Osmanlı’da en uzun süre sadrazamlık görevini 1364-1387 yılları arasında toplam 22 yıl süreyle Çandarlı Kara Halil Hayrettin Paşa yaptı. En kısa süre sadrazamlık görevini ise 5 Mart 1656 tarihinde 4 saat süreyle Zurnazen Mustafa Paşa yaptı. Sokollu Mehmed Paşa, uzun süre görevde kalan sadrazamlar arasında bulunur. Sokollu, 14 yıl 3 ay 17 gün sadrazamlık görevinde bulundu.
Sokollu, boyunun uzunluğu nedeniyle Osmanlı tarihlerinde ‘Tavîl’ veya ‘Uzun’ lakaplarıyla anılır. Üç padişaha sadrazamlık yapması, yaygın şöhreti, büyük gücü, sonsuz serveti, birçok hayratı ile bilinir.
Dönemin padişahı gibi hareket ettiğini çağdaşları bile doğrular. Sokollu’nun çağdaşlarından, Venedik’in İstanbul’daki elçisi Mario Cavalli 1567 yılında kendi hükümetine yazdığı notta, Sokollu Mehmed Paşa’nın “Osmanlı’da padişahlık yapan ilk vezir” olduğundan söz eder. Cavalli, Sokollu’nun “aklı ve sağduyusu” ile bu yetkiyi hak ettiğini belirtir.
Sokollu Mehmed Paşa, II. Selim vefat ettiğinde padişahın ölümünü gizleyerek saraydaki kardeşlerinden birinin tahta geçirilmesinden endişe eden Manisa’daki Şehzade Murad’ın cülûsunu sağladı. III. Murad’ın cülusuna kadar sadrazamlar padişahın elini öperdi. İlk kez III. Murad, babası II. Selim’in vefat ettiğini öğrenip Manisa’dan İstanbul’a geldiğinde, Sokollu Mehmed Paşa, protokolünün dışına çıkıp padişahın eli yerine eteğini öptü.
Sokollu ile ilk kez karşılaşan ve heyecanlanan III. Murad, şaşkınlıkla Sokollu’nun elini öpmeye çalıştı; Sokollu da bilerek mi, yoksa şaşkınlıkla mı padişahın elini öpeceğine eteğini öptü. Bazıları bunu dalkavukluk olarak yorumladı, bazıları ise şaşkınlık ve gerilimden kaynaklandığını söyledi. Fakat bu tarihten sonra sadrazamlar padişahın eli yerine eteğini öpmeye (sacak öpmek) başladı.
İslam dininde kutsal sayılan, cennetten geldiğine inanılan ve ana parçası Kabe’de bulunan “Hacer-ül Esved” taşının üç parçası, İstanbul’da Kadırga semtinde bulunan Sokollu Mehmed Paşa Camii’nde yer alıyor. Taşın bir diğer parçası da Kanuni’nin türbesinde bulunuyor.
Sokollu’nun ‘çılgın’ kanal projeleri vardı. Bu projelerin askeri ve ekonomik kaygılar amacıyla yapılmak istendiği aşikardır. Ancak bu projelerin o dönemde desteklenmemesi de son derece ilginçtir…
Don-Volga Projesi: Karadeniz ile Hazar’ı bağlama projesidir. Don ve Volga nehirlerinin birbirlerine yaklaştığı yerde 10 km’lik kanal açılması için çalışmalar başlatıldı, ancak Rusya’nın saldırıları, Kırım hanının projeye destek vermemesi yüzünden proje yarım kaldı. Bu projenin amacı; İran’ı donanmayla kuzeyden kıstırmak, İpek Yolu’na canlılık kazandırmak, Rusların güney yolunu kapatmak ve Orta Asya Türkleri ile bağlantı kurmaktı. Ruslar bu projeyi 1957’de gerçekleştirdi.
Voltaire’in öğrencilik yıllarında edebiyat dersindeyken sınıfa bir eşek girer. Öğrenciler, eşeği döverek sınıftan çıkarmaya çalışırken, edebiyat öğretmeni bu durumu fırsat bilip öğrencilerinden kompozisyon yazmalarını ister. Voltaire, kağıda yalnızca İncil’den bir ayet yazar ve en yüksek notunu alır. Yazdığı ayet şöyledir: “O kendinden olanların arasına girdi, fakat kendinden olanlar onu kabul etmedi…”
François Marie Arouet ya da Voltaire takma adıyla tanınan Fransız yazar ve filozof, Fransız Aydınlanması’nın en önemli filozoflarının başında gelir. Zamanının toplumsal, dini, politik ve kültürel konularını radikal bir biçimde eleştirmiştir. Voltaire çok yönlü ve üretken bir yazardı. Oyunlar, romanlar, şiirler, makaleler, bilimsel açıklamalarına rastlamak mümkündür; neredeyse her yazınsal türden eser vermiştir. Bunların dışında Voltaire’in bir başka özelliği daha vardı: Voltaire aynı zamanda çorap üreticisidir! Kadın çorabı satan mağazaların vitrinlerine bakarken acaba kaç kişi Voltaire’i anımsar?
Çoğumuz ipek kadın çorabıyla, bu ünlü zeka arasında bir ilişki kuramayız. Halbuki “Candide” yazarının hayatında kadınlarla birlikte, kadın çoraplarının da rolü oldukça fazladır… Voltaire çapkın bir adamdı. 94 yaşında ölüm döşeğinde bulunduğu zaman hizmetine verilen çirkin, yaşlı hastabakıcıyı yanından uzaklaştırmış, bunun yerine istediği gibi genci koyulunca yüzü gülmüş, hatta bunun sihriyle gözlerine fer geldiği söylenir…
O hicivci filozof yaşlılık döneminde kadın çorapçılığı da yaptı. Asrın her türlü ileri hamlelerine yabancı kalmayan, ilim ve edebiyat dışında ticaret hayatına da atılarak başarılı girişimlerle servet sahibi olan Voltaire, Fransa’da ipekçiliğin gelişmesine hizmet eden kişilerin başında gelir. Ferney Şatosu topraklarında dut ağacı ve ipek böceği yetiştirdi, kendi ipeğinden kadın çorapları ördürdü ve bunları piyasaya sürdü.
Düşes de Berry ve Düşes de Choiseul gibi anlı şanlı kadınlar için kendi elleriyle çorap ördü! Voltaire, Düşes de Choiseul’e bir mektup yazdı ve kendisinden tek bir ayakkabı istedi. Voltaire zamanında çorap ölçüsü, ayakkabı üzerinden alınırdı. Düşes, tek ayakkabı yerine çiftini gönderdi. Çapkın filozof, “Madem ki siz, sizden istenilenden fazlasını ihsan eden cömert bir kadınsınız; bana ayakkabılarınızın yalnız teki lazımdı. İnzivaya çekilmiş bir keşiş için bu kadarı da yeterdi” şeklinde yanıt verdi.
Voltaire, birkaç gün sonra Düşes de Choiseul’e bir çift çorapla beraber şu mektubu yolladı: “Gördüğünüz çorapların ipeğini benim ipek böceklerim yapmıştır; ören de kendi ellerimdir. Bu taraflarda yapılan ilk çoraplar bunlardır. Lütfediniz, bir defacık olsun giyiniz ve bacaklarınızı kimi istiyorsanız ona gösteriniz. Eğer çoraplarımın İtalya’da yapılanlardan daha sağlam, daha güzel olduğunu söylemezlerse sanattan vazgeçerim. Hizmetçilerinizden biri giysin, bir yıl dayanacağı muhakkaktır.
Ayrıca sizi yakından görmeyi, uzaktan çorap giydirmeye tercih ederim.” Voltaire düşünce alanındaki çalışmalarında bunca eser bıraktı; peki, çorapçılığından adı, ünü, sanı kaldı mı? Voltaire’in ipek böceği yetiştirdiği bölge, bugün Fransa’nın ipek merkezidir. Yine onun sayesinde ipek kadın çorapçılığı Fransa’nın belli başlı gelir kaynaklarından biri haline gelmiştir. Voltaire gibi ince zekalı, ince zevkli, haşarı ve çapkın bir dahiye fikir hayatı dışında yakışacak işin güzelim dut yaprağı, ipek böceği, ipek kozası, ipek çilesi ve bunlarla çok iyi uyuşan incecik ipekten güzelim kadın çorabı olduğuna hiç şüphe yoktur. Refik Halid Karay, 28 Kasım 1943 tarihli Tan gazetesindeki yazısında bu konudan söz eder…
“Fazla ciddiye almayın hayatı, bir gün her şey fotoğraflarda kalacak. Hayat, size verilen boş bir filmdir. Her karesini mükemmel bir şekilde doldurmaya çalışın!” diyor, büyük usta Ara Güler. O sadece bir foto muhabiri değil, düşünce insanıydı. Yaşanmışlığı çok fazlaydı ve her fotoğrafı bir öyküydü. Buyurun, Ara Usta’dan hayat derslerine…
Rastgele çekilen fotoğraflar daha güzel çıkar, tesadüfen tanışılan insanlarla daha mutlu oluruz, kıyıda köşede uyuyakalmak uykunun en keyiflisidir, plansız yapılan aktiviteler daha eğlencelidir. Her şeyin kendiliğinden olanı güzeldir…
Çocuklar arkama takıldı, “Abi gel burada da taş var” dediler. Bir bakıyorsun boynuna kadar gömülü heykel toprakta kalmış kafası dışarıda. Evde bir tane sütun üstünde Afrodit’in bir şeyi var. Bir adam, ineğin yanında sigara içiyor, oturduğu yer bir sütun başlığı. Bunları çektim, Hayat mecmuasına götürdüm. Hepsi birden, “Gider dağın taşın fotoğrafını çekersin, Türkan Şoray’ın fotoğrafını falan çek de kapak yapalım” dedi. Türk basınının hali budur, bugün de böyle...
Picasso’nun evinde 4 gün kaldım. 60 odalı bir şatoda yaşıyordu. Karısı bo… tekiydi. Miguel diye bir uşakları vardı, her şeyi o yapardı. Picasso birine çek verdiğinde, üzerinde onun imzası olduğu için kimse o çeki bozduramazdı. Uyanık bir adamdı. Picasso, bir arkadaşının sergisine gitmemiş ve arkadaşı gücenmiş. O da kendini affettirmek için arkadaşına ve karısına dünya turu bileti almış. Arkadaşı dünya turundayken, arkadaşının evinin bütün duvarlarına resim yapmış. Her tarafı Picasso tarafından çizilmiş bir ev düşünün! Sonra belediye müze yapmak için evi almak istemiş. Adam da evsiz kalmış. Picasso’nun arkasından da “Allah belanı versin!” demiş…
Onun asansöre bindiğini görünce, ben de aynı asansöre bindim. Yukarı çıktık beraber. Otel odasının ortasında da yatak var. Kadın yorgundu; ayakkabılarını çıkardı, yatağın üzerinde oturdu. “Burada böyle dururken resmini çekebilir miyim?” dedim. “Çek” deyince, birkaç adet çekip Türkiye’ye gönderdim. Burada da afiş yapmışlar: “Muhabirimiz, Sophia Loren’in yatak odasında” diye. Laf mı, bu şimdi?
Oğlu anlatıyor: “Bir gün babam, ‘Dünyanın her yerine gidiyorsun, babanın köyünü merak etmiyor musun?’ dedi. ‘Hadi gidelim’ dedim. Vapura binip Giresun’a gittik. Giresun’dan Şebinkarahisar’a taksi tuttuk. Oradan Yaycı Köyü’ne gittik. Babam doğduğu evi aradı, bulamadı. Çocukken yüzünü yıkadığı üç gözlü bir çeşme vardı, o kalmış. Oraya götürdüler, yüzünü yıkadı. Baktım, babam ağlıyor. Altı yaşında bıraktığı köyüne benimle beraber dönünce çocukluğu aklına gelmiş. Sivas’a dönmek için araba tuttuk. Yolda giderken ‘Ah, unuttum’ dedi; ‘Burasının karayemişleri meşhurdur. Anam beni İstanbul’a mektebe gönderirken yanıma torba içinde yemişler vermişti, onları yiyerek gelmiştim. Benim memleket sevgim, yemişle başlar. Geri dönüp alalım.’ ‘Baba, gözünü seveyim, 100 kilometre yol geldik, başka sefer alırsın’ dedim. İstanbul’a döndük. Babam dört ay sonra öldü. Cenazeye gideceğimiz gün evin kapısı çaldı; babamı aradıklarını söylediler. ‘Babamı kaybettik, şimdi cenazeye gidiyoruz, isterseniz siz de gelin’ dedim. Meğer gelenler, köyde bizi gezdiren köylülermiş. Yanlarında bir de sandık vardı. Baktım, karayemiş getirmişler; babamın almak istediği, hasretini çektiği karayemişler. Çocukluğunda yediği, kokusunu aldığı, kendi memleketinin yemişleri. Hepsini ceplerime doldurdum, öyle gittim cenazeye. Tam babamı toprağa koyacaklar, ‘Açsanıza tabutu’ dedim, ‘Olmaz, dine aykırı’ dediler. ‘Siz açın, bir şey koyacağım’ dedim. Açtılar. döktüm yemişleri. Babamı çocukluğunun yemişleriyle birlikte gönderdim öteki dünyaya...”
Yıllarca fotoğraf çektim, insanlar bana alışmıştı. Rahat rahat fotoğraflarını çekiyordum. Televizyonlara da çıkardım, entelektüel programlarda yer aldığım için halkın pek haberi olmazdı. Ama bu reklamdan sonra işler değişti. Yeni fotoğraflarıma bakarsan herkesin sırıttığını görürsün. Bir foto muhabirinin başına gelecek en korkunç şey benim başıma geldi. Halk arasında tanındım, bundan sonra insanların doğal hallerini görüntülemek oldukça zor…
Milion Taşı, İstanbul’da Yerebatan Sarnıcı’nın giriş kısmının yakınında bulunan bir taştır. Çoğu İstanbullunun bilmediği, bugüne kadar birçok kişinin fark etmeden yanından geçtiği bu taş, tarihi bir özellik taşıyor. Taşın kıymeti, bir rivayete göre Hz. İsa’nın ona dokunmuş olmasından geliyor. Roma’nın başkentini batıdan doğuya kaydırmak isteyen I. Konstantin, mimarının da verdiği fikirle bu taşı 4. yüzyılda Kudüs’ten İstanbul’a getirtiyor ve Ayasofya’nın karşısına yaptırdığı bir platformun üzerine koyduruyor.
Milion Taşı, İstanbul’un diğer anıtları kadar büyük ya da heybetli değil ancak tarihi önemi yadsınamaz. Konstantinopolis’i dünyaya bağlayan antik yol ağının başlangıç noktası olan bu küçük taş sütun, şehrin tarihin akışını şekillendirmedeki rolünü temsil ediyor. 1884’e kadar sıfır meridyeninin Milion Taşı’nın bulunduğu İstanbul’dan geçtiği kabul ediliyordu. Haritalar ve saatler bu nokta esas alınarak hazırlanıyor ve yönler bu taşa göre tayin ediliyordu. 1884’te Washington’da düzenlenen Uluslararası Meridyen Kongresi’nde başlangıç meridyeninin konumu, İngilizlerin girişimiyle İstanbul’dan Greenwich’e kaydırıldı.
Milion Taşı, İstanbul’a ulaşan Antik Roma yollarının başlangıç noktası ve dünyadaki diğer şehirlerin İstanbul’a olan uzaklıklarının hesaplanmasında kullanılan sıfır noktasıdır. Dünyadaki bazı şehirlerin Milion Taşı’na olan uzaklıkları şöyledir: Moskova 1757 km, Mekke 2407 km, Berlin 1740 km, Amsterdam 2214 km, Tahran 2040 km, Roma 1377 km, Paris 2258 km, Tokyo 8954 km, Londra 2502 km, Bakü 1756 km. Bizans İmparatorluğu’nun “Milion Anıtı”, taşlarla döşeli platform şeklinde kare bir taban üzerinde yükselen, dört sütunun taşıdığı, dört tarafından kemerlerle desteklenmiş kubbeli bir yapıydı ve bir zamanlar Yerebatan Sarayı’nın arkasında bulunan Basilika Stoa Kilisesi’nin önünde yer alıyordu.
Milion Anıtı’nın ve kubbesinin üzerinde Bizans dönemine ait birçok heykel ve kabartma bulunuyordu. Yapı, Konstantinopolis’in Bizans İmparatorluğu’nun başkenti olarak önemini ve Avrupa ile Asya arasında bir kavşak noktası konumunu simgeliyordu. Milion Taşı’na, Bizanslılar büyük anlamlar yükledi. Bir efsaneye göre, Milion Taşı’ndan ileri hiçbir düşman askeri geçemez, geçmeye çalışırsa gökten inen bir melek tarafından ikiye bölünürdü. 1453’te Fatih Sultan Mehmet ordusuyla İstanbul’a girerken bu efsanenin gerçeklemesini bekleyen Bizanslıların hayal kırıklığına uğradığı günümüze ulaşan efsaneler arasında yer alır.
Milion Taşı’nın 16. yüzyılda İstanbul’a su taşıyan kemerlerin genişletme çalışmaları esnasında yıkılıp, ortadan kaybolmaya başladığı tahmin ediliyor. Kare şeklinde yerleştirilmiş, birbirine kemerlerle bağlı dört mermer ayak üzerine oturtulmuş kubbeden oluşan anıtın kalıntısı olan Milion Taşı, zamanla parçalandı ve tek sütundan ibaret hale geldi. Bizans İmparatorluğu döneminde önemli merkezlerinin başkente olan uzaklıkları bu anıttan itibaren ölçüldü, yol kenarlarına koyulan kilometre taşları da buradan itibaren yapılan mil hesabına göre yerleştirildi. Bizans döneminde yollar Roma mili hesabına göre hesaplanıyordu ve 1 Roma mili, yaklaşık 1480 metreye eşitti.
Aslında Roma’da ve başka kentlerde, yerleşimler arası mesafeler şehir kapılarından itibaren hesaplanıyordu. Ancak Bizans, bu mesafe hesaplamasını Milion Anıtı’ndan itibaren yapıyordu. Bu anıt, Roma’da bulunan ve tarihi kaynaklarda adı ‘Altın Milion’ anlamına gelen ‘Milion Aureum’ adındaki ünlü anıtsal yapıdan esinlenerek yapıldı. 1268 yılında, mülkiyeti Ayasofya Kilisesi’ne verilen Milion Anıtı’nın varlığı, İstanbul’un fethinden sonraki Osmanlı döneminde de bir süre devam etti, ondan sonra da yavaş yavaş parçalanıp dağılarak, bugünlere tek bir taş olarak gelebildi. Milion Anıtı’nın kalıntıları, 1957’de İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Sultanahmet Meydanı düzenlemesi sırasında tekrar gün yüzüne çıkartıldı.
Gulag (Çalışma Kampları Yönetimi Baş İdaresi), Lenin’in emriyle kurulan ve 1930’lardan 1950’lerin başına kadar Stalin’in yönetimi sırasında zirveye ulaşan Sovyet zorunlu çalışma kamplarından sorumlu bir devlet kurumudur. Gulag, Sovyet rejimi karşıtı unsurların toplumdan soyutlanması için 25 Nisan 1930’da kurulan bir tür yargı ve infaz sistemidir. Zaman içinde Sovyetler Birliği’nin birçok yerinde çok sayıda çalışma kampı kuruldu.
Bu kamplarda, 1930’dan 1953’e kadar yaklaşık 1.7 milyon tutuklu öldü. Batı dünyası Gulag kavramını ilk kez Aleksandr Soljenitsin’in ‘Gulag Takımadaları’ adlı eseriyle tanıdı. Mahkumlar arasında bulunan ünlü Sovyet yazarı Soljenitsin, Gulag’da geçirdiği zamanı detaylı bir şekilde yazarak, kamplardaki insan hakları ihlallerini dünya gündemine taşıdı. Soljenitsin, kamplarda kumdan halat örmeyi beceremeyenin yaşama şansının olmadığını belirtiyor!
Gulag, takımada şeklinde bir hapishanedir ve sisteme dahil 476 farklı kamp bulundu. Söz konusu kamplarda birçok insan açlık, soğuk ve sefaletten öldü. 1934-1953 yılları arasında, 20 milyon dolayında siyasi ya da adi suçlu Gulag kamplarına gönderildi. Gulag çalışma kamplarındaki mahkumların kesin sayısı hâlâ bilinmiyor. Gulag, 1919’da zorunlu çalışma kampları olarak kuruldu, 1930’da tutuklu kamplarına dönüştürüldü. Milyonlarca insanın tutuklu olduğu bu kamplar, siyasal polis örgütünün denetimi altındaydı. Tutuklular arasında köylüler, muhalif aydınlar, etnik azınlıklar ve adi suçlular bulunuyordu.
Gulag; girenin sağ çıkamadığı, kazara sağ çıkanın akıl sağlığını koruyamadığı bir nevi işkence kamplarıydı. Gulag kamplarına sürgün edilmiş birisinin eşi ya da yakını olmak da kamplara gönderilmek için yeterli bir nedendi. Bu kamplar genellikle Sibirya’da bulunuyordu ancak devletin varlığını gizlediği birtakım kamplar da bulunuyordu, bunların yerleri hâlâ bilinmiyor.
Nazilerin toplama kamplarına benzetilen bu kamplarda insanlar gaz odalarında öldürülmedi ancak milyonlarca kişi Sibirya’nın soğuğu, yetersiz beslenme, bakımsızlık, sağlıksız koşullar ve aşırı çalışma nedeniyle öldü. Gulag kampları, Stalin yönetiminin yersiz suçlamalar ile milyonlarca vatandaşını katletmek için kurduğu kamplardı. Nazi kampları ise temel olarak Yahudileri zorla çalıştırmak ve imha etmek için kurulmuştu; ikisi arasındaki en önemli fark, buydu! Neticede bu kamplarda insanlar gaz odalarına gönderilmedi ama çok kötü koşullarda ölüme terk edildi.
Siyasi muhaliflerin, isyankar köylülerin ve hatta devlete bağlılığından şüphe duyulan vatandaşların kapatıldığı bu cezaevi sistemi, zamanla nitelikli işgücü üretimine dönüştü. Stalin sanayileşmeyi hızlandırmak için ülkedeki kamplarının sayısını artırdı. Resmi kayıtlara yansımasın diye ölümü yaklaşan tutuklular serbest bırakılarak, dışarıda ölmelerine izin veriliyordu.
Kamplarda, bir de adi suçlardan hüküm giymiş ‘Vory’ler vardı. Bunların vücutlarının her yeri dövmeliydi. Kamplardaki mahkumları baskılamak için Vory’ler de kullanılıyordu. Vory’lerin, kamp içinde işledikleri, cinayete kadar varan suçlara ses çıkarılmıyordu.
Kamplarda kadınların Vory’ler tarafından tecavüze uğraması zaten sıradan bir olaydı...
Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren İsrail’in kuruluş süreci de katliamlarla ve terörle dolu. Göçle gelen Yahudiler, Filistinli sivilleri yıldırmak, yerlerinden yurtlarından etmek, İsrail devletinin kuruluşuna zemin hazırlamak için terörü devreye soktular. İsrail, üç terörist örgüt tarafından kuruldu: Haganah (Savunma), Irgun (Milli Askeri Teşkilat) ve Lehi/ Stern Gang (Stern Çetesi/İsrail Özgürlük Savaşçıları). Her örgütün sorumlulukları farklı olmasına rağmen ana gayeleri Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurmaktı.
Bir din devleti olarak kurulan İsrail, bugün Ortadoğu’daki siyasi huzursuzluğun temel nedenlerinin başında geliyor. Siyonist örgütler Haganah, Irgun ve Lehi’nin başlattığı terör, bir asırdır dünya barışının önündeki en büyük engellerden biri. 100 yıl önce göçle gelen terör, bugün İsrail’in Filistin topraklarına kurduğu Yahudi işgalci yerleşimler eliyle aynı şekilde devam ediyor.
Haganah isimli terörist örgüt 1920’de kuruldu. Haganah üyeleri arasında İzak Rabin, Ariel Şaron, Moşe Dayan bulunuyordu. Görünürdeki amaçları kendisinden önce kurulan Haşomer Teşkilatı gibi Avrupa ve Amerika’dan Filistin’e iltica ederek yerleşen Yahudileri korumaktı. Örgüt, İngiliz sömürge idaresi tarafından resmi olarak tanınmasa da ses çıkartılmıyordu.
Haganah’a kayıtlı terörist sayısı 1936’da 10 bine ulaştı. Bu aşamada Haganah teröristleri İngiliz askerleri tarafından gayri resmi olarak eğitiliyordu. Daha sonra sayıları 50 bine kadar yükseldi. Haganah, Dünya Siyonist Teşkilatı ve Yahudi Ajansı’na bağlı çalışıyordu. Haganah, 1936-1939 Filistin Arap Ayaklanması’nda İngiliz askerlerine yardım etti.
II. Dünya Savaşı’nın ardından İngilizleri bölgeden çıkarmak için uğraş veren Haganah, bir yandan da Yahudilerin yasal olmayan yollarla Filistin’e getirilmesinde büyük rol oynadı. İsrail’in kuruluş sürecinde Filistinliler birçok katliama maruz kaldı. Siyonistler tarafından kurulan terör örgütleri, Filistin’deki köylere saldırdı, gasp ettikleri topraklara işgalci siviller yerleştirildi. Bu terör örgütleri, devletin kuruluşundan sonra İsrail Ordusu’na katıldı.
I. Dünya Savaşı’nın ardından İngiliz mandası altındaki Filistin’e Yahudi göçü sel gibi aktı. Bölgenin demografik yapısını değiştirmeye başlayan bu göçler, Filistinlilerin öfkesini artırdı. 1920’lerde işgalci İngiliz askerleri Filistin’deki isyanları bastırmakta zorlandı. İngilizler, Siyonist Yahudilerce kurulan Haganah terör örgütünü kullanarak isyanları bastırmaya çalıştı.
Bölgede kurulan bir diğer Siyonist terör örgütü ise Irgun’dur. Irgun’un Filistinlilere karşı canice katliam ve saldırıları uzun süre devam etti. Filistinlilerin toprakları gasbedildi. Bu topraklara Yahudi işgalci siviller yerleştirildi. Irgun, en kanlı eylemini 9 Nisan 1948’de gerçekleştirdi. Filistin’in Deir Yasin Köyü’ne, Leyhi ve Irgun terör örgütü üyesi 80 terörist saldırdı. Kadın, erkek, çocuk ve yaşlılar vahşice katledildi. Bazıları topluca infaz edildi. İnsanları ağaçlara bağlayıp yaktılar. Saldırının faillerinden olan ve daha sonra başbakanlık da yapan Menahem Begin, yıllar sonra “Bu eylemi yapmasaydık İsrail olmayacaktı” dedi.
1945’te Haganah, Irgun ve Lehi terör örgütleri bir araya gelerek Birleşik Direniş Hareketi’ni kurdu. 1947-1948 yıllarında bu terör örgütleri tarafından 531 Filistin köyü imha edildi. Gasbedilen araziler Filistin yüzölçümünün yaklaşık yüzde 80’ine ulaştı. 14 Mayıs 1948’de İsrail kurulduktan sonra bu terör örgütleri İsrail Savunma Kuvvetleri’ni kurdu. Örgütte görev alan birçok isim sonraki yıllarda İsrail’de üst düzey görevler üstlendi.
1960’lı yıllarda radyoda yaptığı konuşmalarda sık sık tarhanayı gündeme getirmesi nedeniyle Türkiye’nin üç ‘Osman’ından (politikacı Osman Bölükbaşı: T(I)RT Osman, İzmir Belediye Başkanı Osman Kibar: Asfalt Osman ve beslenme uzmanı Osman Nuri Koçtürk: Tarhana Osman) biri olarak anılmaya başlandı.
Osman Nuri Koçtürk, ülkemizde gıda emperyalizmine karşı ilk savaş açan kişidir. Yarım asır önce gıda sanayiinin komplosunu görmüş ve buna karşı tek başına mücadele etmiştir. ABD buğdayının hem topraklarımızı hem de insanımızı zehirleyeceğini söyleyerek büyük bir mücadele başlattı. Gittiği her yerde ABD gıda ürünlerinin yerine halka tarhana yapmayı ve tüketmeyi önerdi. ‘Tarhana Osman’ lakabı ona buradan miras kaldı. Koçtürk’ün çabaları ihracat lobilerini çok kızdırdı. 1966 yılında CIA tarafından ‘Türkiye’de Pasifize Edilecekler Listesi’ne alındı ve ‘istenmeyen kişi’ ilan edildi.
Koçtürk, 25 Haziran 1918’de İzmir’in Karşıyaka ilçesinde dünyaya geldi. İzmir Erkek Lisesi’nde okudu. Ankara Üniversitesi Veteriner Hekimliği Fakültesi’nden okul birincisi olarak mezun oldu. 1949 yılında Milli Savunma Bakanlığı tarafından ‘ordu beslenmesinde son gelişmeler ve ABD ordusunda beslenme çalışmaları’ konusunda incelemeler yapmak üzere ABD’ye gönderildi. 1949-1953 yıllarında ABD Missouri Üniversitesi’nde beslenme üzerine araştırmalar yapan Koçtürk, 1953 yılından itibaren Ankara Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görevine devam etti. Koçtürk, 1980 yılına kadar 2 bin makale, 63 kitap ve sayısız konferans ile halkı beslenme konusunda bilinçlendirmeye çalıştı.
1961’de Milli Eğitim Bakanlığı, UNICEF ve Care teşkilatlarının ilkokullarda ortaklaşa uyguladıkları ilkokul çocuklarının beslenmesi programında teknik müşavir görevi ile Milli Eğitim Bakanlığı’na atandı. İlkokul beslenme programlarının işlerlik kazanmasından sonra Tarım Bakanlığı’nda besin, beslenme ve gıda teknolojisi konularında danışmanlık görevine tayin edildi.
Amerikan süt tozunun kanserojen olduğunu ispat etti ve yasaklanmasını sağladı. 1950’li yıllarda Amerikan margarini ve buğdayına karşı savaş açtı. 1950’li yıllarda Türkiye’ye Marshall yardımı çerçevesinde ABD’den büyük miktarda süt tozu yardımı yapıldı. Suya karıştırılan bu süt tozları bütün okullarda öğrencilere içirildi. Öyle ki kendi sütünü üreten köylerde bile zorla bu süt tozları verildi!
Amerika’nın kendi ülkesindeki üretim artıklarını, tüketilemeyecek kadar kötü olan gıdaları Türkiye’ye sattıklarını açıklayan Koçtürk, süt tozunda kansere yol açan ‘aflatoksin’ mantarı bulunduğunu ispat etti ve yıllar sonra yasaklanmasını sağladı. Koçtürk, ikinci isyan bayrağını Amerikan margarinine karşı açtı. O dönemde ABD, Türkiye’ye çok ucuza soya yağı satmaya başladı. Piyasayı istila eden ABD soyası ve margarini, yerli tereyağı ve zeytinyağının yerini adı. Margarin tüketimiyle birlikte Türkiye’de kalp damar hastalıkları ve kolestrol sorunları adeta patlama yaptı. Margarinlere karşı zeytinyağını savunan Koçtürk, bu mücadelesine kızan çevreler tarafından Konya’da öldürülmek istendi. Saldırıdan şans eseri kurtuldu.
Süt tozu ve margarinin ardından ABD, Türkiye’ye ‘cüce buğday’ adını verdiği genetiğiyle oynanmış GDO’lu buğday tohumu satmaya başladı. Bu buğdaylar, Pakistan ve Hindistan’a da ihraç edildi ve o yıllarda buğdayda üretim rekorları kırıldı! Yardım adı altında satılan bu tohumlardan sonra ülkemizde gluten, çölyak, diyabet, her türlü otoimmün hastalıkları, obezite, alzheimer, demans, dikkat eksikliği vb. nörolojik ve romatizmal hastalıkların sayısı adeta patlama yaptı. Koçtürk, bu konuda da dik durdu ve halkı bilinçlendirmeye çalıştı.
Koçtürk, 80’li yıllarda CHP’den milletvekili adayı oldu, seçilemedi. 12 Eylül’de tutuklandı, Bir süre cezaevinde yattı, çıktıktan sonra kendi kabuğuna çekildi. 4 Nisan 1994’te yaşamını yitirdi.
Mehmet Hayri İpar, “Atatürk’ün müteahhidi” ve “Şeker Kralı” olarak bilinir. Türkiye’de şeker sanayisinin kurucularındandır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında büyük zenginlik elde eden bir iş insanıdır. Mehmet Hayri İpar, 1882’de Mudanya’da dünyaya geldi. Orta öğrenimini Mudanya’da tamamladıktan sonra eğitimini sürdürmek üzere 1896’da İstanbul’a gitti. Subay olarak orduda görev yaparken aynı zamanda hukuk eğitimi gördü. Osmanlı sarayında görev yapan İmrahor Mehmet Faik Paşa’nın büyük kızı Emine Tevhide Faik ile evlendi ve bu evlilikten altı çocuğu dünyaya geldi.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra askerlikten emekliye ayrıldı ve ticarete başladı. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Türkiye’nin sayılı iş insanları arasına girdi. 1925 yılında İstanbul ve Trakya Şeker Fabrikaları adlı şirketi kurdu. Türkiye’nin ikinci şeker fabrikasının temeli Alpullu’da 22 Aralık 1925’te atıldı. Fabrika 26 Kasım 1926’da faaliyete geçti ve Türkiye’de şeker üretimine başlayan ilk fabrika oldu. “Şeker Kralı” olarak ünlenen ve büyük bir servet sahibi olan Mehmet Hayri Bey, 1930’da Beyoğlu’ndaki Mısır Apartımanı’nı, 1931’de İstanbul Belediye Başkanı Cemil Topuzlu Bey’in Çiftehavuzlar’daki muhteşem köşkünü, ardından Teşvikiye’deki ünlü Park Apartmanı’nı satın aldı. Ardından Bebek taraflarında 80 dönümlük bir koru satın aldı.
Ailesiyle birlikte şatafatlı bir yaşam sürdü. O dönemde gazetelerin cemiyet sayfaları İpar haberleriyle dolup taşardı. İparlar, “sosyete” dendiğinde ilk akla gelen isimlerdi. 1934 yılında Soyadı Kanunu çıktığında “İpar” soyadını aldı. Mehmet Hayri Bey, ticari girişimlerinin yanı sıra çeşitli sosyal sorumluluk projeleri gerçekleştirdi. Mudanya’da annesi adına kurduğu Şaziye Rüştü Sağlık Yurdu ve babası adına kurduğu Ahmet Rüştü Çocuk Yurdu ve Hayır Sevenler Cemiyeti sosyal sorumluluk çalışmalarındandır. II. Dünya Savaşı çıktığında Türkiye’nin savaşa gireceği, servetine el konulacağı korkusuyla ülkeyi terk etti. ABD’ye giderek Los Angeles’ta Beverly Hills semtinde yaşamını sürdürdü. Bu süreç içinde aile, Hollywood starları ile bağlantılar kurdu. Kızı Şaziye, ünlü aktör Cary Grant ile aşk yaşadı, oğlu Ali İpar ise aktris Virginia Bruce ile evlendi. Savaş bittikten sonra İstanbul’a döndü. Mehmet Hayri Bey, 1950’lerde işlerini oğlu Ali İpar’a devretmek için onu Türkiye’ye çağırdı.
Ali İpar, yurda dönünce siyasilerle yakın ilişkiler kurdu. Dönemin Demokrat Parti siyasetçileri ile kurduğu ilişkiler sayesinde işleri daha da büyüttü ve Türkiye’nin en zengin insanı haline geldi. Dönemin başbakanı Adnan Menderes ile de yakın arkadaş olan İpar, armatörlük işine başlayarak şirketin faaliyetlerine yeni bir alan ekledi. İpar Ailesi için sonun başlangıcı olan bu olayın ardından Hayri İpar, oğlunu ısrarla uyararak, bu dönemde çok fazla ticari faaliyetlerde bulunmamasını tavsiye etti. Ali İpar, ticari faaliyetlerine hız kesmeden devam etti fakat mutluluğu fazla uzun sürmedi. Hakkında askeri yönetim tarafından ‘döviz kaçakçılığı’ gerekçesiyle soruşturma başlatıldı.
Gözaltına alınan Ali İpar, Yassıada’da Adnan Menderes ve dönemin bakanları ile birlikte yargılandı. 6 aydan fazla süre tutuklu kaldı ve tüm mal varlıklarına el konuldu. Eşi Virginia Bruce, Ali İpar’ın kurtulması için ABD Başkanı Richard Nixon’dan yardım istedi. Bir yıla yakın süren davanın sonunda birden serbest bırakıldı ve Brezilya’ya gitti. Mehmet Hayri Bey, aileyi çok yıpratan bu olaylar üzerine 1964’te hastalandı, geçirdiği kalp krizi sonucu 11 Haziran 1966’da Almanya’da öldü. En küçük oğlu Mehmet 1950’de, kızı Muazzez 1972’de, büyük kızı Şaziye 1984’de intihar etti. Tevhide Hanım, küçük kızı Selma’nın isteği üzerine Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yatırıldı ve burada öldü. Kızı Selma 2005’te, oğlu Ali İpar ise 2015’te 94 yaşındayken Brezilya’da vefat etti.