Bosna Hersek’in başkenti Saraybosna’nın tarihi “Başçarşısı”, örneklerine Anadolu’da da rastlayabileceğimiz tipik bir Osmanlı çalışma ve ticaret alanı. Tek katlı ve kırmızı kiremitli dükkanları ile bir tür açıkhava alışveriş merkezi aslında. İşin ilginci bu özellikleri sayesinde Covid-19 günlerinde en emniyetli alışveriş yapılacak yer belki de Başçarşı. Dükkanı havalandır, içeriye aynı anda çok fazla kişinin girmesine izin verme, maskeye ve el temizliğine dikkat et. Corona virüs çok ama çok mutsuz olur.
Şu an için bilim insanları corona virüsün öksürürken, hapşırırken ya da konuşurken etrafa saçılan büyük damlacıklar ile bulaştığına inanıyor. Bu damlacıklar 1,5-2 metre içerisinde yere düşüyor, sosyal mesafenin mantığı da bu zaten. Ama bazen diğer virüslere göre biraz iri olan corona virüs küçük damlacıklar içerisine de sığabiliyor. O zaman kolay kolay yere düşmüyor, havada asılı kalıyor. Bu durum corona virüs için çok olağan değil ama mesela kızamık virüsü bu şekilde, yani hava yolu ile (airborne) bulaşıyor. Corona virüsün bulaşma yoluna ise "damlacık yolu ile bulaşma" deniyor. Yine de Washington’da yapılan bir koro seçmesinde, Hong Kong’da bir bina kompleksinde ve Wuhan’da bir restoranda Covid-19’un insanları hava yolu ile enfekte ettiği düşünülüyor.
Günümüzün çalışma ve ticaret mekânları olan plazalar ve AVM’ler Başçarşı’dan bayağı farklı. Tüm sene boyunca iklimlendirilmeleri gerekiyor. Yazın soğutma, kışın ısıtma klima sistemleri ile gerçekleştiriliyor. Peki bu sistemler Covid-19 için bir risk teşkil etmiyor mu? Yukarıda yazdıklarıma göre kesinlikle ediyorlar. Bu binaların çoğunda kapı, pencere açıp havalandırma yapmanın imkânı yok. Tek temiz hava kaynağı, merkezi havalandırma sistemleri.
Hem yabancı hem de Türk uzmanların kesin önerileri, havalandırma sistemlerinin yüzde 100 oranda dış ortamdan alınacak taze hava ile çalıştırılması. Hali hazırda bu sistemler belli oranlarda dış hava ve belli oranlarda da yeniden dolaşıma sokulan iç hava ile çalışıyorlar. Bunun sebebi ise enerji tasarrufu. Yani soğuttuğunuz ya da ısttığınız iç havayı tamamen kaybetmek istemiyorsunuz. Genelde iç hava yüzde 70 oranında tekrar kullanılıyor. Havada asılı kalan corona virüsler de bu durumdan elbette bayağı memnun oluyorlar. Havalandırma sistemlerinin yüzde 100 taze dış hava ile kullanılır hale getirilmesi ise ciddi tadilatlar ve yatırımlar gerektirebiliyor.
Bu tür tadilatların tercih edilmediği binalarda ultraviyole dezenfeksiyon sistemleri kullanılıyor. Ultraviyole ışığın bakteri ve virüsleri belli oranlarda yok ettiği aslında uzun zamandır biliniyor. 20'nci yüzyılın başında, Nobel ödülü alan Niels Ryberg Finsen, ultraviyole ışığı hastalıkların tedavisinde kullanan ilk bilim insanı olmuştu. Amerikan Westinghouse firması 1930’larda hastanelerde kullanılan ilk ticari ultraviyole dezenfeksiyon sistemlerini üretti. Ultraviyole ışık, 1950’lerde özellikle tüberkülozun kontrol altına alınabilmesi için havalandırma sistemlerine uygulanmaya başlandı. Corona virüse karşı da etkili olabileceği düşünülebilir ama uzmanlar tek başına yeterli olmayacağına inanıyorlar.
Bu noktada devreye HEPA adı verilen yüksek etkinlikte partikül hava filtreleri giriyor. Bu filtreler 0,3 mikrondan küçük partiküllerin yüzde 99.97’sini yakalayabiliyorlar. Aslında corona virüsün boyutu 0,06 ile 0,14 mikron arasında değişiyor, yani 0,3 mikrondan daha küçük. Ama unutmayın, virüs havada tek başına asılı kalmıyor, çok daha büyük bir damlacık içinde ya da bir toz tanesine yapışmış şekilde bulunuyor. Bu yüzden HEPA filtreler oldukça etkili. Havalandırma sistemlerine takılan HEPA filtreler oldukça pahalı cihazlar ve genelde hastanelerin bazı özel bölümlerinde kullanılıyorlar. Oda tipi HEPA filtreli hava temizleyiciler ve dezenfekte edici ultraviyole lambalar da ara çözüm olarak kullanılabiliyor. Ama ne kadar etkin oldukları bilinmiyor.
Dünya Sağlık Örgütü’nün SARS-CoV-2 ile ilgili desteklediği bilimsel çalışmalardan biri olan RECOVERY’nin ilk sonuçları haziran ayının sonlarına doğru online olarak yayınlandı. Oxford Üniversitesi’nden bir grup bilim insanı yıllardır kullandığımız bir ilaç olan deksametazon’un, hastalığın seyrini değiştirdiğini bildirdiler.
Çalışmalarında entübe edilmiş hastalarda, kortizon olarak da bilinen steroid ailesinin bir üyesi olan deksametazon kullanıldığında, ölüm oranının üçte bir azaldığını görmüşlerdi. Entübe olmayan ama solunum desteği alan hastalarda ölüm oranı beşte bir oranında azalıyordu. Solunum desteğine gerek görülmeyen hastalarda ise deksametazon kullanımı bir farklılık yaratmıyordu.
Aslında bu sonuçlar hekimleri çok şaşırtmadı. Steroidler genel olarak anti-enlmatuar özelliği olan yani vücudun yarattığı iltihabı baskılayan ilaçlar. İltihap ise aslında vücudun kendini onarmak için kullandığı bir mekanizma. Mesela bir yeriniz kesildiğinde ya da yandığında veya mikrop kaptığınızda vücudunuz iltihap adını verdiğimiz mekanizma ile bu sorunun üstesinden gelmeye çalışıyor.
Steroidler, iltihabın aşırı olduğu hastalıklarda, örneğin astımda ya da ağrılı eklem iltihaplarında yıllardır kullanılıyor. Bir steroid olan deksametazon, romatoid artrit veya lupus gibi vücudun bağışıklık sisteminin kontrolden çıkıp kendi kendisine saldırmaya başladığı otoimmün hastalıkların kontrol altına alınmasında da çok etkili oluyor.
Covid-19, SARS-CoV-2 virüsünün sebep olduğu sitokin fırtınası yani şiddetli bağışıklık cevabı ile karakterize bir hastalık. İnsanların bazılarının bağışıklık sistemleri virüsü olduğundan çok daha tehlikeli olarak algılayıp, ondan kurtulmak için felaket yaratabiliyor. Steroidler sitokin fırtınasını yani aşırı bağışıklık cevabını kontrol altına alabilirler.
Aslında salgın sırasında sıtma ilacı olarak ünlenen kinin de benzer bir mekanizma ile çalışıyor. Bu ilaç zaten günümüzde sıtmadan ziyade romatoid artritin tedavisi için kullanılıyor. Yani bağışıklık sistemini baskılıyor. Kininin deksametazondan farkı, ona bir de antiviral özellik atfedilmiş olması. Ama, bugüne kadar ilacın antiviral özelliği bilimsel olarak kanıtlanamadı
Deksametazon’un oksijen tedavisine ihtiyaç duyulan şiddetli hastalar için uygun olduğunun bir kez daha altını çizeyim. Bu ilaç, tüm diğer steroidler gibi bağışıklık sistemini de baskılıyor ve vücudun virüs ile mücadele etme gücünü azaltıyor. Bu yüzden hastalığı hafif geçiren kişilerde bulguların ağırlaşmasına neden olabilir. Şimdilik sadece virüse aşırı bir bağışıklık cevabı veren ve solunum sıkıntısı çeken hastalar için uygun.
Deksametazon ilk olarak 1957 senesinde sentezlendi ve ucuz bir ilaç. Bir kutusunun fiyatı son kontrol ettiğimde altı lira civarında idi. Evet, yanlış duymadınız sadece altı lira. Patent süresi de uzun zaman önce dolduğu için herhangi bir ilaç üreticisi tarafından kolaylıkla üretilebilir.
Covid-19 günlerini yaşamaya devam ediyoruz. Salgın tüm dünyada yeniden hızlanmaya başladı. Herkes bu illetten tamamen ne zaman kurtulacağımızı merak ediyor. Cevap aslında çok açık. Ya bir aşı bulunacak, ya da virüs daha az öldürücü bir forma evrilecek. O gün gelene dek bu hastalıkla birlikte yaşamaya devam edeceğiz.
Bu kadar büyük çaplı bir salgını insanlık en son 1918 senesinde yaşamıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda yaşanan İspanyol gribi pandemisinde toplam yarım milyar insanın enfekte olduğuna, 50 ila 100 milyon insanın da hayatını kaybettiğine inanılıyor. O tarihteki toplam dünya nüfusunun 2 milyar civarında olduğunu düşünürseniz o salgının boyutlarını daha iyi anlayacaksınız.
İspanyol gribi salgının ilk 6 ayında 25 milyona yakın insanın ölümüne sebep oldu. Salgın aslında İspanya kaynaklı değildi. Bazılarına göre uzak doğudan, bazılarına göre ise Amerika Birleşik Devletleri’nden dünyaya yapılmıştı. Bugün yaşadığımız duruma ne kadar benziyor değil mi? Sebep olduğu yıkım o kadar büyüktü ki, eski virüslere göre çok daha tehlikeli bir tür süper virüs olduğuna inanıldı. Oysa durum biraz farklıydı. İspanyol gribi diğerlerine göre daha öldürücü olsa da, insanlığın bu kadar ağır bir bilanço ile karşı karşıya kalmasının nedeni savaş şartları altında, kışlalarda, siperlerde iç içe yaşamak zorunda kalan insanların hastalığın bulaştırıcılığını çok arttırmış olmalarıydı. Gördüğünüz gibi, sosyal mesafe kavramı salgın hastalıklar söz konusu olduğunda, hep önemli oluyor.
Aslında ilginç tarafı, 1918 salgınında da aynı bugün olduğu gibi hastalığa karşı etkin bir tedavinin bulunmaması idi. O zamanın hekimleri ellerinde olan ilaçlar ile hastaları tedavi etmeye çalışıyorlardı. Bugün, İspanyol gribi salgınında birçok kişinin ölüm sebebinin aspirin zehirlenmesi olduğu düşünülüyor. Hekimler çaresizlikten 30 grama varan dozlarda aspirin kullanmışlar bu da tavsiye edilen dozun aşağı yukarı 30 kat fazlası oluyor. Covid-19 salgınında da kinin bilmecesi ile karşı karşıyayız. Kininin hem antiviral, hem de antienflamatuar özellikleri olduğu düşünülüyor. Ama bilimsel çalışmalar ile bu özellikler net olarak kanıtlanamıyor. Neyse ki, kinin örneğinde güvenli dozların aşılmamasına salgının en başından beri azami dikkat gösterildi.
İspanyol giribi virüsü, Alaska’nın soğuk topraklarına gömülmüş bir kişiden alınan doku örneklerinden 2005 yılında yeniden yaratıldı. 2 sene sonra da maymunlar üzerinde denendi. Zavallı hayvanlar aynı 1918 senesinde hastalanan insanlara benzer belirtiler gösterdiler. Bağışıklık sistemleri, virüse sitokin fırtınası adı da verilen aşırı bir reaksiyon geliştiriyordu. Bugün de Covid-19 nedeni ile yoğun bakıma alınan hastaların çoğunda asıl problem sitokin fırtınası. Yeni bir klinik çalışma, yoğun bakım hastalarında kortizonun ölüm oranlarını anlamlı derece azalttığını gösterdi. Kortizonun bağışıklık sistemini baskıladığı zaten çok iyi biliniyor.
Geçtiğimiz mart ayının ortasında, corona virüs salgınının daha başlarındayken, Silikon Vadisi’nde çalışan bir aplikasyon yaratıcısı, davranış bilimci ve yazar olan Tomas Pueyo, dünyanın önce bir “çekiç” evresi yaşayacağını, bunu daha uzun bir “dans” evresinin izleyeceğini yazdı. Dünya olarak önümüzdeki bir buçuk yılı elimizde çekiçle dans ederek geçirmeye hazırlanmalıydık.
“Çekiç evresi”, Pueyo’nun, karantinaların olduğu, sokağa çıkma ve seyahat kısıtlamalarının uygulandığı, okulların, restoranların, kafelerin, kapalı kaldığı, kısaca sosyal yaşamın tamamen askıya alındığı iç karartıcı günler için kullandığı bir metafor. Bu evrede hastalar, detaylı filiasyon çalışmaları virüsü başkalarına bulaştırmadan tespit ve izole edilmeliydi. Böylelikle, virüsün enfekte ediciliğini gösteren meşhur R0 sayısı birin altına çekilecekti. Sonuçta salgının birinci dalgası yavaşlayıp, sönecekti.
Çekiç evresini kısıtlamaların çoğunun sona erdirileceği ya da oldukça yumuşatılacağı ve Pueyo’nun “dans evresi” olarak isimlendirdiği bir dönem izleyecekti. Dans evresinde, akılcı ve yaygın test politikalarının kurgulanması ve hasta olan ya da yüksek-riskli erken insanların izolasyonunun sağlanması ön plana çıkacaktı. Sosyal mesafeye dikkat edilmeye devam edilecek, çok sayıda insanın bir araya gelmesine izin verilmeyecekti. Tüm toplum maske takmayı sürdürecek ve insanlar kişisel hijyenlerine odaklanacaklardı. Dans evresinde olgu sayılarında artış yaşandığında ise belli süreler için çekiç evresi önlemlerine geri dönülmesi gerekecekti. Yani bir anlamda elde çekiç ile dans edecektik.
Dikkat ederseniz, çekiç evresi çok iç karartıcı ama net kurallar içerdiği için uygulamada daha kolay. Dans evresi ise hastalıkla belli bir uyum içinde yaşama becerisini göstermeyi gerektiriyor. Bu evre, kuralları çok net olmayan, iyice içselleştirilmesi gereken bir yaşam tarzı olarak görülmeli. Ne kadar iyi dans edeceğimiz, bu hastalıktan ne kadar çabuk kurtulacağımızı belirleyen en önemli faktör oluyor.
Pueyo bir epidemiyolog ya da hekim değil. Bir aplikasyon yaratıcısı ve yazar. Yarattığı aplikasyonlar, internet ortamında defalarca viral hale gelmişler. Salgının başlangıcında, corona virüsün aynı bu viral aplikasyonlar gibi yayıldığını fark etmiş. Yarattığı “çekiç ve dans” metaforu ile de kuvvetli bir farkındalık yaratmak istemiş. Bana göre oldukça da başarılı olmuş.
Haziran başından dünyanın birçok ülkesi gibi Türkiye’de de dans evresine geçiş başladı. Bunun aceleci bir karar olup, olmadığını kısa zaman içerisinde göreceğiz. Bir müddet daha çekiç evresinde mi kalmamız gerekirdi? Aslında iyi kurgulanmış bir dans evresi salgını kontrol altında tutmaya yeterli olacaktır. Bir bale gibi detaylı planlanmış, çok sağlam bir koreografisi olan ve insanların adımlarını şaşırmadan uyum içerisinde hareket ettikleri bir gösteri yaratılabilen devletler sıkıntılı günleri geride bırakacaklar.
Covid-19 salgınının ortasında, Amerikalı astronotlar Douglas Hurley ve Robert Behnken çok şık uzay giysileri içerisinde, daha sonra Endeavour adını alacak olan Crew Dragon 2 kapsülüne bindiler. “Starman suit”, yani 'yıldız adamı elbisesi' ismi verilen uzay giysilerini, bilim kurgu filmleri için kostümler çizen Jose Fernandez ve uzay aracının sahibi Space X şirketinin kurucusu Elon Musk birlikte tasarlamıştı.
Hurley ve Behnken, yaklaşık 19 saat yörüngede kaldıktan sonra 31 Mayıs'ta uluslararası uzay istasyonu ISS’ye kenetlendiler. Bu konuda net bir bilgi olmamasına rağmen, uzay istasyonunda buluştukları ve daha sade uzay giysileri olan Amerikalı astronot Chris Cassidy ile Rus kozmonotlar Ivan Vagner ve Anatoli Ivanish’in yıldız adamı elbisesinden çok etkilendiklerini düşünebiliriz.
Fotoğraf: NASA
SpaceX firmasının ve Elon Musk’ın, Mars seyahati ve Mars’ın kolonizasyonu gibi büyük hayalleri var. Musk vizyoner bir iş adamı ve yıldız adamı elbisesi örneğinden de anlaşılacağı gibi tarz şeyleri seviyor. Zaten Tesla arabalarının tasarım süreçlerine de aktif katılmış ve ince detaylarla uğraşmıştı. Tesla arabalarının başarısı, Space X vizyonu, temiz enerjiye yatırım yapıyor olması, Musk’a hayran bir taraftar kitlesi yarattı. Birçok kişi onun Avengers filmindeki Tony Stark misali bir kurtarıcı olduğunu düşünüyor ve insanlığın iyiliği için çalıştığına inanıyor.
Covid-19 önlemleri nedeniyle Tesla ve SpaceX fabrikaları da kapanarak, üretime ara vermişlerdi. Engel tanımayan bir kişiliğe sahip olan Musk, üretimin durmasını bir türlü kabullenemedi ve bu durumu attığı bir dizi tweet ile ağır şekilde eleştirdi.
Musk’a göre salgın yetkililer tarafından abartılıyordu. Hayatını kaybeden kişilerin, altta yatan hastalıklarına bakılmaksızın, Covid-19 nedeniyle ölmüş gibi kayıt altına alınması doğru değildi ve bu durum sayıların şişmesine sebep oluyordu. Musk, olayın halkı yanlış yönlendirdiğini ve hemen durdurulması gerektiğini yazdı.
Salgınının en başından beri, Covid-19, İspanyol gribi ile karşılaştırılıyor. Yeni corona virüs SARS-CoV-2, 1918 yılında dünyayı kasıp kavuran H1N1 virüsü ile rekabet içinde ve uzun süredir hayatlarımızın merkezinde. Aslında bu iki virüsün benzer tarafları az değil. Bu benzerliklerden bir tanesi de Roosevelt ismi ile ilişkili.
New York Times gazetesi, 20 Eylül 1918 tarihli sayısında, o zamanlar donanma bakan yardımcısı görevini yürüten ve daha sonra ABD’nin 32. Başkanı olan Franklin Delanore Roosevelt’in Avrupa seyahatinde İspanyol gribine yakalandığını yazmıştı. Roosevelt bir savaş gemisi ile ülkeye dönmüş ve annesinin evinde gribe bağlı zatürree nedeni ile tedavi altına alınmıştı. Franklin Delanore Roosevelt İspanyol gribini yendi ve 1933 senesinden hayatını kaybettiği 1945 senesine kadar ABD’nin başkanlığını yaptı
Amerikan uçak gemisi USS Theodore Roosevelt, ismini Franklin Delanore Roosevelt’in büyük kuzeni ve ABD’nin 26. başkanı Theodore Roosevelt’ten alıyor. Gemi personeli bir denizcinin Covid-19 testi, 22 Mart 2020’de. Testi pozitif hasta sayısı 31 Mart’ta yüze yükseldi. İki nükleer reaktörü ve dört buhar türbini ile deniz üzerinde 60 kilometre hızla hareket edebilen yüz bin tonluk dev gemi tam 4800 denizci taşıyordu. Nisan ayının başında donanma geminin kritik fonksiyonları yerine getirecek personel dışında boşaltılmasını kararlaştırdı. Mayıs ayının beşi itibari ile testi pozitif çıkan mürettebat sayısı 1156 olmuştu bile.
Buraya kadar USS Theodore Roosevelt’teki salgının aslında alışık olduğumuz ve beklediğimiz şekilde bir seyir gösterdiğini düşünebiliriz. Tüm savaş gemileri gibi Amerikan donanmasının devasa uçak gemileri de denizcilerin aylarca gündüz, gece iç içe yaşamak zorunda kaldığı yerler. Bu askerler bırakın bir buçuk metrelik mesafeleri, çoğunlukla omuz omuza çalışıyorlar. Bu nedenle salgın fark edilene dek çok sayıda denizcinin virüsle karşılaşmış olması yüksek bir ihtimal. Bu ihtimal de gerçekleşmişe benziyordu.
İlginç olan ise, testi pozitif çıkan denizcilerden yarısının hiçbir belirti göstermiyor olmasıydı. Belirti gösterenlerin büyük bir kısmında da hastalık hafif seyrediyordu ve sadece bir hasta kaybedilmişti. Bu rakamlar, Covid-19 ile ilgili olarak şu anda kabul edilen rakamlar ile uyumsuz gözüküyor. Belirti göstermeyen hasta sayısı, hastaneye yatırılma ve ölüm oranları ortalamaların çok altında.
Gemideki mürettebatın yaş ortalamasının otuz civarında olması, bu düşük rakamların ortaya çıkmasında önemli rol oynamış olabilir. Ama yine de hastalığı geçirmiş olsalar da testleri negatif çıkmış olabilecek olgular da göz önünde alındığında, Covid-19’un hala tam anlamı ile analiz edilemediği sonucu ortaya çıkıyor. Bir uçak gemisi gibi kapalı ve insanların birbirlerine çok yakın yaşadığı bir ortamda tablonun çok daha ağır olması beklenebilirdi. Bu iyi bir haber, çünkü toplumda çok sayıda insanın hastalığı fark etmeden geçirmiş olma ihtimalini kuvvetlendiriyor. Ama bir yandan da hasta olduğunun hiç farkında olmadan hastalığı bulaştırabilecek insanların sayısının ne kadar fazla olabileceğini gösteriyor. Aslında Covid-19 ve uçak gemileri söz konusu olduğunda, bilim insanlarını şaşırtan sadece USS Theodore Roosevelt değil. Fransız uçak gemisi Charles de Gaulle örneği de var. O gemide de Covid-19 salgını yaşandı. USS Theodore Roosevelt ile benzer şekilde testi pozitif 1081 denizcinin sadece yarısı belirti gösteriyordu.
Unutmayın, Covid-19 hakkındaki sayısal ön kabullerin çoğu bir gezi gemisi olan Princess Diamond kaynaklı. Hem USS Theodore Roosevelt, hem de Charles de Gaulle verileri bu ön kabuller ile çelişiyor. Uçak gemilerindeki personelin yaş ortalaması daha düşük ama lüks bir gezi gemisine göre çok daha sıkışık şartlarda yaşıyorlar. Bu yüzden epidemiyologlar, her iki uçak gemisinden gelecek bilgiyi analiz edebilecekleri günün gelmesini bekliyorlar. Askeri bir gemide, hangi denizcinin nerede, ne kadar zaman ve kimlerle temas ettiği net bir şekilde belirlenebilir. Bu bilgi de salgının yayılma dinamiklerini daha iyi anlamak için kullanılabilir. Bu arada, denizcilerin ayrıntılı sağlık kayıtları hastalığın şiddetli geçmesinin altında yatan nedenlere ışık tutabilir.
Bir şeyden emin olabiliriz, SARS-CoV-2 ile ilgili bilmediklerimiz, bildiklerimizden daha fazla. Bilgi kümelendikçe, analizler de daha yol gösterici hale gelecek. Bu arada biz temkini elden bırakmayalım. Normalleşme yolunda bebek adımları ile ilerleyelim, virüs ile kumar oynamaya hiç gerek yok.
Tüm dünyada bilim insanları ve hükümetler bugünlerde aynı sorunun cevabını vermek için çalışıyorlar. Şu ana kadar toplumun ne kadarı yeni corona virüse karşı bağışıklık kazandı? Aslında nisan ayının başında, SARS-Cov-2 ve Covid-19 fırtınası daha hızlanma aşamasındayken, İngiltere’den iki bilim insanının bu konuda birbirleriyle çelişen teorilerini yazmıştım.
Neil Ferguson, Imperial College’da çalışan bir matematiksel biyoloji profesörü ve İngiliz Hükümeti’nin de Covid-19 ile ilgili danışmanı. Ferguson, mart ayının ortasında bir rapor yayınladı ve aslında hem İngiltere’nin hem de ABD’nin Covid-19 politikalarını temelden değiştirdi. Rapora göre, gerekli önlemler alınmadığı takdirde, İngiltere’de 510 bin, ABD’de ise 2,2 milyon kişi hastalık nedeni hayatını kaybedecekti. Bu rapor üzerine İngiltere sürü bağışıklığı yaklaşımını bir kenara bıraktı ve her iki her iki ülkede sosyal izolasyon tedbirleri devreye alındı.
Sunetra Gupta, Oxford Üniversitesi Enfeksiyöz Hastalıklar Evrimsel Ekolojisi Grubu lideri bir epidemiyolog. O da mart ayının sonunda kendi raporunu yayınladı. Raporda, mart ayının üçüncü haftası itibari ile İngiltere’nin yarısından fazlasının enfekte olduğu tahmini yer alıyordu. Yani aslında “sürü bağışıklığı” kazanılmaya başlanmıştı. Gerçek ölüm oranı ise yüzde 0,1 civarındaydı, çünkü hastalığı belirti vermeden ya da çok hafif geçirenler, yani hasta olduğunu dahi bilmeyenlere hesaplamalarda yer verilemiyordu.
O günden bu yana çeşitli ülkelerde antikor testleri yapılarak hastalığı geçirenlerin gerçek sayısı belirlenmeye çalışıldı. Testlerden farklı farklı sonuçlar alınsa da test edilenlerin çoğunun hastalığa karşı antikor taşımadıkları ortaya çıktı. Ferguson’un görüşleri ağırlık kazanır gibi oldu.
Gupta kendi çalışmasını yayınladıktan sonra ilk defa sessizliğini bozdu ve bu hafta bir internet sitesine konuştu. Özetle, antikor taşımamanın, o kişinin Covid-19 ile hiç karşılaşmadığı anlamına gelmediğini söyledi. Hastalığa karşı genetik direnç ya da nezle gibi çok daha hafif başka corona virüslere karşı oluşan bağışıklık birçok insanın hastalığı hiç fark etmeden geçirmesini sağlamış olabilirdi. Ayrıca antikor testleri de henüz yeterli güvenilirlikte değildi. Antikor testlerinden çıkan tablonun asıl gerçeği yansıtmıyor olması çok büyük ihtimaldi.
Salgının değişik ülkelerde birbirine benzer şekilde seyretmiş olması Gupta’nın en büyük dayanağı. O, en baştan beri bu tip bir salgının üç evresi olduğunu söylüyor. Bir aylık gizli bir yayılma, bir aylık zirve yapma ve sonra da bir aylık aşağıya iniş evreleri. Bu evreler her ülkede hemen hemen aynı şekilde gözlendi. Ferguson, bu durumun alınan önlemlerin bir sonucu olduğunu, Gupta ise önlemler alındığında salgının aslında inişe geçmeye başlamış olduğunu iddia ediyor. Ülkeler farklı izolasyon stratejileri uygulasalar da alınan sonuçlar hep benzer oluyor. Gupta, hastalığın SIR adı verilen matematik modele uygun bir seyir gösterdiğini ve bu yüzden de önlemlerden ziyade kazanılmış ya da kısmen var olan bağışıklığın ve direncin önemli olduğunu belirtiyor.
Profesör Gupta’ya göre Covid-19 hastalığındaki ölüm oranı da aslında binde birden daha düşük ve muhtemelen 10 binde 1'e daha yakın. Ona göre, New York gibi bazı yerlerde izlenen yüksek ölüm oranları ise virüs yükü, toplum yapısı ve sosyal sebepler gibi faktörlere bağlı. Aslına bakarsanız, genç bir nüfus ve etkin sağlık hizmetlerine kolay erişim de ölüm oranını ciddi şekilde aşağıya çekiyor.
Gördüğünüz gibi Sunetra Gupta ile Neil Ferguson arasındaki görüş ayrılığında herhangi bir değişiklik yok. Gupta haklı ise, en kötüyü geride bıraktık ve rahat bir nefes alabiliriz. Ferguson haklı ise bir aşı bulunana kadar tedbiri elden bırakmadan yaşamalıyız. Ben şahsen Gupta taraftarıyım ama daha önce de yazdığım gibi virüs ile Rus ruleti oynamak da istemiyorum, Yavaş yavaş, adeta bebek adımları ile normalleşmeye başlamak belki de en doğrusu. Salgında yavaşlamanın kalıcı olması Gupta için en büyük kanıt olacak. Aslında, bu arada bir aşı da muhtemelen geliştirilecektir.
SARS-CoV-2, yani corona virüs hafife alınmaması gereken bir düşman olduğunu çok sayıda ülke defalarca kanıtladı. Sebep olduğu Covid-19 hastalığı ile estirdiği terör dalgasının hafifliyor gibi görünmesine kanıp hemen gevşememiz lazım. Savaşı kazanmak istiyorsak, düşmanı iyi tanımalıyız. Bu yazı hayatlarımıza önlenemez bir şekilde giren bir seri katili, SARS-CoV-2’yi sizlere daha iyi tanıtmaya odaklanacak.
Yaşadıklarımız, insanlığın corona virüslerle ilk mücadelesi değil ve muhtemelen sonuncusu da olmayacak. SARS-CoV-2’nin akrabalarından olan OC43’ün, 1889-1890 arasında 1 milyona yakın can aldığını bir kenara not etmeliyiz. OC43 bugün hala aramızda ama muhtemelen geliştirdiğimiz kolektif bağışıklık nedeni ile süngüsü düştü. Bizi nezle yapıyor, o kadar. İnsanların ölmesine, hastanelerin dolup taşmasına, okulların ve lokantaların kapanmasına neden olmuyor. OC43 insanlara yarasalardan değil, ineklerden bulaşmıştı. O zamanlar corona virüsler bilinmediği için, neden olduğu salgın bir tür grip olarak görülmüştü.
Aslında, İngiltere ve ABD'den araştırmacılar 1960’lı yıllarda nezleye sebep olan iki farklı virüsü izole edene kadar, corona virüs ismi daha yaratılmamıştı. Ancak 1968 yılında, bu virüslerin elektron mikroskopisi altında güneşin plazmadan oluşan tacını hatırlatan çıkıntıları olduğu görüldüğünde, corona, yani taç virüsü adı ortaya atıldı. Bugün bu çıkıntıların virüslerin insan hücresinin içine girmesini sağlayan proteinler olduğunu biliyoruz
Uzunca bir müddet, corona virüslerin hayvanlarda öldürücü hastalıklara sebep olduğu, insanlarda ise nezle benzeri hafif hastalıklar yaptıklarına inanıldı. SARS 2003 senesinde bu düşüncenin ne kadar naif olduğunu kanıtladı ve ardından en az onun kadar öldürücü MERS geldi. Bugün corona virüs ailesinin 12 ferdi olduğunu biliyoruz. Bunlardan yedisi hastalık yapıyor. Kemirgen kaynaklı, insana inekten bulaşmış olan OC43, onun benzeri HKU1 ve yarasa kaynaklı 229E ile NL63 insanlarda nezle benzeri hafif hastalık tablolarına sebep oluyor. SARS-CoV, MERS-CoV ve SARS-CoV-2 ise yarasa kaynaklı ve insanlarda ağır hastalık yapan virüsler. SARS-CoV-2 güncel problemimiz ve diğerlerinden daha bulaşıcı.
Kimilerine göre 10 bin, kimilerine göre 300 milyon yıldır dünyamızı arşınlayan corona virüslerin kendilerine has özellikleri var. Bir kere oldukça iriler. Genetik materyalleri, AIDS’e neden olan HIV’in ya da hepatit C virüsünün genetik materyalinin 3 katından, mevsimsel gribe sebep olan influenza virüslerininkinin ise iki katından daha büyük.
Bir de, birçok virüste bulunmayan bir tamir mekanizmasına sahipler. Bu şeklide geçirdikleri mutasyonların önemli bir kısmını tamir edip, eskiye döndürebiliyorlar. Sonuçta, ribavirin gibi virüsleri mutasyonları tetikleyerek yok etmeyi hedefleyen ilaçları etkisiz hale getirebiliyorlar.
Corona virüsler, örneğin influenza virüslerine göre 3 kat daha az mutasyona uğruyorlar. Mutasyon aslında virüslerin önemli bir silahı. İnfluenza virüsü bu şekilde, yani bir anlamda rastgele biçim değiştirerek aşılara karşı kendini koruyor. Corona virüslerin ise daha ince bir taktikleri var. Birbirleriyle genetik materyal alışverişi yapıyorlar. Yakın akrabalar söz konusu olduğunda bu alışveriş virüs için kritik bir avantaj yaratmazken, uzak akrabalar tesadüfen bir araya geldiğinde çok daha farklı yeni bir tipin ortaya çıkmasına zemin hazırlayabiliyor. SARS, MERS ve SARS-CoV-2 virüslerinin bu şekilde oluştuğu düşünülüyor.