68 Kuşağı artık tarihe karışmanın sınırında. Bizim dönemin tercihleri, bizim dönemin kahramanları, uzak bir tarihin sembolleri gibi belki de bir süre sonra unutulup gidecek. “İsyan Günleri 68” (h2o Yayınları) başlıklı kitapta topladığım 68 anılarımı yazarken, yer yer kendi kendime şöyle söylendim: Artık bunlar kimi ilgilendiriyor ki! Örneğin Kızıldere’yi, sokaktaki gençlerden kaç tanesi biliyor? Bir zamanlar 10 gencin İngiliz rehinelerle bir intihar çıkışı yaptıklarını hatırlayan var mı? O gençler, idam tehdidi altındaki Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan’ı kurtaracakları teziyle bir eyleme kalkışmışlar, Ünye Radar Üssü’ndeki İngiliz teknisyenleri kaçırmışlardı. Bir başka olay, İsrail’in İstanbul Konsolosu Efraim Elrom’un kaçırılmasıydı. 12 Mart askeri müdahalesi sonrası aranan bir grup genç, kaçırdıkları İsrail Konsolosu’nu öldürmeyi baştan planlamışlar mıydı? Bazen oturup düşünüyorum. 68 ve sonrası ayaklanma yıllarında tanıklık ettiğimiz ama nedenlerini çözemediğimiz birçok olay artık tarihin karanlıklarına gömülüp gidecek. Böyle olmamalıydı. Dönemin hayatta kalmış tanıkları bildiklerini anlatmalı, yaşadıklarını paylaşmalıydılar. Ben kendi adıma, kendi tarihimi yazarken biraz da böyle bir amaçla yola çıkmıştım. Bazı olayları yazarken, analiz etmeye çalışırken, frene bastığım, “Aman!” diye yazdıklarımı sildiğim oldu. Ben 68’li arkadaşlarımdan bildiklerini anlatmalarını özellikle istiyorum. Aslında o dönem, giderek tarihe gömüldüğü ve kritik ipuçları yok olup gittiği için geriye çoğu kişinin hafızasında galiba yalnız kahramanlık fotoğrafları kalıyor. Evet 68, bir daha yaşanması çok zor olan, toplum açısından parlak bir dönemdi. Yeni bir Türkiye’nin ortaya çıkışını haber veriyordu. Üniversiteler, fabrikalar, köyler, toplumun her bir yanından canlılık fışkırıyordu. Ne yazık ki devletin merkezine egemen olan militaristlik, bu canlılığa düşmandı. Yaşananları belli ki kendi iktidarını yok edecek bir felaket habercisi olarak algıladı. Zulüm egemen oldu…
Kravat mecburiyeti
Mamak Askeri Cezaevi’nde, Kore’de yaralanmış komünizme düşman bir müdür vardı. Onun derdi, bizim, asker gibi hareket etmemizdi. Bunu kabul ettirebilmek için dayak, işkence her yola başvurdu. Bir ara mahkemeye giderken kravat takmamızı mecburi kıldı. Kabul görmeyince, direnenleri hücrelere attı. Kravat takmadığım için hücrede ceza çekerken, kapıda görevli asker: “Abi siz manyak mısınız! Bunca eziyete yazık değil mi? Bana bir kravat değil 10 kravat taksalar umrumda olmaz…” demişti. Bugünkü kuşaktan, çok farklı bir dünyadan geliyoruz. Yenilgileriyle, umutlarıyla ve komplolarıyla tamamen farklı bir dünyadan. Hatalarımızı, eksiklerimizi cesaretle paylaşsak… Sonraki kuşaklara daha güzel bir dünya değilse de heyecanlı anılar bırakabiliriz.