Olimpiyatların başladığı günden bu yana, konuyla ilgisi olan-olmayan herkes, Türkiye'nin madalya durumuna ilişkin yorumlar yapıyor, yazılar yazıyor. Özellikle spor basınının tutumu fazlasıyla histeri krizlerine dönmeye başladı.
Bütün sene, olimpik sporlar umrunda olmasın, 365 gün fanatizmi körükle, Fenerbahçe ve Galatasaray'dan başka yorum yapma, Anadolu kulüplerinin Avrupa kupası maçları, transfer spekülasyonlarının önüne bile geçemesin, sonra oturduğun yerden "Türkiye neden başarısız?" diye ahkâm kes.
SİZ YAZDINIZ DA, BİZ Mİ OKUMADIK?
Günlük siyasi köşe yazısı kaleme alanların, konuya girişleri ise olabildiğince sığ ve bilgiden uzak. Başarıyı salt madalyaya indirgeyen, altın-gümüş-bronz dışındaki sonuçlara başarısızlıkla bakan bu insanların da, bir sene boyunca kaleme aldıkları yazılardan hangisinde eskrim, güreş, yelken, masa tenisi vardı acaba? Yazdılar da biz mi okumadık acaba?
Elbette olimpiyat kafilesinde bulunan sporcular eleştirilemez değil ancak sporu futbol olarak algılayan medyanın ve sosyal medyada kendisini var etmeye çalışan kitlelerin tutumu da fazlasıyla komik bir hal almaya başladı.
Fenerbahçe Kulübü, UEFA ve Türkiye Futbol Federasyonu'na karşı Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesi’nde (CAS) açtığı davayı çektiğini bugün Borsa'ya resmen bildirdi.
3 Temmuz'dan bu yana çok şey yaşandı, çok şey söylendi. Mesela Ali Koç ne dedi, "CAS davası namus meselemizdir geri çekmeyeceğiz."
Aziz Yıldırım, daha birkaç gün önce, Metris'te kendisini ziyarete gelen bir televizyonun genel yayın yönetmenine ne söyledi: "CAS'ta devam eden davayı geri çekmeyeceğiz. Bu dava bizim için onur meselesidir."
Peki sonuç ne oldu? Fenerbahçe Kulübü, açtığı davayı geri çekti.
Daha önce pek çok yerde söyledim bunu, Türkiye'de tribün kültürü denen olgu, vandallıkla eşdeğerdir. Taraftarlıktan anladıkları; rakibine ana avrat küfür etmek, rakip futbolcuya korner ya da taç atışı kullanırken, eline geçeni fırlatmak hiçbiri kesmezse de, sahaya inip futbolcuya saldırıya kadar geniş bir yelpazeye uzanıyor.
Beşiktaş-Galatasaray maçları, 2006 yılında Hasan Kabze'nin attığı golden bu yana, özellikle Beşiktaş taraftarları açısından farklı algılanmaya ve garip değerler katılarak izlenmeye başlandı. O günden bugüne dek, yapılanları alt alta sıraladığımızda her türden çirkinliğe rastlıyoruz.
AMAN OLUMSUZ ŞEY YAZMAYIN!
Beşiktaş taraftarını oluşturan Çarşı grubu; Hasankeyf, HES'ler, savaş ve nükleer karşıtlığı gibi pek çok konuda, tribünlerden açtıkları pankartla, insanların dikkatlerini çekmeyi başardılar.
Irkçılık en büyük insan suçlarından biridir. Karşınızdakine sadece ve sadece derisinden, ırkından, dininden ötürü aşağılayıcı ifadeler kullanmak, dünyanın her yerinde lanetleniyor. Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği (FIFA) de, ırkçılık ve şikeyi futboldaki en büyük iki suç olarak görüyor. Şike Türkiye'de sahaya yansımadı (!) ama ırkçılığın sahaya yansımasına Fenerbahçe-Trabzonspor karşılaşmasında tanık olduk.
Olayın öznesi Emre Belözoğlu, maç sonrası "Maçın içinde bazen tansiyon yükseldiğinde birbirimize çok kötü sözler söyledik. Benim ona, onun da bana ettiği ana avrat küfürler aptalcaydı. İkinci yarının ortalarında o benden, ben de ondan özür diledik. Maç bitince birbirimize sarılarak maçı bitirdik. Ancak maçtan sonra çıkıp böyle şeyler söylemesinin arkasında ben artniyet ararım. Maçta olan şeyleri maçın sonrasına taşımaya ne gerek var" diyerek, art niyetli olanın, ırkçı saldırıya maruz kalan Zokora olduğunu söyledi.
Sahada futbolcuların birbirlerine naif olduklarını beklemek biraz saflık olur. Elbette yükselen tansiyonda, dozu yüksek küfürleşmelerin olduğunu da biliyoruz ancak ırkçılık denen iğrenç mefhum oldu bittiye getirilerek, çözümlenebilecek bir şey değil.
RTÜK'E ÇAĞRI: +18 İŞARETİ KONULMALI
Emre Belözoğlu, yeşil sahalardaki en ilginç futbol figürlerinden biri. Yeteneklerine lafı söylenebilecek bir oyuncu değil. Ancak, saha içinde sergilediği tavırların pek çoğu, 18 yaşından küçük çocuklara olumsuz örnek oluşturacak nitelikte.
Fatma (Çolak) Nine'yi 2010 yılında tanıdık, üstünde sahte bir Galatasaray formasıyla Artvin'de bir yaylada çekilmiş fotoğrafı ile. Sonra Fatma Nine, Ali Sami Yen'e davet edildi, Adnan Polat tarafından. Orijinal bir forma giydirildi, eline bir kupa tutuşturuldu, bir de şilt.
Galatasaraylı İşadamları Derneği, Fatma Nine'nin bakkal borçlarını ödemiş, biraz da para yardımı yapılmış. Sonra.
Sonrasında kaderine terk edilmiş. En yaşlı Galatasaraylı Fatma Nine, 107 yaşında yaşamını yitirdi. Bizler, oturduğumuz yerden "Yazık" dedik sadece, Fatma Nine'nin neler yaşadığını, beslenme yetersizliğinden öldüğünü, 3 aylık kirasını ödeyemediğini bilmeden, sadece ve sadece 'yazık' dedik.
'Vefa, vefa' diye ortalarda dolanan futbolcuları anımsadım, Fatma Nine'nin açlıktan öldüğünü öğrenince. Milyonlarca dolar kazandıktan sonra bile, o kulüp sayesinde gazetecilik yapan, milletvekilliği yapan, antrenörlük yapan"Bu kulüp vefasızdır" diyen adamlar (!) aklıma geldi. Aklıma gelenleri, yazıya döksem, mahkemelerden çıkamam, o yüzden susuyorum.
Başbakan Erdoğan'ın, İran'a giderken, gazetecilerle yaptığı sohbet konuşmasında "8 takım birden ligden düşerse ne olur, futbol biter. Ceza davası ile Futbol Federasyonu’nun kararını birbirinden ayırmak lazım. Platini’ye de İngiltere örneğini verdim. Orada holiganlar yüzünden Thatcher (Margaret Thatcher, İngiliz Başbakanı, 1979-1990) İngiliz takımlarının Avrupa’ya çıkışını 5 yıl yasakladı. Ne oldu? Kendi aralarında gayet güzel devam ettiler. Döndükleri sene de şampiyon oldular." ifadeleri Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nın şikeyi açık açık itiraf ettiğini gösteriyor.
3 Temmuz'dan bu yana gelişen süreç, tipik Türkiye modeli ile çözülmeye çalışıldı. Sorunu unutturma, öteleme, herkesi dahil etmeye çalışarak bulandırma taktikleri ile 8 ayı geride bıraktık. UEFA 8 aydır, sürekli olarak "Bu sorunu hemen çözün" mesajı verdi. Duymazdan geldik, oralı olmadık, işi yüzsüzlüğe vurduk. Bıçak kemiğe dayandı ve tam o noktada Recep Tayyip Erdoğan, şikeye karışan takımların imdadına yetişti.
ÖZERK FEDERASYON'UN RUHUNA FATİHA
Ne diyor, Başbakan Erdoğan 'kişilerle kurumları ayıralım.' Ayıralım ayırmasına da, peki şikeye karışmayan takımlar niçin Avrupa'ya gidemiyor? Bunun yanıtı yok.
Dünden bu yana Kadıköy'de yedek kulübesine yağan yabancı maddelerden ötürü alnında açılma olan Hasan Şaş'ın yalan söylediği ileri sürülüyor. İddiaya göre, Hasan Şaş, elini kulübeye vuruyor ve kanıyor, o kanı da alnına sürüyor, kurbanlık koç misali (!)
Salı günü, Ali Koç'un açıklamasıyla başlayan süreç, düğmeye basılmış gibi ilerliyor. Neredeyse, "Aslında sahaya hiçbir şey atılmadı, onları atanlar Fenerbahçeli değil" bile denilecek. Bu söylenirse de, şaşırmamak gerek, Keita'ya atılan suyun Galatasaray tribünlerinden atıldığını da duymuştuk, sahanın ortasına fırlatılan bıçağın sumenaltı edildiğini de.
Fatih Terim'in kaşındaki açılmaya ilişkin de, birtakım aklıevveller 3 gündür yara bandıyla dolaştığını ve olayın fazlasıyla büyütüldüğünü söylüyor. 30 yıldan fazla süre futbol izleyince, insan pek çok şeyi anımsayıveriyor.
Mesela, 1998 yılındaki bir Türkiye Kupası maçı akla geliveriyor. Türkiye Kupası'nda Trabzonspor'la Fenerbahçe'yi karşı karşıya getiren maçta, bordo-mavililer 1-0 öne geçiyor ve sarı-lacivertliler 10 kişi kalıyor.
Kadıköy'de derbiler hep 'şölen' havasında geçer. Maç gününden sonra yayınlanan gazetelere baktığınızda, seyircinin muhteşemliğinden, atmosferin harikalığından, dem vurulur.
Gerets'in kafası yarılır, kimse çıkıp üstüne 3-5 laf etmez.
Mondragon'un kulağında ses bombası patlatılır, oralı olana rastlayamazsınız.
Hasan Şaş'ın kafasına, futbolcuyken yumurta, antrenörken para atılır, 'görmedim-duymadım-bilmiyorum' diye 3 maymunu oynarlar.
Golü atan Hakan Balta'nın kafasına bayrak diğeri atılır, yaşanmamış sayılır.
Fatih Terim'in kaşı açılır, "Olur böyle şeyler ama keşke olmasa" diye alabildiğine yüzsüzce konuşurlar.