Yıl hesabı zorlanmasam yaparım tabii ama ben bir saat sonra saymayı bırakanlardanım. Aşağı yukarı 30 yıllık gazeteciyim illa bi’ zaman söylemek gerekiyorsa. 9’umda karar verdim bu Stockholm Sendromu kıvamındaki aşkı yaşamaya.
Siyah beyaz bi’ noktaya dikmiş gözlerimi, heyecandan öylece Ümit’in gelmesini beklerdim... Çünkü ‘O’ gelince siyah beyaz dünya bi’ anda deryaya dönüşürdü... Kağıt gemimin dümenine geçip şöyle bir tur atardım. Dört duvar kasabamın Ümit’iydi o. Benim göbek adım da Ümit’ti. “Alter egosu Ümit dolu olsun” demişler bence büyüklerim. Ne hayal kırıklıkları varmış ki demek, ne temennilerini beslemiş hayatlarına dair bu göbek adım... Bi’ resmiyet kazandırmamışlar ama daha içten, sessizce yazmışlar hayatıma. Saklamışlar nazarlardan...
Ben ise saklı adımla tam olarak O’nu gördüğümde tanıştım. Bu tanışmayla tanışmanız için, Ümit’siz geçmişimden başlamam lazım ama önce…
Küçümsemeyin...
8-9 yaşlarındayım... Sakın “O yaşların ne geçmişi olur ya?” deyip mevzuyu bir matematik hesabına indirgeyip küçümsemeyin... ‘Erno Nemeçek’e, ‘Tom Sawyer’a, ‘Oliver Twist’e, ‘Peter Pan’a hakaret sayarım. Orta halli bir kasabanın, her çocuktan bir parça aklı havalarda gezinmeyi seven çocuğuydum. Anne, baba solcu olunca ekstra kıyakların oluyor bu hayatta uçmak için bazen. Çok erken bi’ oda kültürü... Ki... Bu sığınak... Çok erken de bir kütüphane konuluveriyor hayatına. Bi’ de ‘Ne neden’ anlamıyo, sormuyosun ama fark ediyorsun misafir odasız bi’ evde büyüdüğünü. Diğer evlerden farklı ulu orta. Herkes, sen kadar misafir, sen herkes kadar misafir...
Kağıt gemi
Defter kabı ciltlerken bi’ anda annen kağıt gemi yapıp yüzdürüyor halının üzerinde. Odana kapandığını gören baba, elinden tutup çatıya çıkarıyor, yıldızlara bakıp hayal kuruyorsun. Sen Peter Pan olmaya öykünürken, bi’ bakıyorsun işçi baban aslında Peter Pan... Kasaba da kent olmaya öykünüyor gereksizce o zamanlar. Bi sürü inşaat, bi sürü kum tepeleri. Betonların gölgesi, ‘Sen kızsın’ ötelemesiyle ilk tanıştığım yerler. 1. kat sorunsuz, 2. kat sorunsuz... Uçuyoruz kum tepelerine. Atlama seviyesi 3. kata yükselirken, bir erkek akranın bağırıyor arkandan kendini yırtarak! “Sen kızsınnnn oradan atlayamazsınnn.” Sesinin tonundaki kibri önce kalbim duyuyor. Velet!
Cuma günü Hakkari Çukurca’da 8 askerimiz şehit oldu.
Aynı gün, PKK bombasının onlarca köylünün canını aldığını da öğrendik.
Ardı arkası kesilmeyen bu acılar yaşanırken doğal olarak birçok konser, etkinlik de iptal edildi.
Bunlardan biri de; Kayseri’de 15 Mayıs’ta çocuklar arasında yapılacak uçurtma şenliğiydi. İçim burkuldu.
“Hadi biz büyükleri geçtim” dedim. “Her sevincimizin kursağımızda kalmasına alıştık” dedim.
Ama; ülkeye karabasan gibi çöken karanlığın çocukların uçurtmasını vurmasını kabullenemedim...
Aynı dakikalarda AP’nin fotoğrafları geldi masama: Bir defile, yer İstanbul Haydarpaşa.
Onlarca insan, garda oturmuş keyifle, kah neşeli kah pür dikkat tesettür defilesi izliyor. Son modaymış.
Bir Anneler Günü yazısı yazayım dedim. Kendi anneme de hediye olsun.
Böyle içinde gücülükler olsun, öpücükler olsun.
Ne bileyim işte; bahara yakışır olsun, anaya yaraşır olsun...
Ama daha bir kaç saat önce şehit oğlunun tabutuna öpücük konduran, kafasına roket düşen minicik kızını uğurlayan annenin gözyaşlarını görmüş bu gözler...
IŞİD’in roketli saldırılarında 4.5 ayda 21 kişi öldü. Son kurban 6 yaşındaki Nisa’ydı. Kızını önceki gün toprağa veren anne Zehra Dönmez “Neden kimse bir şey yapmıyor” diye gözyaşları içinde isyan etti.
El gitse, beyin duruyor, beyin gitse, vicdan insanlığımı muhasebe masasına oturtuyor.
Karşıma zırt pırt çıkıp yazdığım satırları ayıplıyor. Börtü böceğe ‘insan mualemesi’ yapan bir kadının evladıyım sonuçta.
Bu hafta bir fotoğraf gördüm, saniyesinde gözlerim doldu. Kalbim ısındı.
Aynı anda canım da çok yandı...
Evet inanılmaz ama; bunların hepsi birkaç saniye içinde oluverdi.
Belki güleceksiniz; ama yine de anlatacağım: Kanal D’deki ‘Renkli Sayfalar’ bu perşembe ‘Bizimkiler’ dizisinden Cemil’i ve eşi ‘Sevim’i ağırlamış.
Ben ikisini bir arada görünce bir mutlu oldum anlatamam.
Kapıcı Cafer’i, yönetici Sabri Bey’i, Katil’i, Muhasebeci Ergun’u ve daha neleri hatırladım.
Özellikle, pazar günleri bizim eve getirdikleri neşeyi...
O zamanları nasıl özlediğimi farkettim. Burnumun direği sızladı. Utanmasam ağlardım.
12 Haziran 2007’de Ümraniye’de bir gecekonduda 27 adet el bombasını, elleriyle koymuş gibi bulmalarıyla başladı her şey...
Sepete iki çürük elma koydular, yüzlerce pırıl pırıl insanın itibarıyla vicdansızca ve arsızca oynadılar.
Tırnakları bile olamayacakları onlarca değerli insanı kahrından öldürerek, seri cinayetlere imza attılar.
‘Kumpas’ olduğu apaçık belli olan bu vahşi kıyıma karşı çıkanları da her zamanki gibi ‘Darbeci’ diye yaftaladılar. (Sayın okur burada zorunlu olarak şöyle bir not düşmek istiyorum: O dönemler konjonktür gereği demokrasi tramvayına binildiği için, ‘hain’ kelimesi henüz literatürde tedavüle sokulmamıştı.
İner inmez, zaten güzide kelimemiz altın çağını yaşadı.)
Dönemin Başbakanı Erdoğan, kendisini millet adına bu davanın savcısı ilan etti
Dönemin Başbakan Danışmanı Akdoğan bu dava için “Sadece bir zihniyetten hesap sorulmamış, aynı zamanda bu anlayış yargı yoluyla tasfiye edilmiştir” dedi.
Evet doğru! Bir zihin, başka emellerin temelini sağlamlaştırmak için tasfiye edildi.
Eylemlerin ne kadar haince, eylemcilerin de ne kadar hain olduğunu anlatmak için Gezi Parkı’nda ağaçlarla röportaj yapacak kadar kendinden geçmiş biri, tedavi altına alınmadığı, aksine ‘parlak gazeteci’ kadrosunda çalıştırıldığı bir ülkede yaşıyoruz.
Hadi biz ne yalan söyleyeyim alıştık. Deri pantolonlu erkeklerin, türbanlı kadının üzerine işediği, penisleriyle kadını dövdüğü gibi sapıtık fantezilerini haber yapanların köşebaşlarını tuttuğu ülkeyiz neticede.
Ama keşke kol kırılıp da yen içinde kalaydı. Hastanelik bir vakaya, hiç olmazsa yurt dışı yasağı falan koyulaydı. Hiç değilse rezaletimiz ‘yerli-milli’ olaydı.
Alman TV’sinin kapısına dayanıp, “Bakın, basın özgürlüğü olsaydı elleri cebinde olan kişi bana kahve ısmarlardı” diye anons yapılamasaydı.
Derdim bu adam değil. Bana, en fazla Sadettin Teksoy’lu zamanları özlemle hatırlatıyor o kadar.
Ama bizim trajedimize, dünya, komedi muamelesi yapıp kahkahalarla gülüp eğleniyor ya...
İşte bu benim çok zoruma gidiyor.
Üç cümlenden biri; ‘Üç çocuk yapın’ olsun, sabah akşam ‘aile’ kavramının ne kadar değerli olduğundan dem vur, sonra da yavrucakların tecavüze uğradığı vakfı ihmal ve yetersizliklerinden dolayı cezalandırmak yerine, savunmak için kendini parala!
Allah göstermesin, kendi çocuklarının başlarına gelse ne yaparlardı?
Acaba bu müesseseye ‘Bir kerecikten bir şey olmaz’ diyerek çocuğunu emanet eder miydi?
Yoksa o kurumu onların başlarına mı yıkarlardı? Gerçi, garibanın dışında kimsenin yolu da oralara düşmüyor o da ayrı.
Sakın ‘Gönderirim’ derlerse yemeyin: Şehitlik mertebesine övgüler düzenlerin soyadlarıyla dolu bedelli askerlik listeleri!
Evlat sevgisi, hayatta hiçbir şeye benzemiyor.
Sağa sola; tarafsızlık, ideolojik körlük dersi veren değerli zatlar: Çok şey istemiyorum: Sadece 1 dakika dürüst olun, sadece 60 saniyecik!
Bu süre bile, Türkiye’yi uzun zamandır olamadığı kadar ‘tek yürek’ yapacak bakın görün.
Washington sokaklarında üzerinde ‘Başkan Erdoğan’ı seviyoruz’ yazan LED’li reklam kamyonları hâlâ dolaşırken, o ülkenin başkanı tarafından milyonların gözü önünde topa tutulduk. Var mı ötesi?
43 yaşındayım, böyle üzücü bir şey ne duydum, ne işittim. Anamdan babamdan bana böylesi hüzünlü bir hatıra aktarılmadı. Okuduğum kitaplar böyle incitici bir olayı hiç yazmadı.
Şimdi biliyoruz, günlerce ‘Değerli yalnızlığımız’ senfonisi dinleyeceğiz. Fesat dış mihraklardan, dört tarafımızı saran lobilere kadar uzanıp lanetler okuyacağız. Yine bol keseden vatanseverlik dersleri alacağız.
Ama Allah aşkına, Amerika’dan dönünce birilerine; bina içinde “Biz çok özgürüz, demokratız” derken, bina dışında eylemci dövülemeyeceğini, böyle bir şeyin ancak ve ancak mahalle toplantısı gibi yerlerde mümkün olabileceğini tane tane anlatın. Gerekiyorsa bu konularda hızlandırılmış kurslar açın.
Bir de ricam: Ülkemizin itibarına böylesine zarar veren şahısların lütfen ama lütfen ‘Paralel’ olduğunu söyleyin. Söz! Bu kez isteyerek, bilerek, canı gönülden kanacağım...
Vatanseverlik dersi vereceklere
ABD’nin özgürlük konuşmalarını, kendimi bildim bileli Hollywood filmi izler gibi izlerim. Çünkü onlarda gerçekle kurgu hep iç içedir. O yüzden, bu konularda hiçbir zaman referansım olmaz.