, sebebim, kızım…
Seni gördüm,
Anne oldum.
Bana bu güzel hisleri yaşattığın için teşekkür ederim sana.
Bu kusursuzluğu bu dünyada hiçbir şey veremezdi bana, anladım.
Masumiyetin, huzurum oldu, sen doğdun, ben oldum.
İyi ki doğdun güzel kızım Gölge Yaz, iyi ki doğurdum…
Tam 1 yıl önce bugün bomboş bir sayfanın beyazlığının masumiyetine tutuldum, seni gördüm.
Seni gördüm, ruhumun eksikliklerini buldum, tam o an, ah bir bilsen…
Seni gördüm, toz pembeler ve en sevdiğim su yeşillerine büründü dünya, kusursuz bir tablo gibi, sen öyle karşımda, ben sana, ben sende, ben seninle…
Seni gördüm, karnımda büyüttüğüm kalbime dokundum, paylaştığım hücrelerimin canlı halini gördüm, kusursuz diyebileceğim bir tarihe büründüm.
Seni gördüm, gözlerimde arındırıcı bir yaş, yaşamın tüm kötülüklerini temizleyebilecek, akıttım, arındım.
Seni gördüm, dualarımın yeryüzündeki haline bayıldım, hayallerimde doğurup, karnımda büyüttüğüm duam…
<#comment>#comment>
Günlerdir simsiyah bir bulutun içerisinde yolculuk yapıyor gibiyiz, önümüzü göremiyoruz, oksijen epey az, boğazlarda hep bir yumru günlerdir, ah biz, biz nerelerden gelip nerelerde son buluyoruz?Aniden geldi kış. Ani. Bir anda soğudu ortalık, ürperti ve içimizi buz tutturacak cinsten. Bir tek kış değil ya suçlu, günlerdir manşetlerden inmeyenler, en çok üşüten, üzen, yıpratan, kahreden…
Öyle ölümler ki, öyle bir gündem ki..
Yerin kaç kat altında su basan madende sıkışmış hayat yorgunu 18 işçi, 18 can, 18 hayat, bilmem kaç evlat, bilmem kaç yıl, gün, saat… Bir kömür kaç ömür?Sorulan sorular, beklenen cevaplar. Cevaplar hep stabil, hep birbirinin kopyası, klasik açıklamalar, suçlamalar… Gerçekse, madende sıkışmış kalmış 18 can. Henüz çıkarılamamış…
Çarşı izinlerindeyken haince öldürülmüş 3 asker… Öyle acıklı hikayeler, giden 3 can, kalanlar hep yarım, hep eksik…
Aşeren karısına ayva alırken öldürülmeyi kim hayal etmiştir peki? Gencecik bir astsubay, eşi ve karnındaki bebekleri… Kahredici, mahveden, haksızca bir son…
Sonra her gün ve her gün onlarca 3. Sayfa haberi… Ölenler, öldürenler, trafik kazaları…
Ölüyoruz, bilgisizlikten, düşüncesizlikten, bencillikten, hainlikten, insafsızlıktan, insansızlıktan ölüyoruz her gün. Her gün kahroluyoruz. Dağıtamadan bir kara bulutu, bir diğeri ekleniyor önümüze, göz gözü görmüyor ya, kör olmuşuz, ölüyoruz.
Şimdi gözlerimin içerisine 5 yaşındaki bir kız çocuğu bakıyor. Nasıl ölmüş biliyor musunuz? Anaokulu servisinden inip, öğretmeniyle karşıdan karşıya geçerken… Ben ona bakıyorum, o bana bakıyor, özür diliyorum, o duymuyor. Ellerimle koydum haberi siteye, içimden en çok geçen cümleyi manşet yapıp: Bu acıya nasıl dayanılır?Sahi, biz bu kadar acıya nasıl dayanıyoruz?
Toplum olarak kabul ettik mi böyle kolayca ölmeyi yoksa?
Her sokağa çıkıp eve döndüğümde ‘şükür bugün bir şey gelmedi başımıza’ duam ve paranoyalarımla çok zor baş ediyorum. Ve inanın artık bu ülke, bu yaşam beni korkutuyor.Samimiyetle söylüyorum; korkuyorum…
Sağlıklı, huzurlu günler temennim, ah keşke…
Benim ölmekten yorulmayan ülkem...Son günlerde kızımdan sonra bana izleyerek huzur veren tek şey; Goran Bregovic konserini sizlerle paylaşmak isterim. Onları izlemek bana huzur veriyor, bir deneyin belki size de verir…http://www.youtube.com/watch?v=vsXsTYfrQIw
Günlerdir simsiyah bir bulutun içerisinde yolculuk yapıyor gibiyiz, önümüzü göremiyoruz, oksijen epey az, boğazlarda hep bir yumru günlerdir, ah biz, biz nerelerden gelip nerelerde son buluyoruz?
Aniden geldi kış. Ani. Bir anda soğudu ortalık, ürperti ve içimizi buz tutturacak cinsten. Bir tek kış değil ya suçlu, günlerdir manşetlerden inmeyenler, en çok üşüten, üzen, yıpratan, kahreden…
Öyle ölümler ki, öyle bir gündem ki..
Yerin kaç kat altında su basan madende sıkışmış hayat yorgunu 18 işçi, 18 can, 18 hayat, bilmem kaç evlat, bilmem kaç yıl, gün, saat… Bir kömür kaç ömür?
Uzun zaman olmuş, epey uzun zaman…
Ah neler değişti bir bilseniz! Duygularım, harflerim, kelimelerim, cümlelerim yetse anlatmaya size bu değişimi, ne çok isterim, bir bilseniz…
O zaman, başlayalım, yettiği kadar…
Zamanın getirip götürdüklerinden epeyce bahsetmiştim önceleri, ah o güzel aşk, güzel adamı, sevmek çok sevmenin nasıl bir his olduğunu… Kocaman bir aydınlıkla beni sarmalayan aşk, her yeni günde dünyama huzur katıyordu, ne mutlu bana, fazlasıyla mutlu, yaşıyordum.
Ah şu yedi tepeli taşı toprağı altın şehir! Ah! Hayalleri mi süslerdin, kucak mı açardın bilemem ama artık sanki gitmemiz için bize yalvarır oldun. Olsun, canın sağ olsun…
Bitmişiz gibi yaşıyoruz, şehir öyle yorgun, omuzlarından her an atacak gibi bizi, ha düştü ha düşecek… Yıpranmış, üzülmüş, griye boyanmış, mutsuz şehir olmuş… Bulimik İstanbul kusuyor insanları, sığmıyoruz, sığamıyoruz, on binlerce otomobil, insanlar, insanlar… Her gün bin şikayetle yaşar olduk, her yeni gün şikayetlerimizde İstanbul…
Kalabalık şehir, öyle kalabalık ki! Saatlerce upuzun araç kuyrukları, saatlerimiz trafikte geçiyor. Neden? İşimize gitmek için, masumca, evimizden işimize gitmek için. Hele biraz uzakta oturuyorsanız, hadi kaostan uzaklaşalım, biraz yeşilde yaşayalım diyenlerseniz sizde, günde 3-4 saat trafiği göze almak zorunda kalıyorsunuz.
Bunun bir çıkar yolu var mı bilmiyorum. Bu trafikten kurtulup, huzura erdirebilir miyiz İstanbul’u? Çok değil belki 8-10 sene öncesine dönebilir miyiz bilmiyorum. Bir yerden başlamak gerek ama… Bir şekilde… İstanbul mutsuz, İstanbul’da yaşayan insanlar mutsuz… Sloganlar atmak yerine bir an önce icraata geçilmesi gerektiğine inanıyorum ve evet belki vaat edilen –büs’ü olmayan metro, trafiği, insanları ve İstanbul’u rahatlatacak. Ha, metrobüs inşaatında çektiğimiz eziyeti metro inşaatında da çekeceksek, almayalım kalsın artık gücümüz kalmadı iyi bir şeylere kavuşmak için, aylarca sıkıntı çekmeye…
Kavurucu yaz günlerinin arasında huzurumu bağışlayan, ılık rüzgarlı ‘gölge’mi buldum, dinleniyordum.
Tatil değil, içsel bir yolculuk benimki, dönen dünyaya inat, içimde yarattığım dünyamda, baş ağrısından uzak, ‘umut’larım, ‘yaz’larım, ‘güz’lerim, ‘gölge’m içimde, şükür, yaşıyorum.
Sahi epey zaman oldu ‘yaz köşe’mden ayrı kalalı, biraz küskün, biraz yorgun, biraz sabırlı bir bekleyişti benimki, sonra çok sevgili bir ‘abi’m ültimatom verdi: YAZ.
Hep derim en güzel kelime ‘UMUT’, bilen bilir. Kalbim sonsuz umut dolu, içimde hınzırca bir kıpırtı, şakalar yapıyoruz birbirimize, dışım ağlar görünse de bazen içim hep gülüyor. İçimde bir bebek, çoğu zaman bana ‘anne saçmalama’ diyor. Gülüyoruz birlikte, dünyaya, dünyamızdan…
<#comment>#comment><#comment>#comment> Nisan. Ne çok severdim. Hep. Haberci nisan. Her seferinde bir şeyler getirdi bana ama geçen yıl mutluluğun doruk noktasını…
Baharı herkes sever. Neden sevmesin ki! Kasvetli, durgun, soğuk kışın gittiğinin habercisi, canım bahar, ruhları aydınlattı, insanları huzura ulaştırdı. Ne güzel her bahar…
Yine öyle bir nisan ayı, çok değil yalnızca bir sene önce, ittirsen de ittirmesen de gidiyordu zaman, solgun kışın etkisinde, az biraz kasvetli, güneşe hasret ruhum, ‘hadi oradan’ derken bana, aniden, 19 Nisan’da, kalbime baharı getirdi, bir daha hiç gitmedi…
Yaz çocuğuyum derdim, baharı başka severdim, bilirmişim ki, geçen yılın baharında, bir daha doğdum ben, tertemiz, pırıl pırıl aşka, mutluluğa…