Bu yazı, son 5 senedir Türkiye'den çıkan ilk dünya starı olması beklenen Aleyna Tilki'nin Retrograde şarkısı ve klibi ile Kerimcan Durmaz'ın Peşimde şarkısı ve klibinin karşılaştırması için yazılıyor.
Evet. Neden diyeceksiniz. İki şarkının kulvarları aynı değil. Biri piyasaya şarkıcı olarak çıkan 21 yaşında birinin pop şarkısı, diğeri senelerdir sosyal medya fenomeni ve DJ olarak anılan birinin Trap şarkısı diyeceksiniz. Eyvallah. Ben uzun zamandır Kerimcan'ı takip ederim hikayelerini haftada birkaç kez denk geldikçe izlerim. Aylardır her izlediğimde klibinden ve şarkısından bahsetti. Şarkının yazıldığı günlerden klibin çekildiği güne, Kerimcan'ın o gün eve nasıl yorgun argın döndüğünü, klibin yayınlanacağı tarihin defalarca ertelenmek zorunda kaldığını, klip yayınlanma tarihi netleştirmeye çalıştıklarına kadar her şeyi hatırlıyorum. Kısaca, nereden baksan 4-5 aydır tek gündemi buydu. Dolayısıyla klipteki emek, dans, prodüksiyon her şey de bunu kanıtlar nitelikteydi. Diyeceksiniz ki 'E sen sıkı bir Kerimcan fanıymışsın, bu kıyaslaman adil değil ki'. Bir dakika, zaten henüz kıyaslamaya başlamadım. Aleyna'yı da nasıl sıkı takip ettiğimi ve son birkaç ayını anlatacağım.
Kerimcan'ın son 4-5 ayında tüm enerjisini şarkıya ve klibe verdiğini söylemiştim. Aleyna'ya gelecek olursak... Aleyna'nın Exxen'de yayınlanan dizisi 'Bu Benim Masalım'ın çekimleri de uzun zamandır devam ediyor. Aleyna bu diziye çok emek sarf ediyor, şarkılar yazıyor, bu şarkılar için stüdyoya giriyor, ayrıca çekimlere gidiyor. Tam zamanlı bir iş. Temposunu tahmin dahi edemiyorum. Onun da Retrograde ile ilgili çalışmaları uzun zamandır devam ediyor. Bir sene öncesinde şarkının tanıtımında sürekli öne çıkarılan Diplo ile fotoğraf altlarında yorumlaştılar defalarca, herkes bu samimiyetin nereden geldiğini sorguladı. Aleyna ise Eylül ayında ilk kez alelade bir magazin röportajında "İngilizce 'albüm' yapıyorum" dedi. Klibe baktığımızda da Kerimcan'ın ki kadar efor sarf edilmiş bir durum yoktu. Demek istediğim, maalesef Aleyna enerjisini ikiye bölmüş. Dizi büyük ihtimalle ağır basmış. Çünkü Aleyna spot ışıklarını çok seviyor ve bir dizi başrolü onu çok heyecanlandırdı. Sesine ve dış görünüşüne güveni de tam. Bu nedenle Retrograde'e tam asılmamış.
Karşılaştırıyorum çünkü. Az önce anlattığım gibi, Kerimcan'ın klibi yayınlayacağı tarih uzun zamandır belli. Instagram'da başka hiçbir şeyden bahsetmedi aylardır. Karşılaştırmayayım, yapmayayım, kulvarları farklı dedim dedim ama dayanamadım. Herkes gibi... Aynı gün aynı saatte yayınlanan iki iddialı İngilizce şarkı söz konusu. Klip yayınlanma gününü Kerimcan'dan sonra duyuran Aleyna'nın yaptığı, bile bile ladesti. Tabii ki isimleri yan yana gelecekti.
Klipte toplam 7 dansçı var. Sade, fütüristik ve Aleyna söylemese uzay aracı olduğunu çok da anlamayacağımız bir mekanda geçiyor. Bu arada Aleyna klip için "Bilim adamı yönümü göstereceğiz" demişti. Böylesine iddialı girdiği bir işte Aleyna'nın çatır çatır dans etmesini beklerdim. Ama kendisi klibin başında bir dans edecek gibi oluyor, heyecanlanıyoruz sonra yarıda kesip kameraya şuh bakışlar atmaya devam ediyor. Saçlarını savuruyor ve salına salına yürüyor. Autotune yüzünden zaten Aleyna'nın sesi olduğu anlaşılmıyor, üstüne bir de klipte sadece yürüyen bir kız. Cool olmak için ciddi bir çaba söz konusu. Ama o beline kadar sarı saçlarındaki fırça izleriyle çok da mümkün değil. Dudakları da maalesef hareket etmeme noktasında Aleyna'nın. Keşke dolgu yaptırdığı günün ertesinde klibi çekmeseydi. Keşke saçlarını biraz kısaltsa ve açıcılarla bu kadar yıpratmasa Aleyna. Çok daha iyisini yapabileceğini, istese çok güzel dans edeceğini, gerçek sesinin autotune'lu haline bin basacağını biliyoruz. Bir şey daha, şarkı 'Dua Lipa'nın artığı' diye dalga geçildi ama pop tarihinde onlarca hitin, asıl götürülen starın beğenmediği parçaları olduğunu biliyoruz. Örnek çok. Sonuç olarak Aleyna'nın biraz tembellik ettiği, dansa çalışmadığı, birkaç sene önce oynadığı bir reklam için öğrendiği direk dansın ekmeğini yediği, mix-masteringe bile hiç uğraşılmamış bir klibi olarak aklımızda kalacak Retrograde. Aleyna'nın playback'inin bile kötü olduğu bir klip olarak... Maalesef yeni bir şey yoktu. Yine bir pembe ayı -artık Aleyna'nın imzası olmaktan çıkan-, yeni hiçbir şey göstermeyen stylingler. Çiğ pembe şortlar... Adını duyduğumuz ilk günden beri 'Bu kız dünya starı olacak' dediğimiz kişi.
Kerimcan'ın sesi kötü evet ama kimse onu hiçbir zaman şarkıcı kategorisine koymayacak zaten. O bir performans insanı. Nitekim olduğu kadar bilgisayar ortamında sesini bir şeye benzetmeye çalışmış, onca dansçıyı bir araya toplamış, dansa çalışmış, çok da yakışmış. Üzerinde hiçbir şey eğreti durmamış. Enerjisi tavan! Prodüksiyon olay. O gökkuşaklı Hermes çantadan, arabaya, rengarenk ve defalarca değişen stylinge kadar. O sarı protez saç, klibin sonunda Kerimcan'ın bir TikTok challenge'ı ile drag queen'e dönüştüğü sahneden bahsetmiyorum bile. Böyle bir dönemde... Klibin yönetmeni Ecem Lawton ilk işinde iyi iş çıkarmış ortaya tebrik etmek lazım. Klipte elbette kötü duran özenti detaylar da vardı. Artık bu kadarı gereksiz dediğimiz yoğun ışık kullanımı, havuzdaki sahnede şişme yatağın üstünde alakasız incirler vs.
Ama bu iki genç insanın şarkısında ve klibindeki emek... Bence gün gibi ortada. İkisinin de yolu açık olsun.
Buraya geldiğimden beri Almanya ve Türkiye'deki -tek bir konu üzerinde olmasa da- genel farklılıklara dair bir yazı yazacağımı biliyordum. Bu yazıyı hiç planlamadım. Benden bir şey olarak burada kaldığım 2 haftalık süre içinde şekillendi zaten. Hatta bunlara dair ufak bir video da hazırladım.
Fark ettiğim detaylar evde başladı. Ben burada 2 ay kalacağım için kendime bir oda tuttum. Almanya'nın en güzel semtlerinden Mitte'de aylık 400 Euro'ya kalıyorum. Ev sahibim valizimle birlikte eve ilk girdiğimde evi tanıtırken mutfaktaki çöpleri nasıl ayrıştırdıklarıyla başladı. Bizde yalnızca bazı semtlerin belli sokaklarında bulunan çöp ayrıştırma noktaları evlere kadar girmiş. Evdeki kağıt, plastik ve cam çöplerini tek tek gösterdi. Bu, bugün doğan bir Alman için ilk gününden beri ayak uydurduğu bir alışkanlık, bizde ise sonrada eğitiminin alındığı örnek bir vatandaş davranışı. Haliyle, bizim geri dönüşüm işinde kırk fırın ekmek daha yememiz lazım.
Evin her noktasında çiçek bulunabilmesi, bizde sadece YouTube'taki daire kanalında görebileceğimiz türden bir durum. İkinci bir ihtimal ise çiçeğe aşırı düşkün eski tip ev hanımlarının evleri. İki uç tip yani. Burada ise, banyoda da bitki var... Gördüğüm çoğu Alman evinde bitkiler evin starları. Çiçek olmayan bir oda görmedim sanırım.
Musluktan su içmek mi? Üstelik sağlıklı ve lezzetli su mu? Marketteki en ucuz suyla aynı tatta. Burada buzdolabınızın üstünde bir sucu magnetinin olması gerekmiyor. Su, parayla satılan bir şey değil. Çeşmeden su taşımıyorsunuz, damacanaya 20 lira vermiyorsunuz, su arıtma cihazı taksitine girmiyorsunuz. Yaşamsal ihtiyaçlarınızın liste başındaki su, bedava.
İstanbul'da dışarı çıkarken yanınıza ne kadar para alıyorsunuz? Rutin bir arkadaş buluşması, bir yerde bir akşam yemeği yenilecek, üstüne de birer kahveyle tatlı yenir. Cüzdanınızdaki nakit paranın ne kadarını harcadınız, ne kadarını karttan çektirdiniz? Yani sosyalleşmek için para harcamak zorundasınız. Bir kafeye oturmak, yemek yemek lazım. Yılın 4'te üçünde güneş açan memlekette, para harcamadan açık havada vakit geçiremiyorsunuz.
İstanbul'da şehrin göbeğinde bir örtü sererek oturabileceğiniz ne kadar yeşil alan var ki! Maçka Parkı'na en son gittiğimde sosyal mesafemi koruyamayacağım diye çok huzursuz olmuştum. Moda sahilde, Bostancı'da adım atacak yer yok. Diğer sahilleri mangalcılar işgal etmiş durumda.
'Dırdır' deyince aklına kadınlar mı geliyor, erkekler mi? Ben söyleyeyim, bu dünyada 'dırdırcı' bir cins varsa, o da kadınlardır. En azından heteroseksüel erkeklere göre öyle. Erkeklere göre diyorum, bunun nedenini aşağıda açıklayacağım. Her kadın 'fazla söylenme'nin ters tepeceğini bile bile buna devam eder. Muhakkak evrimsel, toplumsal bir açıklaması vardır ancak orasını psikologlara, sosyologlara, antropologlara bırakıyorum. Ben sadece, bu 'dırdır' işini neden tez vakitte bırakmalısın; onu anlatmaya çalışacağım. Yazının sonunda, 'Aman ne hali varsa görsün' demeni istiyorum. Ama öyle her gün dediğin gibi değil, gerçekten sevgilini artık rahat bırakma kararı almanı istiyorum.
Türk Dil Kurumu 'dırdır' kelimesini şu şekilde açıklıyor "Bezginlik verecek biçimde söylenen söz". Boşuna 'erkeklere göre' demiyorum, koskoca TDK bile dırdır'a örnek kullanım olarak şu cümleyi göstermiş:
Şaşırdım mı? Pek değil. Neticede sürpriz olmayan biçimde TDK da erkekler tarafından yönetiliyor.
Çünkü toplumsal cinsiyet kurallarının teğet geçtiği erkekler, eve gelme saatlerinin anne babaları tarafından sorulmamasına, yaptıkları haylazlıklar karşısında kız kardeşleri tepki görürken kendileri 'aferin' almaya alışmıştır. Hayatına bir kadın girdikten sonra artık yaptıkları üzerinde söz hakkı olmak isteyen bir birey ona yük olmaya başlar. Kadınları bu konuda suçlamak ne kadar doğru bilmiyorum. Aile içinde büyük ihtimalle söz hakkı bulamayan kadın, eşit söz hakkına sahip olduğu bir ilişki yaratma çabasına giriyor.
Aslında erkeklerin kadınlardan aşağı kalır yanı yok. Bir erkeğin ağzından mı daha sık duyarsınız şu cümleleri, yoksa kadının ağzından mı? "Oraya gitme, bunu giyme, kaçta çıkacaksın, kimlerle olacaksın?" Emin olun, erkekler bir başkasının hayatına kadınlardan daha çok müdahale eder. Erkekler dırdırcı olarak bilinmez, çünkü kadınlar hayatlarına müdahale edilmesine alışıktır. Erkekler gibi en ufak müdahalede mızmızlanmazlar. 'He' deyip geçmeye alışıklar.
Tamam, hayatındaki erkekten daha çok yönlü düşünüyorsun, hayatta daha fazla şeyin mücadelesini verdin çünkü, daha fazla tehlikeyle karşı karşıya olduğun için ondan daha uyanıksın, beynin daha kompleks çalışmaya alışık. Ama bırak, bi' denesin bakalım. Senin hiçbir '
Zamanı hakikaten tutamıyoruz. Madonna ve Kenan Doğulu isimleri yan yana gelir. Niçin gelmesin? Müzikte de ortak yanları olabilir ama en orta noktada buluştukları konu, zamanı tutamamaları. Madonna... Yaşlanmaz gibi geliyor, modası hiç geçmez gibi, insanlar onu merak etmeye daima devam eder gibi geliyor ama hayır. “İnsanlar hep bir sebepten dolayı beni susturmaya çalışıyordu; yeterince iyi olmadığım, yeterince iyi şarkı söylemediğim, yeterince yetenekli olmadığım, yeterince evlenmediğimden dolayı... Şimdi de yeterince genç değilim. Şimdi ben ageizm (yaş ayrımcılığı) ile savaşıyorum. 60 yaşına girdiğim için cezalandırılıyorum” inanması güç fakat bu sözler Madonna'ya ait. Bir zamanlar en 'çıtır' halleriyle kapağını süslediği Vogue dergisine Mayıs 2019'da verdiği röportajdan.
Yaş ayrımcılığına dair konuşan tek ünlü Madonna değil. Pek çoğumuzun 7/24 sporla dahi ulaşamayacağı ölçülere sahip, dünyanın en önemli defilelerinde podyumun tozunu attırmış Irına Shayk'ın da bu konuya değinmesi ilginç değil. Zira modellikte yaştan daha önemli bir kriter bulunmuyor bile olabilir. 34 yaşında hala tasarımcıların gözde modellerinden olmayı başaran şanslılardan Irina'nın şu sözleri adeta kendi kendini telkin gibi. Şöyle diyor, "Bence kadınlar iyi bir şarap gibi. Yaşla birllikte daha iyi, daha akıllı oluyor ve daha iyi kararlar alıyorlar. Bence bir kadın içinde hiç yaşlanmadığını hissetmek zorunda. Bu, tamamen kişilikle ilgili." Telkin derken... Söylediklerinde haksız demiyorum, hatta son derece haklı. Ama ne oldu da bu kadın bu ifadeleri kullanma gereksinimi duydu? Hiçbir erkeğin böyle bir açıklama yaptığını duymadım bugüne kadar. Kadınların, ageism'e erkeklerden daha fazla maruz kaldıkları kesin. Onca botoksun, estetiğin başka açıklaması olamaz. Cinsiyetçilik ve ageism birleştiğinde, özellikle de bedeniyle, sesiyle para kazanan bir kadının sonununu getirebilir. İşte Irina'nın bu sözleri sarf etmesi bu yüzden, "Bakın, o kadar çocuk doğurdum ama spor da yaptım, düzenli estetik de yaptırıyorum, hâlâ 'işgörür' durumdayım yani, aloooo!"
Aslında eskiler çoktan çözmüş mevzuyu. 'Akıl yaşta değil, baştadır'. Mesele bu kadar basit. Yaşın, bir kronometreden öte değerinin olmaması gerekir. Sana, dünyada ne kadar zaman geçirdiğini söyler. Yağını suyunu eksik etmedikten sonra, önemli olan işlevdir. Ama şu günlerde 30'lu yaşlarının başında olup 'Gençken' diye lafa başlayan insanlar görüyorum. Aşılar bulunalı çok oldu. İnsanlar en son, ilk çağda 30'lu yaşlarının sonunda eceliyle ölüyordu.
Bu yaş meselesinin bu kadar acımasız noktalara gelmesinin ve giderek de acımasızlaşmasının nedeni yine gençlerle ilgili. Sanki biz -gençler- zamanı tutabiliyormuşuz gibi. Yine başladığımız yere döndük belki ama Türkçe'de henüz bir karşılığı olmasa da kendi adıma 'ageism'e kapıldığım tek bir nokta var. O da 'yav he he' diyerek geçiştirdiğimiz, orta yaşlıları hedef alan 'Ok boomer' ifadesi. Tam olarak nedir 'Ok boomer'? Boomer öncelikle 1946 ile 64 yılları arasında doğan nesli ifade ediyor. Yani gençliği, dünyada neredeyse her gün yıkıcı bir depremin olduğu, insanların koronavirüs yüzünden gençliğinin baharında seyahat dahi edemediği bir döneme denk gelmeyen nesil. Daha dün bir arkadaşım koronavirüs yüzünden İtalya seyahatini iptal etti. Hoş, koronavirüs olmasa, onun yerine enflasyon var. Yine gezemiyoruz. Gençliği 60'lı yıllara denk gelen boomer'lar bizim yaşımızdayken (25 yaşındayım) hippi hippi bitli bitli fink atıyordu, dünya vatandaşı olmayı ayaklarını gerçekten başka kıtalara basarak başarıyorlardı. Bizim gibi Instagram'da story gezerek değil.
Hatta bir dakika ya, başa dönüyorum. Görüyor ve artırıyorum. Kendi kendime yazarken boomer'lara yükseldim. Anne, baba, anneanne... beni affedin.
Dünyanın en büyük ekonomilerinden Japonya'da hapishanelerdeki yaşlı nüfusunun artması ilk etapta büyük şaşkınlık yaratıyor. "85 yaşındaki bir kadın, ne yaptı da hapse girdi?" sorusunu akla getiriyor. Daha sonra ise ülkedeki hiç de azımsanmayacak sayıdaki 'yaşlı Japon'un' ufak tefek hırsızlıklarla gayet gönüllü olarak hapse girdiğini öğreniyoruz. Ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan yaşlılar, evde yalnız kalmaktansa, hapiste en azından çevrelerinde birilerinin olmasını yeğliyor. Korkunç bir senaryo. Sanki bir distopyadan alınmış gibi.
Geçtiğimiz yıllarda hükümet tarafından hırsızlık suçu işleyen yaşlılar arasında yapılan bir araştırmada neden hırsızlık yaptıkları sorusuna kadınların yüzde 59'u 'harcamalardan tasarruf etmek', erkeklerin yüzde 69'u ise 'ekonomik zorluklar' şeklinde cevap verdi. Ancak başka faktörler de var. Yalnızlık gibi...
2018'de İngiltere'de başbakanlık ofisinden yapılan açıklamada, yalnızlıktan sorumlu bir bakanlığın kurulduğu açıklandı. 2017 yılında California Üniversitesi'nden araştırmacıların yayımladığı bir rapor, yalnızlığın günde 15 adet sigara içmek kadar kötü olduğunu ortaya koydu. ABD halkı ise bugüne kadar hiç olmadığı kadar yalnız.
Sağlık sigortası şirketi Cigna'nın yürüttüğü araştırmaya göre, her 5 Amerikalıdan 3'ü yalnız hissediyor. 10 bin 400 ABD'li yetişkinle yapılan araştırma, katılımcıların yüzde 58'inin 'bazen ya da her zaman' kimsenin nasıl olduklarını bilmediğini söylüyor. Bu oran, bir önceki yıla göre yüzde 7 arttı. Araştırmanın sahibi Cigna, bunu Amerikalı işçilerin uzun çalışma saatleriyle ilişkilendiriyor. ABD Çalışma Bakanlığı'na bağlı İşçi İstatistikleri Bürosu'na göre, tam zamanlı bir işte çalışan yetişkin bir Amerikalı gününün ortalama 8 buçuk saatini iş yerinde geçiriyor. Cigna'nın CEO'su David M. Cordani, "Nasıl çalıştığımızı trendler şekillendiriyor. Teknoloji kullanımının artması, daha fazla iletişim ve çalışma kültürü, stresi artırıyor" diyor. Yalnız insanların, yalnız hissetmeyenlere oranla işi bırakmayı iki kat fazla düşünmeleri, işe 5 kat fazla geç kalmaları da, 2 katı fazla sağlık raporu almaları da tesadüf değil.
Dirsek dirseğe oturduğu çalışma arkadaşıyla, masası boş kalmasın diye öğle yemeğine bile çıkamayan biri, iş arasında nasıl iletişim kurabilir? Arka masadaki arkadaşına ufacık bir soruyu bile mail yoluyla soran biri, iş arkadaşının huyunu suyunu nasıl öğrenebilir? Bence insanlar, aynı yöne gittiği mesai arkadaşlarıyla karşılaşmak ve sohbet etmek zorunda kalmamak için aynı saatlerde bile çıkmıyor, asansöre birlikte binmekten imtina ediyor. Öğle aralarında bir lokantaya gittiğimde yalnız oturan ve sessizce tabldotunu yiyen o kadar çok insan görüyorum ki... Ya da sosyal medyada ufacık bir Google aramasıyla çıkacak ufacık bilgileri takipçilerine soran ve aslında 'yalnızım' diye haykıran bir sürü insan... Bu bir yardım çığlığı olabilir.
Keza öğle arasına yalnız çıkmak ve baştan sona 150 tane story izlemek... O storylere neden cevap olarak bir şey '
2010'da Instagram'ın hayatlarımıza girmesiyle birlikte, normal bir insanın boya ve kıl takviyesi olmadan sahip olmasının mümkün olmadığı kalın kaşlar, dolgun dudaklar, çilli suratlar girdi hayatımıza. Instagram'da en çok 'likelanan' fotoğrafların ortalamasına bakıldığında, birkaç ortak nokta bulunuyor. Bu suratlar aslında National Geographic dergisinin ABD'lilerin 2050 yılında benzeyecekleri kadının öngörüsüne benzetiliyor. Ne robot ne de insan. Ama hep genç. Elmacık kemikleri hep dolgun mesela, kaşlar hep yukarıda. Yer çekimi unsuru hepten pas geçilmiş, hiç var olmamış ya da yüce insan ırkına 'bana mısın' demiyor. İnsan, yüzüyle oynamayı seviyor, bir şekilde hayatımıza giren her sosyal medya kanalı, yüzümüzle oynayabildiğimiz, ön kamerayla kaşımızı gözümüzü çekiştirdiğimiz bir ürüne dönüşüyor.
SnapChat, mesajların anında kaybolması yani arşivlenmemesiyle bilinirlik kazandıktan sonra, bir anda yüz filtrelerinin tek tek denendiği, her kullanıcının bir anda kedi köpeğe dönüştüğü bir platform haline geldi. Uygulamaların ana kullanıcı paneli, ön kamera oldu. Ön kamera sayesinde herkes kendi kendisinin 'internet başrolü' oldu. Kendimizi halihazırda dünyanın en eski icatlarından aynada görmüyormuşuz gibi, dünyadaki başka insanların 'sonsuz kataloğu' internette de dönüp dolaşıp yine kendimizi izler olduk.
Daha çok gördükçe daha fazla kusurun farkına varmak kaçınılmazken, artan ön kamera kullanımı ve selfie sayısına paralel olarak estetik ameliyatlar arttı. Estetik operasyon yaptıran ergenlerin sayısındaki artış, tesadüf değil. Amerikan Yüz Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Akademisi'nin 2017'de yayımladığı rapora göre estetik operasyon yaptırmaya gelenlerin yüzde 55'i selfie'lerinde daha iyi görünmek için bu kararı alıyor. Öyle ki geçtiğimiz yıl ilk defa, Boston Üniversitesi Tıp Fakültesi'nin yayımladığı bir araştırmada, “SnapChat dismorfisi/algı bozukluğu” isimli bir terim göze çarptı. Literatüre ilk kez giren ifade, kişilerin ‘sosyal medya filtrelerindeki versiyonlarına dönüşmek için ameliyat olmak istemeleri' anlamına geliyor. Yani kişi, ön kamerada gördüğüne, aynada ya da yeni uyandığında da ulaşmak istiyor.
Ünlülerin makyözü Colby Smith, insanların ellerinde fotoğraflarıyla estetisyenlerin kapısını çaldıkları ünlülerin ve 'Instagrammer ile Youtuberların' yüzde 95'inin yüz filtresi kullandığını söylüyor. Smith "Üstelik bu insanların yine yüzde 95'inin bazı kozmetik operasyonlar geçirdiğini söyleyebilirim. Bir şeylerin trend haline geldiğini görebilirsiniz. Mesela şu günlerde herkesin botoks ile kaşlarını kaldırması gibi" diyor.
Öte yandan arz-talep oranına bağlı olarak bu estetik operasyonların fiyatı da düştü. 20 yıl önce estetik operasonlar pahalı, riskli ve kalıcıyken, karar vermesi zor prosedürlerdi. 2002'de Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi, botoksun kırışıkların önlenmesi için kullanılmasına onay verdi. Bundan birkaç yıl sonra botoksun, dolgu amaçlı olarak kullanılmasına da izin çıktı. Şu anda ise botoksun kullanılmadığı alan yok... Burun, yanaklar, çene hattı...
Kimi 'beyefendi' olarak tanımlarsınız? Yanındaki kadının sandalyesini çekenleri? Kapısını açanları? Çantasını taşıyanları? Özünde, modern dünyayla birlikte yaşamımıza giren bu 'beyefendilik göstergelerinin' hepsinin kadınların hayatına kolaylık sağlamaya çalışıyor olmasının temelinde, kadınların yine zayıflıklarına vurgu yapılıyor olabilir mi? Belki de temel soru şu: Çoğu erkeğin 'kriterleri sağlamak' için 'yerine getirdiklerinin' ne kadarına ihtiyacım var? Ne kadarını talep ediyorum ki? Sandalyemi kendim çekebilirim örneğin. Ya da kalabalık içinde birinin beni 'sahiplenerek belimden tutmasına' ihtiyacım var mı? Bu, benim özgürlüğüme ne kadar gölge düşürüyor? Bazı şeyleri 2019’la birlikte, 2019'da mı bıraksak?
2019'da arkamızda bırakmamız gerekenleri hep ya çok somut, ya da çok soyut, yani duygusal ve psikolojik şekilde düşündük. Toplumsal olarak yapmamız gerekenleri çok da düşünmedik. Yığınla şey diledik, kendimize sözler verdik, dualar ettik, belki tövbeler ettik. Kime nasıl davranacağımızı pek düşünmedik. Kimler nelerden şikayetçi, 'kendi adıma ne yapabilirim'? Sadece ailemden başlayıp birkaç soru sorarak, topluma ilişkin 'yanılma payı az', genelleştirilebilir, kocaman sonuçlara varabilirim. Mashbable yazarlarından Siobhan Neela-Stock, kadınlara karşı uygulanan 6 mikroagresyona dikkat çekiyor. Mikroagresyon, Türkçe'ye 'kasıtsız hakaret' olarak çevriliyor. Birine aslında gerçekten o anda öyle bile düşünmeden, dolaylı yollarla aşağılamak anlamına geliyor. Örneğin birine, "Aaa sen çok güzelsin, hiç oralılara benzemiyorsun ki" demek gibi. Ne yani, 'oralılar' hep çirkindir midir?
Psikoloji Profesörü Kevin Nadal, bir caddede etrafınıza bakmanızı ve elini kadının beline ya da omzuna koyan erkeklere odaklanmanızı istiyor. Aslında küçük bir el hareketinin 'davetsiz' olması nedeniyle ne kadar 'rahatsız edici' olduğunu düşünün. Prof. Kevin Nadal, erkeklerin aynı hareketi birbirlerine yapmaktan nasıl da köşe bucak kaçtığını, birbirlerine değmemek için ellerini havaya kaldırdıklarını hatırlatıyor. Kişisel alanınızın farkında olun ve herhangi birine izni dışında temasta bulunmayın. Eğer biri size yaptığınız bir davranışı şikayet ediyor, bir davranışınız nedeniyle üzüldüğünü söylüyorsa, inkara başvurmayın, tartışmayın. Genellikle kadınlar erkeklerin uyguladığı bu kaba davranışlarla ilgili konuştuklarında, erkeklerden onları 'zaten incitmedikleri' ya da herhangi bir tehditte bulunmadıkları cevabını alır. Bu, karşıdakini 'manipüle etmeye', bir kişiyi yapmadığı bir şeyi yaptığına inandırmaya girer. Bu durum manipüle edilen kişinin uzun vadede gerçeklik algısını bozabilir, kişiye tamiri güç hasarlar verebilir.
Kadınların erkeklerden daha yüksek üniversite dereceleri yaptıkları istatistiklerle desteklense, iş gücüne sağladıkları katkı her geçen gün artsa da, bazı insanlar kadınların erkekler kadar kalifiye olmadıkları konusunda ısrarcı tutumunu koruyor. Hem bir siyahi olan hem de ilk ismi genellikle erkek için kullanılan ABD Ulusal Kadın Örgütü Başkanı Christian F. Nunes, 45 dakikalık bir iş görüşmesinde yönetici olmak için yeteri kadar nitelikli olmadığının defalarca tekrarlandığını, daha düşük bir yönetici pozisyonu teklifiyle karşılaştığını belirtiyor. Zaten sahibi olduğun nitelikleri kanıtlamak zorunda bırakılmak, özgüvene büyük darbe vurur. Bu tip 'kasıtsız hakaretlerle' karşılaşıldığında, bünye fiziksel, psikolojik ve ruhsal tepkiler geliştirir. Cinsiyet bazlı kasıtsız hakaretler kişilerde sahte bir algı yaratır. 'Kurban' bir pozisyon için yeterli olsa bile, yeterince kalifiye olmadığı yanılgısına kapılır.