İnsan beyni kavramlar ile düşünür; kelime haznesinin doluluğu oranında kendini ifade etme sınırı genişler, kelimeler arasında itinalı ilişkiler kurabildiği nispette ifadeleri güçlenir. Her kavram, yeni bir anlam dünyasının kapısını aralayan anahtar gibidir. Böyle olmakla birlikte, bu anlam dünyalarının, kendi içinde de keşfedilmeyi bekleyen ayrı ve gizil dünyalar vardır. Kavram anahtarları ile birçok anlam dünyasının kapısını aralamış ve bu dünyalardaki derinliklere dalmış insanlar, yolculuğa başladığı yerdeki insanların cılız seslerini duymakta git gide zorlanır ve kendi seslerini duyurmakta da güçlük yaşarlar. 500 kelime ile düşünenin 5 bin kelimeyle düşüneni anlaması pek mümkün değildir. Bir de bu 5 bin kelimenin içindeki anlam dünyalarında yolculuğa çıkılmışsa bu durum, iki farklı gezegen insanının birbiriyle karşılaşması gibi olacaktır. “Kabul etmeliyiz ki ışık kavramının Tarkovski için ifade ettiği anlamlar ve yaşattığı duygular ile bir elektrik ustasına yaşattıkları birbirinden çok farklıdır.”
Kendini büyük bir psikolojik buhranın içinde bulmuş “modern çağ” insanın düşünme yetisi ve kavram zenginliği bu çağda büyük bir darbe aldı. İçinde bulunduğumuz çağ, teknolojik gelişim anlamında atılan dev adımların beraberinde getirdiği kavramlara ve bu kavramların oluşturduğu yeni dile mecbur kıldı bizi. Örneğin beğeni kavramı ile 21. yüzyıl insanının aklına gelen şey sanal uygulamalarda aldığı reaksiyondur. Beğeni kavramı günümüz insanının zihninde bu kadar dar ve kısır bir alana hapsedilmiştir. Fazla değil, birkaç yüzyıl geriye gidip Michelangelo"nun estetik, zarafet ve beğeni kavramları arasındaki heyecan verici gizli temasları yorumlamasına baktığımızda yozlaşmanın vahameti ortaya daha net çıkacaktır.
İçinde yaşanan zamanın dinamikleri, toplumda belli alışkanlıkların oluşmasını sağlıyor; bu alışkanlıklar beli bir tekrar ve zaman denkleminde yaşam tarzına dönüşüyor. Bu yaşam tarzını oluşturan dinamiklerin yapısı ise kendi kavramlarını üretiyor. Gündelik yaşamında sürekli aynı şeyleri tekrar edip duran insan, önünde hazır duran aynı kavramları kullanıyor, bu kavramlar ile düşünüyor ve hayatı öyle algılıyor. Burada tam olarak bir kısırlaşma ve yozlaşma söz konusu… Sürekli aynı kavramlar ile konuşup düşünen “modern çağ” insanının olay ve olgulara olan yaklaşımı da o yönde kısır ve basit oluyor. Böyle bir insan gelişemez ve geliştiremez. Kendi ve etrafındaki olup bitenlerin mahiyetini anlayamaz. Kendine ve kainata yabancılaşır. Sonsuz manalar ve duygular ile örüntülü olan yaşamı izole bir fanusun içinde yaşar. Bu bir hapis halidir aslında; yaşam içinde gizlenmiş anlamları keşfedemeyen insan esaret altındadır, hapistir. Dünya üzerindeki aldanmışlar arasında en bedbaht olan kişi parasını dolandırıcılara kaptırmış olan değil, kendi gerçekliğini yaşamın gerçekliği sanan kişidir. Bu kişinin hayata dair gösterdiği yaşamsal çaba, gökkuşağını tanımlamaya çalışan doğuştan kör bir adamın çabası gibidir.
Ben, insanın okuması gerektiğine, kendinden başlayarak kainatı ve içindekileri dikkatlice okuması gerektiğine inanıyorum.
Bir şey olmaya çalışmak ile bir şey yapmaya çalışmak arasındaki derin ve önemli ayrımı anlayabilme yetisinin çok küçük yaşlarda büyük darbeler aldığını söyleyebilirim.
Bizi çok seven insanların, bu darbeleri vururken durumun farkında olduğunu sanmıyorum; bilinçli bir eylem değil bu.
"Mühendis ol, doktor ol, öğretmen ol" gibi zehirli iyi niyet çiçekleri ile bezeli telkin görünümlü toplumsal kaynaklı aile dayatmalarının geldiği nokta; çocuk mühendis oluyor fakat hepsi bu kadar. Sadece mühendis!
Zihnin derinliklerinden gelen baskın misyon gerçekleştirilmiş oluyor.
Amaç mühendis olmaktı ve oldum.
Hakeza amaç doktor olmaktı ve oldum.
Muhterem Mustafa Sandal beyefendinin söylemiş olduğu gibi:
Evet, zihninin derinliklerinden gelen baskın misyonu, bir şey olma misyonunu tamamlayan mühendis, doktor beylerin maalesef hiç mi hiç şansı yok.
Yaşanan olumsuz bir hadise üzerine, geriye dönüp olayın nasıl cereyan ettiğini diyagramlar ile anlatmak, çoğunlukla yurtdışı kaynaklardan çeviri yaparak kopyaladığı iyileştirici faaliyetleri sunmak ve o dakikadan sonra aşağı yukarı nelerin olabileceğini “tahmin etmek”…
Yaşanan salgın sonrası, unvanında yönetici mentoru (akıl hocası), eğitim koçu, danışman, teknoloji iletişimcisi ve bilmem ne yöneticisi gibi birtakım tanımlamalar olan kişilerin farklı dijital uygulamalar aracılığıyla canlı yayınlar yaparak "Şu an size dünyayı kurtaracak bilgileri veriyorum" edasıyla anlattığı şeylere dikkatlice kulak verirseniz, esasen içinde hiçbir şey olmadığını, mevcut hadiseyi, yukarıda ifade ettiğim gibi asgari bir bilgi ve basit bir yöntemle ele aldıklarını, bunu yaparken birkaç kitabı ve bilim adamının sözünü dayanak yapıp, atıfta bulunduklarını rahatlıkla göreceksiniz.
Saçma sapan ve uydurma unvanlar, hususi seçilen marjinal kavramlar ve alakasız benzetmelerle yürüyen kervanlar…
"Kendi çalıp kendi oynuyor" diye çok güzel bir deyimimiz vardır bizim, bilirsiniz!
Asıl dert nedir peki?
Asıl dert; istifade etmek.
Fırsattan yani…
“Bu süreçten bir danışmanlık işi çıkartıp ilk köşeden dönmek, asıl dert”
Bir şeyin iyi mi, kötü mü yoksa faydalı mı, faydasız mı olduğunu sorgulamak doğal ve basit düzeyde bir analizdir. Teorik ve sistemsel düşünen biri için bu düzeyde bir sorgu önemli ve öncelikli değildir.
Bir anlam arayışı ile bir fayda arayışının çıkış noktaları aynı olabilirken varış noktaları birbirinden oldukça farklıdır.
Çoğu zaman her ikisi de aynı şeyleri arıyor gibi görünseler de ulaşmak istedikleri sonuçlar çok başkadır.
Bir denizci ile bir gök bilimci; her ikisi de de ufuk çizgisini arar fakat ikisinin ulaşmak istedikleri şeyler çok farklıdır.
Denizci, bundan bir yarar sağlamayı hedeflerken gök bilimci, faydaya ulaşmak değil, bilmek ve anlam bulmak çabası içindedir.
Profesyonel alanım ve işim gereği çok fazla insan ile iletişim halindeyim.
Gün içinde birçok insanla bir araya gelir, anlattıkları şeyleri daha evvel hiç duymamış gibi ve uzun uzun dinlerim.
Anlattıkları şeylerin çıkış ve varış noktasını anlamaya çalışırım.
Bugünlerde, normal zaman ve zeminde göremeyeceğimiz düzeyde bazı artışlar görmeye başladık etrafımızda.
Nedir o artan şeyler?
Muhakeme kabiliyeti, şefkat, yardımseverlik, empati, anlayış, saygı, muhabbet, özlem, ilgi, alaka, naiflik, paylaşma, özveri, iş birliği vs.
Tüm bunların artmasına sebep olan / olabilecek birçok şey sayılabilir, farklı yorum ve okumalar yapılabilir.
Bu birçok sebep arasına bir renk, bir yorum ve bir pencere de ben eklemek istedim.
Olur ki o pencereden kafayı uzatıp bakmak isteyenler çıkar da kendime bir fikir ortağı ve duygudaş edinmiş olurum…
Çek asıllı Fransız yazar Milan Kundera “Yavaşlık” adlı eserinde ne diyordu?
Hadiseler vuku bulmadan evvel inisiyatif alarak hareket eden ve gelecekteki belirsizliği ortadan kaldıran yaklaşımın adı, 'koruyucu yaklaşım'dır.
Akıl ve muhakeme sahibi hiç kimse, cüzdanını yolun ortasına bırakıp "Önce kaybolsun sonra bulurum" diye düşünüp hareket etmez.
Akıl ve ruh sağlığı bozulmamış olan hiç kimse kendini hareket halindeki bir aracın önüne atıp "Sonra iyileşirim" diye bir düşünce içine girmez.
Normal şartlarda, önce zehir içip sonra hastaneye koşan birilerini de görmeyiz.
Hakeza denizin ortasında yol alan bir gemiden atlayıp, "Ne olsa birileri gelip beni kurtarır" diye düşünen de yoktur!
İnsan fıtratında doğal bir korunma güdüsü vardır. 'Öz koruma' da diyebiliriz bu duruma.
Evet, insanda böyle temel bir güdü var ama insan, doğasının pragmatik (faydacı) olması sebebiyle eylemlerini, elde edeceği sonuçlara göre şekillendirir.
Bu güdüler, belli öğreti ve kutsallar ile disipline edilmezse şayet, kendine doğal koruyucu fakat başkasına duyarsız kalabilir.
“Önce inançlar değişir, sonra pratikler…”
İçten içe sızarak giren değişim bütün bünyeyi etkisi altına alır.
Önceleri geçmişe özlem, mevcut olanı yadırgama ve yakınma söz konusudur.
Zamanla yakınma, yerini kabullenmeye ve alışkanlığa bırakır.
Bir zaman sonra hiçbir değişim yaşanmamışçasına kanıksama başlar.
Yakınılan şeyler bir süre sonra olmazsa olmaza dönüşür.
Daha da sonra her şey büsbütün değişir ve geçmiş yok olur.
Öyle bir zaman gelir ki nesil değişir ve geçmiş, bir his olarak bile kalmaz.
Normalleşmeli miyiz gerçekten?
Yaşadığımız sorunların ardından normale dönmeyi mi umut etmeliyiz?
Gerçekten böyle mi yapmalıyız?
Ya yaşadığımız sorunlar geçmişteki normallerimizin eseriyse…
Ya sorunlarımızın sebebi alışılagelmişlerimiz ise…
Bunu hiç sorgulamadan geriye dönmeyi mi isteyeceğiz?
Yine “normalleşip” ondan sonra daha büyük sorunlar ile mücadele etmek zorunda kalırsak…
Ben diyorum ki;