Sağa dönüyorum Safiye, sola dönüyorum Han, aşağı bakıyorum Gülben, yukarıda bir İnci... Nereye gitsem sohbet Masumlar Apartmanı, nereye baksam afişlerde Masumlar Apartmanı, köşe yazılarında, sokakta, markette, metrobüste... BU İNSANLAR HER YERDELER! Bir noktada pes etmemek mümkün değil; "Tamam" dedim, bu hafta sonu oturup izleyeceğim... Yalnız önemli bir nokta var: İnsan bir şeye niyet ederken dikkatli olmalı. En azından bu niyetinin gerçekleşmesi durumunda hayatından kaç dakika götüreceğini de hesap etmeli. Yahu bir bölüm 2 saat 45 dakika sürer mi? Vallahi de sürdü. Uzun bakışmalardan, yanlış anlaşılmalardan, tesadüflerden, romantizmden ve kapı dinleme sahnelerinden bir ara felaket darlandım.
Sabah başlayan dizi mesaim, planlarıma göre öğleden sonra sonlanacaktı ama 4 bölümü bitirdiğimde saatler gece yarısını gösteriyordu. Koltukta başladım, yatakta bitirdim. Bir ara uyumuşum ama ne kaçırdım tam anlamadım. Ben uyurken Safiye temizlik yapıyordu, uyandım pek bir şey değişmemiş, sanırım 15 dakikadır aynı sahnedeydik.
Uygar tabii sadece bir sembol. Ama önemli bir sembol. Hepimizin hayatında yer etmiş, tıpkı Uygar gibi bencil ve küt kafalılar vardır. Tam bir ömür törpüsüdür bunlar. Önce İnci gibi güzel güzel derdinizi anlatırsınız, zamanla başından aşağı kahve dökecek kıvama gelirsiniz ama bu sinir de hiçbir şeyi değişmez. Neticede asabı bozulan bir tek siz olursunuz; o yine bütün kütlüğü ile hayatına devam eder. Uygar gerçek bir prototip ve dizinin önemli şahsiyetlerinden biri. Bu çocuğa dikkat edin, bakın daha "Ben haklı çıktım"ları oynayacak...
Gogol, meşhur 'Bir Delinin Hatıra Defteri' kitabında, "Şu hükümet adamlarının hayatını çok merak ediyorum" der: "Ne yer, ne içer, ne konuşurlar?"
Gogol'un politikacıları merak ettiği gibi ben de yogileri ve yoga yapan insanların hayatını merak ediyordum. Çoğunun suratında, tıpkı Seda Sayan'ın Fransız askısı gibi duran sabit bir gülümseme, bir sahil kasabasında yaşıyor rahatlığı, herkesle aşırı iyi anlaşmalar, sanki her sabah kahvaltıda poğaça yerine soya fasülyesi yiyormuş gibi bir sağlık fışkırması... Son zamanlarda çevremizde sıklıkla gördüğümüz bu insanlar nereden türediler? Hangi ara hepsi guru oldu? Ve en önemlisi: Guru olmak bu kadar kolaysa neden ben de olmayayım?
Tıpkı benim gibi, günümüzde yoga yapan ya da yapmayan herkesin, bu 'disiplin' hakkında birtakım sabit görüşleri var. Şimdi neden durduk yere 'disiplin' diyerek olayı büyüttüm? Çünkü arkadaşlar, 'disiplin' kelimesi gibi, yoga deyince işin içine birtakım kavramlar, tuhaf sözcükler ve hatta hiç bilmediğimiz bir dil giriyor. Bunu aklımızın bir köşesine yazalım. Örneğin yoga hareketlerine kimse 'yoga hareketleri' demez; 'yoga pozları' der. 'Yoga yapma' eylemine kimse 'yoga yapmak' demez; 'yoga pratiği' der. Bunlar önemli. Yogaya başlıyorsanız bunları ben öğretmeyeyim. İki tık Instagram gezerseniz zaten jargona hemen hakim olursunuz.
Velhasıl, zamanla çevremde 'yoga pratiği yapan' insanların sayısı arttı. İş arkadaşlarım, sosyal medyada takipleştiğim insanlar, hatta okuduğum bazı yazarlar bile yogayı över oldu. Bir zaman sonra, ben hariç bütün dünyanın sabahları ters takla atarak uyandığını düşünmeye başladım. Instagram'ı açtığım her an, sağlıklı yaşamdan ölecek noktaya gelen arkadaşlarımı görüp endişelendim. Hatta bir noktada, günümüzde bacaklarını kafasının arkasından geçirmeyene adam muamelesi yapılmadığını fark ettim. Artık şarttı! Ben de yapmalıydım. O bacaklar havada uçuşacak, tek el üzerinde yürüyerek bakkala gidilecekti!
İlk işim kendime sağlam bir mat almak oldu. Ancak araya korona belası girince bir stüdyo bulup da kayıt yaptıramadım. Neyse ki karantina günlerinde, herkesin birinci elden tanıklık ettiği gibi, Instagram ve YouTube iyiden iyiye online yoga stüdyosuna döndü. Sabah 6'da başlayıp akşam 10'lara 11'lere kadar, istediğiniz her saat canlı canlı yoga yaptıran hoca bulabildiğimiz acayip günlerden geçtik. O günlerde yeni aldığım matım, 3 ay boyunca odanın ortasında serili kaldı. Arada çıkıp ters taklaya niyet ediyor, fakat iki nefes alıp "Ay vallahi iyi geldi" deyip iniyordum.
Birçok kişinin canlı dersine katıldım. Bazılarını bizzat denedim, bazılarını sadece izledim. Ve zamanla bu insanların çoğunu '
Bugün elimize müthiş bir fırsat geçti. Entelektüel bir kıtlıktan çıkmış gibi, Sakarya'daki 'kitap okuma cezası' işini eleştirmeye başladık. Konuyu bilmeyenler için özet geçiyorum: Sakarya'da maske takmayanlara 3 günlük karantina ve en az 10 kitap okuma zorunluluğu getirildi. Bunun bir 'zorunluluk' olması ise, uygulamanın 'ceza' olarak nitelendirilmesine neden oldu. Sosyal medyada kıyamet koptu.
Kabul edelim ki kitap okumak yeri geldiğinde ciddi bir ceza olabilir. Tıpkı bir film izlemek, bir operaya gitmek, tiyatro izlemek gibi... Her filmin önemli ve güzel; her operanın kıymetli, her tiyatronun başarılı olmadığını hesaba katın! Kitabın da kötüsü vardır ve bilen bilir; zerre çekilmez. Onu okumak zorunda olmak gerçek bir işkenceye dönüşebilir. Ben de geçmişte bazen bilmeyerek bunu kendi kendime uyguladım. Örneğin Haruki Murakami'nin 1075 sayfalık '1Q84' kitabını bitirmek için, deniz manzaralı bir yaz tatilim dahil olmak üzere, 6 ayımı heba ettim. Kitap -bence- çok kötüydü ve bunu bitirmek için çılgıncasına hırslanmak, kendi kendime kestiğim anlamsız fakat çok gerçek bir cezaydı.
Netiede sanat, kutsal değildir ve her sanat dalının üretimi de şahane olacak diye bir şey yoktur. Sevmediğiniz bir kitabı okumak zorunda olmak, beğenmediğiniz bir tiyatro oyunundan sırf ayıp olmasın diye yarısında çıkamamak, zamanı boş yere harcamanıza sebep olmakla kalmaz; gelecekteki muhtemel hoş deneyimlerinize de önyargılı yaklaşmanıza neden olur.
Hayatta her şeyin iyisi ve kötüsü olduğu gibi, sanat üretimlerinin de iyisi ve kötüsü vardır. Ha iyi niyetli bir çabadır; o ayrı.
Neticede diyeceğim o ki; eğer böyle bir ceza verilecekse, bazı konuları netleştirmemiz gerekiyor:
Böylesi ani ölümlerde nefesi gibi sözcükleri de boğazına takılıyor insanın. Birol Ünel'in aramızdan ayrıldığı haberini duyunca herkes gibi benim de aklım kaçarcasına 2000'li yıllara gitti. İlkgençlikler, Beyoğlu'nun arka sokakları, Leyla günleri, Cihangir yokuşları, karanlık filmler ve puslu salonlar... Ne çok anıya eşlik etmiş, ne çok el ele yürümüş zamanla meğer!
Aslında 80'lerin sonunda Almanya'da başlıyor oyunculuğa ama bize kadar ulaşması ve tabii kendi kişisel talihinin de dönmesi, bir Fatih Akın filmi olan 'Duvara Karşı'daki rolüyle oluyor. Hatırlarsınız 'Duvara Karşı'yı... Vizyona girdiğinde yıl 2004'tü ve bence Beyoğlu'nun da son güzel yıllarıydı. Eş dost arkadaş, tam takır herkes Fatih Akın keşfinden ve filminden söz ediyordu. "Birol Ünel" ismini de ilk kez bu filmdeki rolüyle duyduk. Silifke doğumlu, Berlin aşığı bir aktör olarak Türk izleyiciyle böyle tanıştı.
Birol Ünel kimselere pas vermeyen, basında görünmekten de hoşlanmayan, davetlere katılmaktansa arka sokak pub'larında keyfine bakan bir adam olduğu için ne bir skandalını duyduk ne de şimdilerde aynı yollardan geçenlerde olduğu gibi, 'bilmemne güzeliyle şok aşk' haberlerini... Onun en büyük 'şok'u, evini sokak çocuklarıyla paylaştığı haberiydi. 'Duvara Karşı'dan kazandığı parayla bir ev almış ve bu evde çocuklarla yaşamaya başlamıştı. Birkaç yıl sonra kaldığı oteldeki aşırı beyaz ve pürüzsüz görünümden rahatsız olup odasını 'kırmızı şarap dökerek' renklendirdiğini, plaja takım elbiseyle gelip denize paçalı donla girdiği gibi haberler de okuduk. Kendi kendine yaşayan ve farkında olmadan sosyal devrim ışığı yayan bir adamdı o. Ödünsüz, tavizsiz, kendine özgü, özgür ve tabu nedir bilmeyen tavırlarıyla, minyatür bir dünya kuruyor, kendinden sonraki Y kuşağını da etkisi altına alıyordu.
Tony Gatlif'in 'Transylvania' filmiyle sinemaya geri döndüğünde hissettiğim heyecanı dün gibi hatırlıyorum. Alkazar Sineması'nda izlemiştim. Filmi pek sevmemiştim ama Birol Ünel'in hatrı büyüktü. 2009'da yine bir Fatih Akın filmi olan 'Soul Kitchen' ile de hatrını perçinledi. O nesil, kim var kim yok hepimiz, komple birer Birol Ünel fanı olup çıktık. Ancak yıllar geçtikçe hem rol aldığı yapımlar kulvar değiştirdi (Eşkıya Dünyaya Hükümdar olmaz dizisi gibi) hem de Birol Ünel'den gelen haberler ürkütmeye başladı.
Ömrümüzde görmediğimiz türden bir yaz geçirdik. "Yaz" derken bile insan bi' duraksıyor. Bırakın denizi, güneşi; yeteri kadar patlıcan kızartması ve karpuz bile yememişiz gibi gelmiyor mu size de? Manavlarda hala yaz meyveleri var ama insanlarla olduğu gibi meyvelerle de küsmüşüz, aramıza yollar, yabancı kollar girmiş gibi. Bu düşüncelerimin bir ucu coronaya dayanıyorsa, diğer bir ucu da eylül depresyonu! Malum, bu biraz hassas ve ilgi isteyen bir ay. Twitter'da adına hashtag açılıp şiirler düzülür, Başak gibi temkin isteyen bir burca ev sahipliği yapar, dikkatle ele alınmazsa insanı kedere sürükleyebilecek kudrettedir. Genellikle yazdan kalma pişmanlıkları yüklendiğimiz, şöyle bir ayıldığımız, hayal kırıklıklarını, hüzünleri karşımıza alıp arındığımız, kişsel terapi zamanlarıdır. Artık yüzleşelim: EYLÜLDEYİZ. Yavaş yavaş gölgeler uzuyor, günler kısalıyor. Kısaldıkça da bizi kapana kıstırıp kendimizden kaçamayacak noktaya getirecek.
Eylülün ilk günlerinde aklıma, yukarıda gördüğünüz 'Seine'de Sonbahar' adlı resim geldi. Bu resmi yapabilmek için Monet, nehrin ortasına 'yüzer atölye' kurmuş. Bir tekne gibi düşünün yani... Arkadaşı Manet'in, kendisi ve eşi Camille'i bu teknede çizdiği bir resim daha var hatta.
Bizim topraklarda da benzer sonbaharlar yaşandı. Ahmet Haşim, meşhur 'Sonbahar' şiirinde şöyle der:
Bir taraf bahçe, bir tarafta dere
Gel uzan sevgilim benimle yere
Suyu yakuta döndüren bu hazan
Yaz mevsimi dediğin Serdar Ortaç'tı, Demet Akalın'dı. Çok satanlar listesine en üst sıralardan giren birkaç romantik kitap, Avrupa'dan gelen büyük müzik gruplarının ateş pahası konserleri, festivaller, dövizdeki dalgalanmalardan ziyade denizdeki dalgalanlamalara kafa yorduğumuz ve tabii ki eylülde Tarkan'ın Harbiye konserine koştuğumuz birkaç aylık saltanat dönemiydi.
Şimdilerde ağustos sonunu yaşarken dilimde hep aynı şaşkınlık: Nasıl yedik ama koca yazı? Güneşten, denizden ve külahta dondurmadan verim alamadığımız 2020'yi herkes gibi ben de bir kenara yazdım. Umarım seneye intikamımı alacağım.
Tabii bütün bunların malum sebeplerden dolayı yaşandığını biliyorum. Ve belki biraz da Serdar Ortaç'ın fazlaca kalp kırıklığı yaşamasından dolayı kendini toplayamamasından, Demet Akalın'ın da muhtemelen artık mutlu bir yaşama kavuşmasından, bazı şeyler sona erdi. Fakat ben eski yazları geride bıraktığımızı kabul edemeyen bir Edis sığınmacısıyım. Pop müziği ve yaz mevsimini kurtaracak gücün Edis'te olduğuna inanıyor, onu bir tür "son hamlesini henüz yapmamış olan kahraman" olarak görüyorum. İçimden bir ses bize gösterdiği gibi "üretim sorunu yaşayan bir müzisyen" de olmadığını söylüyor. Gerçi bu fikirde olanlar da haksız değil, bir şey diyemem, neticede uzun aralıklarla bir Edis şarkısı dinlediğimiz doğru. Ama sanki o, aklına her gün onlarca, yüzlerce fikir gelip de hiçbirine pas vermeyen mükemmelliyetçilerden biri gibi geliyor bana. Bazıları öyledir ya... Yeni fikirlerini bir milyon tane süzgeçten sonra hayata geçirir. O fikir 1 milyon engeli aşana kadar da maalesef ya zamana yenilir (eskir) ya da fazlaca işlem gördüğü için bozulur (günümüze uygun, standart hale gelir). İşte Edis'in problemi de maalesef bu.
Düşünsenize Edis'siniz ve bir sabah kalkıp "İlla da Gülşen'le düet yapacağım" diye tutturuyorsunuz. Bu durumda anında devreye 1 milyon süzgeç giriyor. Fakat ilginçtir ki, bu süzgeçlerin 1 tanesi bile "NEDEN" sorusundan oluşmadığı için yola ısrarla devam ediyorsunuz. Halbuki bir sorsa... Aleyna Tilki ve Hülya Avşar gibi bir şeyin hayalini kurduğunu anlayacak. Ama durmuyor; günler, haftalar, aylar geçiyor. "Stüdyoya girdiler", "Stüdyodan çıktılar", "Aman da beraber yemek yediler" haberleri gırla... "Şu kadar gün sonra efsane bir şarkı geliyor" açıklamaları da hayran tansiyonunu yükseltmeye yetmeyince haydi bu sefer Instagram canlı yayınları yapılsın, duyurular çıkılsın, şarkının adı binbir tezahürat beklenerek açıklansın... Farkındaysanız bu düetle ilgili beklenen heyecan bir türlü oluşmadı.
Lafım Gülşen'e değil. Ne kadar sevildiği, ne kadar dinlendiği hepimizin malumu. Ama Edis ile ancak bir pop müzik festivalinde aynı sahneyi paylaşabilirler gibi geliyor bana. Biri nasıl yenilikçi, nasıl Avrupai, aynı anda tüm sanatlarla iç içe yaşıyorsa; diğeri tam bir popüler kültür kedisi gibi matematiksel formüllerle her seferinde can damarından vuran, son derece yerli bir pop yıldızı.
Enerjimizin iyice düştüğü karantina günlerinde yüzümüzü güldüren 'Aşk 101', tek kelimeyle 'beklentisiz' izlemelik bir dizi. Zaten bu memleket lise dizilerini sever. Uzun zamandır da hasret kalmıştık; iyi oldu. 'Lise Defteri', 'Koçum Benim', 'Hayat Bilgisi' vb. hala aklımızda değil mi? Hele ki şu dönemde iç karartıcı distopya filmlerini, dizilerini hiç çekemeyeceğim için, tam da böyle çıtır çerez bir şey arıyordum. Sahiden ilaç gibi geldi. Üstelik, Netflix'i bir tür turizm elçisi sanarak tuhaf görüntüler izleten diğer yerli yapımlara da benzemiyor. Malumunuz 'Hakan: Muhafız'da bol bol turistik ve otantik sahneler izlemiştik. Bu dizi her iki sezonda da 'Türkiye reklam filmi' olmaktan kurtulamadı ve epey can sıktı. 'Aşk 101'in de böyle bir iddiası var, İstanbul'u iştah açıcı bir şehir olarak göstermek istiyor. Ama bir farkla: Bunu kör göze parmak yapmıyor. "Allah aşkına gelin, çok güzel bir şehir burası" diye yalvarmıyor. Sadece Sinan'ın yaşadığı yalının manzarasıyla bile mükemmel bir hava katarak, İstanbul'da yaşayan bizlere bile bu karantina günlerinde şehri özletiyor. Kokoreç, midye, börek sahneleri de, tüm manzaralar gibi diziye organik yedirilmiş.
Bu tür 'zaman geçirgeci' dizilerde, filmlerde ve hatta kitaplarda da, kilit mesele tempodur. 5 dakika sıkılsak hemen aklımıza "Daha kaliteli vakit geçirebilirim" düşüncesi takılır ve çat diye bırakırız çünkü. Fayda sağlamayan her aktivitenin (mesela bilgisayar oyunu) bir numaralı unsuru olan akışkanlık, tempo ve sürükleyicilik 'Aşk 101'de mevcut. Bir oturuşta bütün bir sezonu izleyebiliyorsunuz.
Kimi izleyenler, 1998 yılının İstanbul'u ve eğitim sistemi baz alındığında, Aşk 101'de anlatılanların gerçekçi olmadığını savunuyor. Buna katılıyorum. Öğrenci-öğretmen ilişkisinin kankalık düzeyi, nedense birçoğumuzun tanışamadığı o idealist öğretmenler ve tabii bu idealist öğretmenlerin öğrencileriyle arkadaş olmak istemesi vs... Bunlar gerçekçi değil; kabul. Fakat gerçekçilik aradığımız yok ki? Açıkçası böyle bir endişem olmadığı için beni rahatsız etmedi. Hatta hoşuma bile gitti. Neticede zamanında Gossip Girl izlemiş insanlarız. O da bir lise hikayesiydi ve dünyanın en mantıksız hikayesini, müthiş bir sürükleyicilik içinde anlatıyordu.
Son olarak biraz da oyunculuk övmek istiyorum. Hepsi umut veriyor. Özellikle Mert Yazıcıoğlu (Sinan: Aynı dönem okusaydık kesin aşık olmuştum!) ve Selahattin Paşalı (Osman) favorilerim. Umarım ileride çok daha iyi rollerde yer alma şansı bulurlar. Hepsi genç ve güzel insanlar. Onların tatlılıklarıyla beraber özlediğimiz neşeli İstanbul ve hepimizin iç çekerek andığı 90'ların ruhu da baharat gibi eklenip diziye bir artı puan daha katıyor.
Özetle Aşk 101 ciddiyetle yaklaşılmadan izlenmesi gereken, komplike olmayan bir dizi. Akıcı, eğlenceli, keyifli... Bitirdiğiniz an, "İkinci sezonu çıksa da izlesek!" diyeceksiniz.
İtiraf edin, hayatımızın bir döneminde hepimiz 'evden çalışmanın' hayalini kurduk. Dedik ki, "Kalksam şöyle istediğim saatte, kendi düzenime göre çalışma saatleri belirlesem..." Yıllar içinde ben bu konuyu biraz abarttım. Her fırsatta bunun sohbetini yaptım, 'evden çalışmanın' ne kadar büyük bir lüks olduğunu anlattım, hatta direkt 'izole' kelimesini kullandım, "Herkesten ve her şeyden izole, sadece bilgisayarım ve ben..." romantizmiyle aynı şeyi söyledim durdum. Ama nasıl bir hayalse artık; 15 yıllık iş hayatımın 1 gününde bile evden çalışmışlığım olmadı.
Şimdi, yıllar yıllar sonra, bu hayalim tatsız bir olay sonucu gerçek oldu. Ama oldu mu, oldu! Yaklaşık 10 gündür evimde, bilgisayar başındayım. Son derece mutlu, hayal ettiğim gibi izole, maksimum verimli ve rüyalardaki gibi 'sessizce' çalışıyorum. Özellikle 'sessizce' kısmı bizim meslekte sahiden bir ütopyadır. Yayıncılığın herhangi bir dalında çalışıyorsanız, 'sessiz' bir ortam bulmanız mümkün değildir çünkü. Kocaman gazete binalarının özel odalarında da otursanız, kapıları da kilitleseniz, minik ofislerde küçücük ve sote bir yeriniz de olsa, yaptığınız iş dergi çıkarmak, gazete yapmak, internet yayını yapmak da olsa; hiç fark etmez. Tecrübeyle sabittir: Bu sektördeki herkes ve her yer istisnasız gürültülüdür. Sessiz bir ortam yalnızca hayalden ibarettir.
Evden çalışma kararı vermek eminim hiçbir şirket için kolay olmamıştır. Açıkçası bizim için de öyle oldu. Yayın koordinasyonunu sağlamak, bu kaos ortamında okurla aynı kalitede buluşabilmek ve nitelikli yayın yapmayı sürdürmek için her imkanımızı seferber ettik. Eksiklikleri, fazlalıkları, yapılması gerekenleri, asla yapılmaması gerekenleri; hem editör ekibimizle, hem teknik ekiple ayrı ayrı konuşarak, yetmedi bir de toplu konuşarak, uzun toplantılar yaparak başardık. Şimdi bütün Posta.com.tr ekibi evlerinde, sağlıkla ve endişesiz bir şekilde, hayal ettiğimiz gibi aynı kalitede yayın yapmayı sürdürüyor. Video ekibimizin başlattığı 'Posta'nın karantina günlüğü' projesiyle de, 'evden çalışma sürecimizi' okurla paylaşıyoruz. Belgesel tadındaki serimizi izleyip yorumlarınızı bizimle paylaşmanızı çok isteriz.
Ekibimizde benim gibi halinden memnun olanlar da var, "Bir an önce bitse de sokaklarda koşsam" hayali kuranlar da. Farklı kaygılar taşıyanlar, "Ne kadar sürecek?" sorusuyla günü geceye bağlayanlar, sağlığından endişe edenler... Herkesin ruh hali farklı. Ama aslolan şu: Yeni düzene mutlaka alışacağız.
Ama nasıl?