Bir zamanlar sonbahar, şehirde yaşayan genç kadınlar için kalp çarpıntısı ve tatlı bir yenilenme ihtiyacı içinde geçen keyifli bir mevsimdi. Sonbahar yazdan çıkan yorgun bedenleri dinlendirir, kırık kalpleri sakin sakin okşardı sanki. Her sonbaharda karar verirdik gelecek yılın muhteşem geçeceğine. En güzel filmler sonbaharda vizyona girer, sokaklarda kestane kokusu duyulmaya başlanırdı.
Ne üşütürdü sonbahar, ne terletirdi.
Ne yaz gibi terden sırılsıklam eder, ne kış gibi kat kat giydirirdi. İş yerlerinde motivasyonu en yüksek sezondu bana göre. Çünkü tatile, denize, kuma, D vitaminine doymuş bedenlerimiz canla başla çalışarak ay sonunu getirirdi.
Sonbahar kara kış gelmeden dışarıda sosyalleşmek için harika günlerdi. Çizme ve trençkot giymek, pazar tezgahlarında enginar, bal kabağı görmek demekti.
Okula gittiğim çağlarda bile yeni defter, kalemler alınacak olması hep benim için sonbaharın güzellikleriydi. Mutlaka okuduğum kitabın arasına kurumuş bir yaprak koyardım.
Doğanın en güzel renkleri cömertçe sonbaharda karışırdı birbirine. Gökyüzünün mavisi, kızaran yapraklar, sararmış otlar, arada hala göz kırpan yeşillerle parklar Monet tablosuna bürünürdü.
Yazın büyük bir aşka tutulmuş olanlar muhtemelen sonbaharda evlilik hayalleri kurarken, kırık kalpler de kendini tamir ederdi. Sanki sonbahar bir zamanların Yalancı Yarim filmi gibiydi. Bütün kadınlar Emel Sayın, bütün erkekler Tarık Akan'dı.
Yazlıktayım, buranın en güzel zamanı eylül. Deniz sakinler, hava ılınır, kalabalık azalır; ayrı bir güzellik gelir yazlık evlere.
Sabah telaşesi bitmiş, bir emzirme sırasında sosyal medya kaçamağı yapalım diyorum ama artık Instagram'da her paylaşım reklam, her paylaşımın amacı link verip alışverişe yönlendirmek.
Önceden kim ne görmüş, nereye gitmiş, neleri ilginç bulmuş bunları Instagram’ın hikayeler kısmında görmek keyifliydi. Ama artık bütün paylaşımlar 'yukarı kaydır'lı. Neden millet bu kadar tüketim delisi oldu? Link görmekten milletçe kusacağız.
Hadi ilginç, zor bulunan ya da gerçekten belli bir kitleye fikir verecek, faydalı olacak bir link olsa razıyım. Ama giydiği pijamadan, sürdüğü ruja kadar her şeyi linklemek bana artık çok itici geliyor. Elbette bunu destekleyen koca bir sektör var. Linklenen ürünlerden kullanıcıların belli bir kazanımı oluyor.Ama bence Instagram’ın 'hikayeler' kısmı artık eskisi kadar keyifli değil.
Valla bana eski kafalı diyebilirsiniz ama ben günaydın selfie’lerini, kahve molalarını, ayna önü pozlarını ve günlük hayattan anlık gerçek paylaşımları özlüyorum.
Bu tüketim çılgınlığının da sonunun hiç iyi olmadığını düşünüyorum. İnsanlık giderek doyumsuz bir şekilde gezegeni harcıyor.
Nisan ayının sonlarıydı, Corona virüs zirve yapmış, sokağa çıkma yasakları uzuyordu. İşte bu keşmekeş içinde minik oğlum hayata gözlerini açtı.
Corona virüs vakalarının olduğu katlar izole edilmiş olsa da, içimde müthiş bir tedirginlikte girmiştim hastaneye. Resmen terk edilmiş, bomba atılmış gibiydi. Kafeterya, bankolar, danışmalar; hepsi kapalı. Sadece acil vakaların ve corona virüs hastalarının kabul edildiği hastane içimizi ürpertti.
Babaları doğumhaneye almadılar, ziyaretçi gelmesi yasak. Hastane koridorlarından anneannelerin mutluluk sesleri gelmiyor. Odamda sabah yataktan 2 kişi koluma girip kaldırırken, akşam evime çıktığımda ayaklanıp her işi kendim halletmem gerekti. Eve gittiğimde beni neyin beklediğini bilmediğim için hastaneden taburcu olmak istemedim. Ağrı yaşama, uzanıp dinlenme lüksüm olmadı hiç. Sokağa çıkma yasağında doktor kontrollerine gidip geldik, İstanbul hayalet şehir gibiydi. En yakınlarımız mecburen uzak kalmanın burukluğunu yaşadılar. Öyle tüylü taçlar takıp ipek pijama giyilen bir lohusalık dönemim hiç olmadı benim. Çoğu gün eşimle 1 buçuk saatlik uykularla minik bir canın dış dünyaya alışmasına yardımcı olmaya çalıştık.
Bebek bakımıyla ilgili tecrübesi olmayan ben ve eşim, doğumdan itibaren oğlumuza yardım almadan beraberce baktık. Hatta 40’ı çıktığı gün bile sokağa çıkma yasağı olduğu için sadece apartman bahçesine inebildik.
Bir yandan lohusalık psikolojisi (bilmeyenler için sürekli ağlamak istediğin ve kendini her zaman yetersiz görmek için bahaneler ürettiğin aşırı alıngan ve hassas bir dönemmiş), bir yandan ailen ve dostların için duyduğun virüs korkusu, bir yanda uykusuzluk, ağlayan bir bebek, biriken çamaşırlar, odadaki 31 dereceye varan sıcaklık, "Akşama ne yiyeceğiz?" sorusu, sürekli terlemek derken gerçek Survivor oğlumun doğumuyla bizim evde yaşandı.
Bu keşmekeşin ortasında bir de üçüncü gün mastit oldum. (Süt kanallarının tıkanması, ilerlediğinde ateş yapıyor ve sonu memelerin kesilip opere edilmesine kadar gidebilen, acilen önlem alınması gereken bir durum) Sokağa çıkma yasağı varken izinler alıp miniğimizi de alıp yeniden hastanelere gittik. Evimize gelen bebek hemşireleriyle bile uzaktan uzağa maskeli şekilde destek alabildik. Korkumuzdan kimseye yaklaşamadık.
Şimdi benim yaşadıklarımı başka anneler de yaşamasın diye, hastanede taze anneler bir başına kalmasın, babalar doğumhane kapısında yapayalnız beklemesin diye, anneanneler dedeler torunlarıyla haftalar sonra tanışmak zorunda olmasın diye lütfen KENDİMİZİ BIRAKMAYALIM.
Çünkü ikinci dalga gelirse bu kez her şey daha da kötü olabilir.
Koca yaz akıp gitti, her sene olduğu gibi yine ardından bakakaldık. Maskeler ardında, çantada litrelik kolonyolar ile endişeli ruhlarımızı bu yaz da dinlendiremedik.
Uzun süredir köşemde yoktum, çünkü benim bir oğlum oldu. Üstelik de salgının zirve yaptığı zamanda, sokağa çıkma yasaklarının arasında dünyaya geliverdi. En yakınlarımızın bile mecburen uzak kaldığı, yapayalnız bit lohusalık yaşadım. Bunları ayrı bir yazıda yazmalıyım çünkü inanın soluksuz izlenecek bir sinema filmi gibiydi yaşadıklarımız.
Şimdi bütün insanlığın dingin ve huzurlu bir yorgunluk içinde olmasını beklerken, ikinci dalga korkusundan endişeli bir bekleyiş içindeyiz. İstanbul’dan uzakta kaldığım küçük sakin sayfiye yerlnden her akşam haberlerde vurdumduymazca oluşmuş kalabalıkları ve inatla alınmayan önlemleri dehşet içinde izliyorum.
Yanık tenlere rahatlık, yorgun bünyelere huzur getirmeliydi eylül.
Sıcaktan bunalarak uyandığımız gecelerin bitişini müjdelerdi eylül.
Denize girmek, kumsalda yürümek için en güzel ay olurdu eylül.
Kışlık domatesleri bitiren bir ev kadının rahatlığı, öğrencilerini özlemiş bir öğretmenin heyecanı olurdu eylül.
Balık sezonunun açılması ve masada bütün yaz baş köşede olan karpuzun yavaş yavaş emekliye ayrılma zamanıydı eylül.
Evde geçen günleri saymayı bırakalı çok oldu. Belki 32'nci günüm, belki 35; artık tam olarak bilemiyorum.
Ne de güzel yavaşladım bu arada ama. Her şeye vakit bulup da, bir türlü onun için vakit bulamadığım ruhum sonsuz bir sükut içinde.
Sokağa çıkma yasağı var diye bebeğim de doğmaya çekiniyor sanırım. 40 hafta oldu, hala bir doğum başlangıcı emaresi yok. İçeride kalmaktan, huzurdan o da memnun.
Oturduğum sitede iki bina arasında yeşillikler içinde keyifli bir bahçe varmış meğer, daha önce göz ucuyla görmüş ama hiç oturmak için aşağı inmemiştim. Öyle de bir zamanım yoktu zaten. Cumartesi dahil, geç saatlere kadar çalışıp tek izin günüm olan pazar gününde uyumak, dışarıda kahvaltı etmek, market alışverişi, yalap şap bir ev temizliği, kirlilerin yıkanması, temizlerin ütülenmesi, ellere manikür, saçlara bakım gibi dünyevi işler arasında geçirirdim haftanın tek tatil gününü.
Oysa yaşamak bu değilmiş, ne güzelmiş sabah karanlıkta uyanıp güneşin doğuşunu izlemek.
Aşağıdaki bahçeye inip, kamelyalarda kahvaltı yaptık karı koca. Hiç acelemiz olmadan, bir yere yetişme derdimiz olmadan yavaş yavaş içtik çaylarımızı. Sonradan fark ettim ki, bizim sitede bir de basketbol sahası varmış. Onu bile görememişiz.
Şimdi yavaşladık ya, her şey çok farklı görünüyor artık gözüme.
Dünya yorgun…
Dünya artık insanların kendisini tüketmesinden bezmiş bir halde. Biraz daha farkındalık kazanarak daha akıllıca adımlar atmamız gerekiyor artık. Tükettiğini bile üretmekten aciz bir insanlık olup, parazit gibi gezegeni giderek yok ediyoruz.
Tarım hak ettiği önemi ve değeri göremiyor. Ama öte yandan elektriği, doğalgazı, temiz suyu ve enerjiyi sonu gelmeyecekmiş gibi harcıyoruz. İnsanlık her geçen gün daha büyük bir iştahla kemirirken dünyayı, yaşadığımız felaketler de tokat gibi yüzümüze çarpıyor.
‘’Ben evde otururken elimden ne gelir ki?’’ diye düşünme.
Karantina günlerinde önlem almazsak, yazın bizi daha zor günler bekleyebilir. Oysa evdeyken bile alacağın küçük tedbirlerle, güneş yeniden parladığında hep birlikte daha güzel bir yarına uyanmak da mümkün.
Paylaş ki, tek başımıza atacağımız küçük adımlar kitlelerce dev bir harekete dönüşebilsin. Unutma, bu gezegenin kaynakları tükendiği zaman, hepimiz için çok zor günler gelecek olabilir. Oysa basit tedbirler alarak yorgun dünyanın ayağa kalkmasına sen de destek olabilirsin.
Şaşkınlığı üzerimizden atalı çok oldu. Şu an tedbir, önlem ve sakin kalmak dışında yapabileceğimiz en güzel şey: EVDE KALMAK.
Tabii siz olayları gelin bir de hamileliğinin 35'inci haftasında tüm hormonları zirvede çalışan bir kadının gözünden görün diyeceğim ama, en iyisi o pencereye hiç yaklaşmayın.
Hayat bizlere bir kez daha ’yarının ne sürprizler getireceğini’ göstermiş oldu. Düğünler, tatiller, izinler planlanırken meğer evren gizli gizli gülüyormuş bize.
Kimseyi korkutmaya gerek yok, ama hepimizin durumun ne kadar ciddi olduğunun farkına varmamız gerek.
Bizim işimiz sizlerden biraz daha zor.
Öncelikle WhatsApp gruplarına attığınız hangisi doğru hangisi yalan belli olmayan onlarca felaket senaryosu ve videonun biz hamileleri ve doğal olarak taşıdığımız bebeği nasıl strese soktuğunu unutmayın.
Stres hem gebelik süreci, hem de anne karnındaki bebek için hiç de İYİ DEĞİL!
Lütfen marketlerde ihtiyacınızdan fazla şey satın almayın ve kasada dibimize kadar girmeyin. Araya mesafe koymak hepimiz için gerekli.
Her şeyin bir kullanma kılavuzu, prospektüsü var. Araba kullanmak için ehliyet soruyorlar. Çamaşır makinesi alsanız yanında kitapçık veriyorlar. Giysilerin bile yıkama talimatları var. Ama nedense anne-baba olurken hiçbir eğitim ya da bilgi sürecine dahil edilmiyoruz.
Elbette sorgulayan, araştıran, yeni nesil anne-baba adayları gözlerini her zaman 'en iyiye' diktikleri için gelişime açıklar. İş dünyasında harikalar yaratan kadınlar için dile getirilmese de annelik vasıflarından uzak kalma düşüncesi sadece içi boş bir teori. Okunacak yüzlerce kitap, faydalı içerikler sunan dijital kanallar ve sık sık hesaplarını güncel tutan bilgi verici profiller var.
Peki metropol insanlarının tüm bunlar için zamanı yoksa?
Ve anneannenizin metotlarının işe yararlığı sizi hiçbir şekilde ikna etmiyorsa?
İşte o zaman da 'anne-baba kampları', sizi sıkı bir ebeveyn olmak için hazırlayabilir.
Geçtiğimiz hafta Instagram'da içeriklerini görüp merak ettiğim bir anne-baba kampına katıldım. Gerçekten faydalı mı, içerikler dolu mu, sıkıcı mı, zaman kaybı mı yoksa değeri paha biçilemez bir tecrübe mi olacak; merak içinde cumartesi sabahında otele giriş yaptım.
Ben görev insanıyım,