Sadık Gültekin’le Doğru Tercih

20 Kasım 2024, Çarşamba 07:00

Diplomatik soğukluk!

Lüks Nermin, 1950’li yılların en ünlü randevuevi sahibiydi. Yasadışı bir iş yapmasına rağmen üst düzey ilişkileri sayesinde korunup kollanır, yaptıkları görmezden gelinirdi. Lüks Nermin’in saltanatı, diplomatik krize yol açan o büyük hatayı yapana kadar devam etti…

12 Nisan 1930’dan itibaren randevuevi açılması yasaklandı. Yasak kararının ardından bütün randevuevleri yasadışı çalışmaya başladı. 1950’li yıllarda randevuevi sayısında patlama oldu. Toplumun en yoksulundan en zenginine kadar her tabakaya hitap eden irili ufaklı çok sayıda yeni randevuevi açıldı.

O yılların ünlü randevucuları Ayşe Nimet, Çanakkaleli Melahat, Naciye, Mefkûre ve Zurnik’ti. Bir de Lüks Nermin adıyla tanınan Şaziye Zeren (Topçu) vardı. Lüks Nermin, gücü ve ünü nedeniyle diğerlerinden ayrılıyordu. Beyoğlu Zambak Sokağı’nın 21 nolu hanesi denildiğinde, eski kuşaktan olanların aklına tek bir isim yerleşirdi, Lüks Nermin…

Lüks Nermin’in evinde calışan iki kız, 50’li yıllarda güzellik yarışmasına katılmış ve randevuevinde calıştıkları ortaya çıkınca tenzil-i rutbe yapılmış, ilk sıralarda olacakken basının ve kamuoyunun olası tepkisinden dolayı 4’üncü ve 5’inciliğe indirilmişlerdi. Lüks Nermin’in kızlarının güzelliği dillere destandı…

Lüks Nermin’in 1944’te faaliyete başladığı Zambak Sokak’taki randevuevi, 15 yılda yalnızca iki kez basıldı. 1951 ve 1958’deki iki baskın, Lüks Nermin’in işlerini bozmadığı gibi dönem dönem İstanbul’un başka semtlerinde şubeler açmasına da vesile oldu. Hatta ikinci baskının ardından randevuevini baştan aşağı yeniden dekore ettirdi, tavanları aynalarla kaplatıp duvarları siyaha boyattı ve ışık düzeneği kurdurdu. Lüks Nermin, üst kademe (!) tarafından kollanır ve gözetilirdi.

Lüks Nermin’in saltanatı, 1959’da büyük bir sarsıntı geçirdi. 18 Mayıs 1959’da polis Zambak Sokak’taki meşhur eve büyük bir baskın yaptı. Aynı gece Nermin’in Bahçelievler’deki evi de basıldı. Lüks Nermin, operasyon karşısında büyük şaşkınlık geçirdi. Evlerde bulunan 1435 dolar ve yurda kaçak sokulduğu iddia edilen eşyalara el konuldu. Lüks Nermin, fuhuş yaptırma, gümrük kaçakçılığı ve döviz kaçakçılığı suçlarından tutuklandı. Kendisine 3 milyon lira vergi cezası kesildi ve bütün mallarına el konuldu. Gümrük kaçakçılığından beraat ederken, fuhuş yaptırma suçundan 15 gün hapis cezasına çarptırıldı.

24 Nisan 1959’da Endonezya Devlet Başkanı Ahmed Sukarno, Türkiye’yi ziyaret etti. Yeni Sabah, 28 Nisan’da Türkiye’den ayrılması planlanan Sukarno’nun ziyaretini bir gün uzattığını yazarken, Zafer gazetesinin haberinde “Konuk Sukarno müze ziyaretlerinden sonra ikametine tahsis edilen Yıldız Şale Köşkü’nde dinlenmeye çekildi” ibaresi yer alır. Sukarno, 29 Nisan’da Türkiye’den ayrılarak Polonya’ya gitti. Peki, Sukarno Türkiye’deki ziyaretini neden bir gün uzattı?

Sukarno, 28 Nisan gecesini, Yıldız Şale Köşkü’nde Lüks Nermin’in kadrosundan Nil adlı bir kadınla geçirir. Sukarno, Türkiye’den ayrıldıktan birkaç gün sonra belsoğukluğuna yakalandığını anlayınca çok sinirlenir. Bu tatsız olay nedeniyle diplomatik kriz çıkar ve sonunda kabak Lüks Nermin’in başına patlar. Lüks Nermin, diplomatik krize (!) neden olduğundan zor durumda kalır.

18 Kasım 2024, Pazartesi 07:00

Sen de mi Sinan!

Birçok kıtaya adaletle hükmeden Osmanlı, hakim olduğu topraklarda asırlarca hüküm sürdü. Osmanlı’nın bu denli uzun ömürlü olmasının nedenlerinin başında, uyguladığı adalet sistemi gelir. Adil bir yönetim anlayışını benimseyen Osmanlı, ayrım gözetmeksizin tebaasına adaletle hükmetti. Osmanlı Devleti, adalet üzerine inşa edilmiştir. Devletin güçlenip yükselmesinde ve varlığını sürdürmesinde adalet mekanizması son derece önemliydi.

Padişahların en mühim vasıflarından biri “adil hükümdar” olmalarıdır. Zamanın devletleriyle mukayese edildiğinde oldukça adaletli bir yönetim sistemi oluşturan Osmanlı, toplumun huzur ve güveni için gerekli her türlü tedbiri almaktan geri durmadı. Bu hassasiyet, devleti uzun ömürlü kıldı. Fransız düşünür Voltaire, “Osmanlılarda hukuk düzeni, vatandaşın güven altında yaşamasına, kazanmasına, istikrarlı bir hayat sürmesine olanak veren mühim bir unsurdur” demiştir. Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Osmanlı’da halkın huzuru, adil yönetimle tesis edildi.

Osmanlı’nın en güçlü döneminde yaşayan Mimar Sinan, Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat olmak üzere, üç padişaha mimarbaşı olarak hizmet verdi. Osmanlı’da adalet kavramının önemini anlamak için, Mimar Sinan’ın evine kurallara aykırı su aldığı konusunda yapılan bir şikayete bakmakta yarar var. Mimar Sinan hakkındaki şikayetin ne olduğunu, Topkapı Sarayı’ndan İstanbul Kadısı’na gönderilen bir yazıdan öğreniyoruz. Osmanlı’da adalet anlayışının önemini vurgulayan bu belgeyi, A. Refik Altınay’ın “Türk Mimarları” adlı kitabından öğreniyoruz…

“İstanbul Kadısı’na hüküm ki: Şimdi bana bir dilekçe sunulup Mimarbaşı olan Sinan için, merhum atam Süleyman’ın imaretinin suyundan bir lüle su alıp kendi kapısı önünde büyük hazneli bir çeşme yaptığı ve çeşme yakınında mermerden bir sandık şeklinde bir nesne yaptırıp çeşme yönünde bir delik bırakarak, öte yana künk döşeyip evlerinde hamamlar ve musluklar yaptırdığını ve dışarıdaki çeşmenin lülesine arslan başı bir oluk koyup, çeşme lülesini berkiderek su haznesini günde iki defa boşalttığı, Kağıthane suyunun uğradığı yere kendi evinde kuyu kazarak o kuyuyu da kullandığı ve kendi evi tarafında dükkanların bittiği yerde üstü kurşun örtülü bir damı kestirip kurşununu ve kerestesini evine taşıtarak vakfa haksızlık eylediği açıklandığı gibi, tıb medresesiyle üç medresenin suyu kalmayıp abdeste ve diğer ihtiyaçlara yetmediği ve bunlardan başka diğer hususlar yazılıp şikayet olunmakta, adı geçen vakfın mütevellisi ile yerli yerinde görülüp bildirilmesi için dilekçe olduğu gibi sana gönderildi.”

Bu belgeden Mimar Sinan’ın yetkisini kötüye kullanarak, kendi çıkarı için su ve malzeme sağladığı iddiası açıkça anlaşılıyor. Bu konuda Topkapı Sarayı’na ulaşan şikayet dilekçesinin örtbas edilmesi düşünülmeden İstanbul Kadısı’na iletildiğini görüyoruz. Söz konusu belgenin sonunda Padişah III. Murat kadıya şöyle sesleniyor: “Buyurdum ki, emrim ulaştığında dilekçede yazılı olan maddeleri yerli yerinde, mütevelli kanalıyla teftiş ettirip göresin. Gerçekten imaretin suyundan bir lüle su alındığı doğru mudur, elinde bir lüle su emri var mıdır, yoksa kendiliğinden mi almıştır?

Çeşme yakınında yaptığı sandığın, adı geçen imaretin suyuna şeriat yönünden zararı var mıdır, niçin kesmiştir, emir ile mi kesmiştir, aslı nedir? Söylenen diğer konular doğru mudur, nedir? Yerli yerinde görüp, her yönüyle aslını ve gereğini anlayıp dinleyip olduğu gibi enine boyuna yazıp bildiresin.” Osmanlı’da, Mimar Sinan gibi büyük bir deha da olsa, tüm yolsuzluk iddialarının araştırılması, sorgulanması, gerçeğin açığa çıkarılması her şeyin başında geliyor...

13 Kasım 2024, Çarşamba 07:00

'Liman von Sanders' adında bir komutan

Liman von Sanders, I. Dünya Savaşı’nda ismi sık geçen, Atatürk’ün hem Çanakkale’de hem de Sina-Filistin cephesinde emrinde çalıştığı ve Türkiye’ye maliyeti ağır olan bir Alman komutandır. Atatürk’e göre Çanakkale’de Alman komutan yerine Türk komutan olsaydı ve akıllı bir savunma planı uygulansaydı, Çanakkale kara harekâtı, daha kısa sürede ve çok daha az kayıpla başarıya ulaşırdı! Başta Atatürk olmak üzere Sanders’in görüşlerine ısrarla katılmayan ve inisiyatif alarak harekete geçen Türk komuta takımı, Türk ordusunu büyük bir hezimetten kurtardı, çok zayiat verilmesine karşılık yerinde müdahalelerle düşmana geçit vermedi.

Atatürk, 3 Mayıs 1915’te Enver Paşa’ya bir mektup yazarak Alman komutan Liman von Sanders’i sert bir dille eleştirdi. Sanders’in savunma düzeninin, düşmanın karaya çıkmasını kolaylaştırdığını söyledi. Atatürk’ün mektubu şöyledir: “Evvelce zat-ı alilerinize bu bölgenin önemini arz etmiştim. Maydos bölgesi kuvvetlerine komuta ettiğim zaman aldığım düzen ile düşmanın karaya çıkmasına imkan verilmeyebilirdi. Sanders Paşa Hazretleri bizi, bizim orduları, bizim memleketimizi tanımadığı ve layıkıyla incelemede bulunacak kadar bir zamana sahip olmadığından, sahilde çıkarma noktalarını tümüyle açık bırakacak düzen almış ve bugün düşmanın karaya asker çıkarmasını kolaylaştırmıştır. Vatanımızın savunmasında kalp ve vicdanları bizim kadar çarpmayacağı kesin olan, başta Sanders olmak üzere bütün Almanların düşüncelerine de güvenmemenizi kesinlikle temin ederim. Bence bizzat buraya teşrif edip, genel durumumuzun gereklerine göre bizzat sevk ve idare etmeniz uygun olur.”

31 Ekim 1915’te Enver Paşa, Anafartalar Grup Karargahı’na gelir. Sanders, Atatürk’ten Trakya’daki 2. Türk Ordusu’nun Selanik’e yürümesinin uygun olacağını, Enver Paşa’ya söylemesini ister. Atatürk, bu hareketin sadece Alman çıkarlarına hizmet edeceğini düşündüğü için söylemez. Sanders, bu yüzden Atatürk’e baskı uygular. Onu Çanakkale’den uzaklaştırmak için her yolu dener. Atatürk, mecburen hava değişimi almak zorunda kalır.

25 Nisan 1915’te başlayan Çanakkale kara savaşları, Sanders’in yanlış düzeni yüzünden 8.5 ay sürdü ve bedelini Türk askeri ödedi. Bunun karşılığında, Almanya’nın Avrupa Batı cephesinde rahatlamasını sağlayacak 500 bin İngiliz, Fransız askeri Gelibolu Yarımadası’na çekildi ve burada oyalandı. Sanders’in Çanakkale Savaşı’nda Türkiye için yapmış olduğu tek hayırlı iş, 8 Ağustos 1915’te Anafartalar Grup Komutanlığı’na Albay Mustafa Kemal’i atamasıdır!

Sanders, Çanakkale Zaferi’nden sonra I. Dünya Savaşı’nın devam ettiği Sina- Filistin Cephesi’nde Türk ordusundaki görevine devam etti. 1917-1918 yılları arasında Yıldırım Ordular Grup Komutanı olarak, İngilizlerin bölgedeki saldırılarına karşı koymaya çalıştı. Ancak bu görevinde de başarılı olamadı. Atatürk’ün daha önceden uyarmasına rağmen, ikazı ciddiye almayan Sanders, İngiliz birliklerinin taarruzu karşısında çaresiz kaldı. Ordunun dağılmasına, Atatürk’ün çok zor durumda kalmasına neden oldu. Sanders, buradaki görevini 31 Ekim 1918’de Atatürk’e devretti.

İnönü’nün hatıratında bahsettiğine göre, Liman von Sanders, Kurtuluş Savaşı döneminde gelip bize yardım etmek için Ankara’ya mektup yazmış. İnönü, bu konudaki şaşkınlığını şu sözlerle dile getiriyor: “Millî Mücadele’de General Liman von Sanders bize mektup yazdı. ‘Geleyim, size yardım edeyim’ diyordu. Yani biz muharebeyi idare edemeyiz diye düşünüyor…”

Sanders’in hataları bunlarla sınırlı değil, Ermeni Tehciri konusunda da yanlış davrandı; bu konuda doğrudan bizi suçladı! Sanders, 1921’de Ermeni terörist Tehleryan’ın Talat Paşa’yı öldürmesiyle birlikte başlayan davaya görgü tanığı olarak çağrıldı. İfadesinde Türklerin planlı ve sistematik bir biçimde Ermenileri öldürdüğünü söyledi, Almanların bu olaylarda hiç yer almadığını hatta durdurmaya çalıştıklarını belirterek, kendi tarafını aklamaya çalıştı.

11 Kasım 2024, Pazartesi 07:00

Çankaya Köşkü'nü karıncalar bastı

Doktor ve ilaçlarla başı hiçbir zaman hoş olmayan Atatürk’ten, ufak tefek rahatsızlıklar için şikayet beklemek pek doğru değildir. Atatürk’ün rahatsızlığının ilk delilleri burun kanaması ve vücudunun çeşitli yerlerindeki kaşıntılardı. Burun kanamaları o kadar şiddetli ve vahim değildi. Ancak kaşıntılar her türlü tedbire rağmen bir türlü geçmiyordu. Buruna pamuk koymak, kaşıntılara ilaç sürmek gibi önlemlerle belirtiler önlenmeye çalışıldı. Atatürk’ün sağlığı ile değişikliklerin 1936’dan itibaren başladığına dikkati çeken yakınları Atatürk’te baş gösteren alerji ve kaşıntıyı Çankaya Köşkü’nde rastlanan bir çeşit karıncaya bağladılar.

Bu nedenle Çankaya Köşkü’ndeki haşerat ve karıncalar temizlendi ancak Atatürk’ün rahatsızlığı yine geçmedi. Atatürk’te baş gösteren belirtiler, karaciğer yetmezliğine bağlanmak yerine köşkteki küçük kırmızı karıncalara bağlanmıştı. İşte, hastalığın başlangıcında yapılan ilk önemli hata buydu! Falih Rıfkı Atay, yetersiz önlemler konusunda “Bilhassa 1937’den sonra sinirlerini güç tuttuğunu hissederdik. Asabı gittikçe bozuluyordu. Daima yanında bulunan hekimlerinin neden buna dikkat etmediklerini ve hepsini pek basit birer sebebe bağlayarak geçiştirdiklerini hâlâ anlayamıyorum” diyor. Kaşıntılar artmış ve kanamalar başlamıştı.

Atatürk, buna rağmen çalışıyordu. Dr. Asım Arar, Balkan ülkeleri dışişleri bakanlarına verilen akşam yemeğinde İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya endişesini şu cümlelerle dile getiriyor: “Size önemli bir devlet işinden ve büyük bir tehlikeden söz edeceğim. Atatürk hasta hem de ağır hasta.” Şükrü Kaya, doktorun sözlerini derhal Başbakan Celal Bayar’a iletti ve Avrupa’dan bir hekim getirilmesini tavsiye etti. Bayar durumu Atatürk’e anlatınca, Avrupa’dan hekim getirmeye gerek olmadığını, Türk hekimlerinden bir danışma kurulunun yeterli olacağı yanıtını aldı. Bu sırada hafıza zayıflıkları başladı, bunu sık burun kanamaları takip etmeye başladı.

6 Mart günü Çankaya’da Atatürk’ü muayene eden altı Türk hekimi, ayak bileklerinde hafif bir ödem, karaciğerde büyüme tespit ettiler. Hastalığın siroz başlangıcı olduğunda hemfikir oldular ve raporu imzalayıp doktor Dr. Asım Arar’a ilettiler. Atatürk’e ilk doğru teşhisi koyan ve bunu açıklayan Dr. Nihad Reşad Belger’dir. Atatürk, gerekli görmemesine rağmen Paris Tıp Fakültesi’nden Prof. Fissinger, mart ayı sonunda gelerek Atatürk’ü muayene etti. Fissinger, Atatürk’e şu tavsiyelerde bulundu:

“Siz büyük bir komutan olabilirsiniz, büyük zaferler kazanabilirsiniz. Ama bu işin komutanı benim. Tayin edeceğim zamana kadar alkol yok. Uzanıp dinlenecek ve tavsiyelerimi yerine getireceksiniz.” Atatürk, ilk haftalar doktorun söylediklerini yerine getirdi. Ancak aklında hep Hatay meselesi vardı. Gerekirse savaşı bile göze alacağını söylüyor ve Mersin’de ordunun geçit resmi yapmasını istiyordu. Daha sonra Mersin’den Adana’ya geçti. Törenleri saatlerce ayakta izledi ve 6 Mayıs’ta İstanbul’a döndü. Doktorun söylediklerinin tam tersini yaptı, çok yoruldu. Kısa mesafelerde yürürken bile zorlanmaya başladı, 5-10 basamak merdiveni güçlükle ve dinlenerek çıkıyordu. Atatürk, 1938 yılının haziran ayını Savarona’da geçirdi. 5 Temmuz’a kadar Savarona’da kaldı ve ülkeyi hasta yatağından idare etti. 4 Temmuz 1938’de Hatay Antlaşması’nın yürürlüğe girmesi Atatürk’ü çok sevindirdi ve moralini düzeltti.

Ekim ayı ortalarında durumu fena değildi. Fakat, çok arzuladığı halde Ankara’ya gidip Cumhuriyet’in 15. yıl dönümü törenlerine katılamadı. Zaman geçti, hastalık kötüye gitti. Prof. Fissinger, haziranda yeniden Türkiye’ye geldi ve bütün ihtimama rağmen Atatürk’ün en fazla iki yıl yaşama ihtimali olduğunu söyledi. Atatürk, Savarona’dan Dolmabahçe’ye geçişin akşam olmasında ısrar etti, kimsenin onu hasta olarak görmesini istemiyordu. Sonraki günlerde bazen rahatlama belirtileri gösterse de arada kendini kaybediyordu. Atatürk’ün hastalığı kasım başında şiddetlendi. 8 Kasım’da sağlığıyla ilgili raporlar yayımlanmaya başlandı.

06 Kasım 2024, Çarşamba 07:00

Daha ötesi yok!

Sir Percy Loraine, 1933-1939 yılları arasında İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi olarak görev yaptı. Loraine, görev yaptığı süre zarfında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ü yakından tanıma olanağı buldu. Atatürk’ün şahsiyetinden, gerçekleştirdiği devrimlerden ve ideallerinden çok etkilendi. Loraine, Atatürk’e olan hayranlığını her fırsatta dile getirdi. Loraine, 1935 yılında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya, altında imzası bulunan bir not ileterek, “Ürdün’de Atatürk’e bir suikast tertibi yapıldığını ve suikastçıların Türkiye’ye hareket ettiklerini” bildirdi. Aşağıdaki satırlarda, Loraine’in Atatürk hakkındaki samimi görüşlerini okuyacaksınız…

“10 Kasım 1938 sabahı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk, öldü. Yaşadığı dönemin en önemli şahsiyetlerinden idi. İsteseydi Sultan ve Halife olabilirdi. Ama o bunu reddetti. İstekleri kendisiyle ilgili değil, Türkiye ve Türk halkı içindi.

Mustafa Kemal genellikle diktatör olarak nitelendirilir; din karşıtı olmakla suçlanır. Benim düşünceme göre o, kendisine yapıştırılmaya çalışılan bu etiketlerden hiçbirini hak etmemiştir. Eğer onun hedeflerini anlarsanız, onun bu tip haksız saldırılara uğramasının kolay olduğunu görebilirsiniz.

O kesinlikle yaklaşılması kolay bir insan değildi, kuşkusunun üstesinden güçlükle gelirdi, arkadaş edinirken oldukça ağır hareket ederdi çünkü doğası gereği ne olursa olsun arkadaşlığından asla taviz vermezdi. ‘Evet’çilerden nefret ederdi. Dalkavuklar onu tiksindirirdi. Ancak bu karakter dışındaki kişilerin daimi olarak görüşlerini duymak ve bilmek isterdi.

Mustafa Kemal eski başkentin deniz gücü karşısında savunmasız olduğunun farkındaydı. Bu stratejik sebepti. Bunun yanı sıra bu kararının psikolojik sebepleri de vardı. Gerçek Türkler, Anadolu bozkırlarında yaşayan Türklerdi. Meclis’i Ankara’da açarak İstanbul’un kozmopolit yapısından uzaklaşmak istedi. Bu nedenle Ankara’yı başkent yaptı.

Kemal Atatürk, Türkleri değiştirmemiştir. O Türk halkının içinde gizli kalmış yeteneklerini açığa çıkarmıştır. Atatürk sayesinde ülke milli bir karakter kazanmıştır. Türkiye’nin kuruluşundan bugüne büyük ilerleme elde ederek modern bir yapı oluşturulmuştur.

Türk halkının Kemalist reformları zorla kabul ettiği düşüncesi tamamen yanlıştır. Çünkü halkın bu reformlara içgüdüsel olarak ihtiyacı vardı. Halk, devrim sayesinde yönetimin uşağı olmaktan kurtuldu. Bundan böyle halk hükümetin değil, hükümet halkın uşağı haline geldi. Ulusal uzlaşma sayesinde milli devlet, milli ekonomi, milli eğitim kurumlarının oluşması sağlandı.

Eğer Atatürk bir diktatör olsaydı, Hitler ve Mussolini’nin genlerini taşıması gerekirdi ama taşımıyordu. Kendisi din karşıtı bir kişi değildi ama dinin ve hurafelerin politik hayatta etkili olmasını da kesinlikle istemiyordu. Eğer ona karşı yapılan bu suçlamalar doğru olsa idi, bugün onurlu bir Türkiye Cumhuriyeti kurulamamış olurdu.

04 Kasım 2024, Pazartesi 07:00

Nobel ödülleri eksik veriliyor!

1901 yılından itibaren her yıl verilen Nobel Ödülü, dünyanın en saygın ve prestijli ödüllerinden biri olarak kabul edilir. İsveçli kimyager ve mucit Alfred Nobel’in vasiyeti üzerine verilen bu ödül; bilim, edebiyat, barış ve ekonomi gibi çeşitli alanlarda insanlığa önemli katkılar sağlayan kişi ve kuruluşlara veriliyor. Bugüne kadar Nobel Ödülü’nü kazanan Türk sayısı üçe ulaştı.

Nobel Ekonomi Ödülü’nü bu yıl Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James A. Robinson kazandı. Ülkemizde Nobel Ödülü’ne sahip olan iki isim İstanbul Üniversitesi mezunudur. Bunlardan biri İÜ İletişim Fakültesi mezunu olan Orhan Pamuk, diğeri ise İÜ İstanbul Tıp Fakültesi mezunu Prof. Dr. Aziz Sancar’dır. Her yıl fizik, kimya, barış, edebiyat, tıp ve ekonomi alanlarında verilen ve verildiği alanların en prestijli ödülü olan Nobel Ödülü, ismini İsveçli mucit Alfred Nobel’den alıyor. Nobel, dinamit ve balistit gibi silah yapımında kullanılan birçok patlayıcıyının mucididir. Öldüğü zaman 355 patentin sahibiydi ve 20 ülkede 90 fabrika kurmuştu. Nobel, 1888’de kardeşi Ludvig öldüğünde, gazete haberlerine bakarken tatsız bir sürprizle karşılaştı.

Gazete, kardeşi ile kendisini karıştırmış ve yanlışlıkla onun ölüm haberini yayımlamıştı. Ama Nobel’i asıl düşündüren haberin başlığı oldu: “Ölüm tüccarı öldü!” Bu haberi okuyan Nobel, öldüğü zaman kötü biri olarak anılacağını düşündü. Bu kötü imajını silmesi gerektiğine karar verdi. Nobel, vasiyetini değiştirip öldüğü zaman servetinin yüzde 94’ünü insanlığa üstün hizmette bulunacak kişilere verilecek ödül fonu kurulması için bağışladı. Bağışladığı para, bugünün parasıyla 250 milyon dolara yakındır. Vasiyeti üzerine bu ödüle Nobel’in adı verildi. Ancak Nobel Ödülü deyince, hemen akla bir soru geliyor: Nobel’de neden matematik ödülü yok?

İlk Nobel ödülleri, Nobel’in ölümünün beşinci yıldönümü olan 10 Aralık 1901’de, Nobel tarafından belirlenen alanlar için dağıtıldı. Bunlar fizik, kimya, tıp, edebiyat ve barış ödülleriydi. Altıncı kategori olarak ekonomi ödülü ise 1969’da İsveç Bankası tarafından dahil edildi. Ancak gördüğünüz gibi ödül kategorileri arasında matematik bulunmuyor. Matematik konusunda bazı spekülasyonlar olsa da bunlar tutarlı bir nedene dayanan bilgiler değildir. Nobel’in eşi ile ilgili bazı iddialar var ancak Alfred Nobel hiç evlenmedi.

Bir başka iddia ise Nobel’in okul yıllarında matematikte başarısız olmasıdır. Daha çok Nobel’in özel hayatına gönderme yapan bu hikayeleri destekleyecek tarihsel bir kanıt bulunmuyor. Bazı iddialar İsveçli matematikçi Gosta Mittag-Leffler ile ilişkilendiriyor. Ancak Nobel’in Mittag-Leffler’e karşı bir husumeti olduğuna ilişkin makul bir neden de ortada yok! Hatta Nobel’in Mittag-Leffler ile bir teması olduğunu gösteren bir bulgu da yok. Her ikisi de aynı ülke vatandaşı olmasına rağmen, Nobel, Mittag-Leffler henüz öğrenciyken İsveç’ten ayrılmıştı.

Nobel Matematik Ödülü’nün olmamasının nedeni, muhtemelen matematiğin Nobel’in ilgisi dışında olması şeklinde düşünülebilir. Belki de o dönemde matematikçiler için konulan ABEL Ödülü, bir başka neden olabilir. Nobel, ödüllerin “insanlığa en büyük faydayı sağlayanlara” verilmesini istedi. Nobel, büyük olasılıkla matematiği doğrudan insanlığa fayda sağlayacak kadar pratik bir disiplin olarak görmüyordu. Fizik, kimya, tıp gibi dallardaki araştırmaların insanlığa fayda sağlayacağına ancak matematiğin fayda sağlayamayacak kadar teorik olduğuna inanıyordu. Oysa doğanın dili matematik ile yazılmıştır, başka alanlarda Nobel ödüllerine matematik ile ulaşılabiliyorsa, bu prestijli ödülün matematik için de verilmesi gerekir. Nobel Ödülleri, bundan dolayı her yıl eksik veriliyor!

30 Ekim 2024, Çarşamba 07:00

Cumhuriyet böyle ilan edildi

Atatürk, Cumhuriyet düşüncesini baştan bir sır gibi sakladı. Cumhuriyet’i açıklayacağı uygun zaman ve zemini arıyordu. Erzurum Kongresi sırasında arkadaşları ile konuşurken, Mazhar Müfit Kansu, “Başarından sonra ne olacak?” diye sordu. Herkes “Cumhuriyet olacak” yanıtını bekliyordu. Atatürk, bunu sezdi ve şöyle dedi: “Bu mesele hakkında bir şey söylemek istemem, hatta söz konusu etmemek doğrudur. Bu konunun tartışma zamanı gelmedi. Gelince görüşürüz. Şimdi sadece düşman kuvvetlerinin işgal ve istila ettikleri vatanımızı kurtarmak için çalıştığımızı söylemekte fayda vardır.”

Atatürk’e göre Birinci Büyük Millet Meclisi bir savaş meclisi idi. Savaşın bitişi, düşmanın denize dökülmesi ile bu meclis görevini tamamlamıştı. Gerçi birçoklarına göre savaş bitmişti ama Atatürk için asıl savaş şimdi başlıyordu. Atatürk’ün amacı yurdunu kurtardıktan sonra çağdaş bir Türkiye yaratmaktı. Türk toplum yapısını bu inanca göre değiştirmek istiyordu. Bu düzeni kurmak için bir dizi devrime gerek vardı. Zaferin üzerine yatıp dinlenmek yoktu. Atatürk bu düşüncesini açıkça ortaya koyunca, Atatürk’e karşı ciddi bir muhalefet başladı. Eski arkadaşları Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele gibi komutanlar, bu işin aceleye getirildiğini söylediler.

Birinci Meclis olağanüstü bir durumda toplanmıştı. Milli mücadelede Atatürk’e yardımcı olmuştu. Düşman memleketten atılınca bu meclisin dağılması gerekiyordu. Birinci Meclis toplandığında, nihai zafer elde edilinceye kadar devam edileceği kararı alınmıştı. Düşman memleketten kovulmuş ve artık bu hususta yapacak bir şey kalmamıştı. Atatürk de bu meclisin dağılmasını arzu ediyordu. Atatürk, zaten bu meclisle çalışamazdı çünkü bu meclis içinde Atatürk’ü istemeyen ve ondan kuşkulanan insanlar vardı. Birinci Meclis devrimci değildi, Atatürk’ün arzu ettiği reformlar bu meclisle gerçekleştirilemezdi!

Birinci Meclis dağıtılıp İkinci Meclis toplanırken, bir neden açıklamadı. Fakat görünüşe göre Cumhuriyet’i yeni meclis kursun fikri hakimdi. İkinci Meclis, gerekli devrimleri yapma meclisiydi. İkinci Meclis’te daha aydın, çoğu Avrupa görmüş mebusların yer alması devrimlerin yapılmasını ve Atatürk’ün işini kolaylaştırıyordu.

İnönü, Cumhuriyet’in ilanından önceki gece yaşananları şöyle açıklıyor: “28 Ekim akşamı Atatürk bizi Çankaya’da topladı. Yemek hep beraber yendi. Atatürk, ertesi günü Cumhuriyet ilan olunacağını söyledi. Bunu söyledikten sonra herkes ayrıldı. Atatürk, bana kalmamı söyledi. Hiçbir konuşma olmadan masanın başına yan yana oturduk, kanun metnini görüştük. Her madde üzerinde tabiatıyla eski ve yeni arasında bir mukayese yapıyordu. Atatürk neticeyi dikte ediyordu, ben de yazıyordum. Bu suretle çerçeve tamamlandıktan sonra tekrar okudum; dikkatle dinledi, düşündü. ‘Hazırlık tamam’ dedi. Bana ayrılmak üzere izin verdi. Zaten köşkte misafiri idim, odama çekildim. Ertesi sabah metni bir kere daha gözden geçirdik ve beraberce Meclis’e gittik, müzakereyi bekledik.

Atatürk, Cumhuriyet’i ilan etmek istiyordu ancak hem Cumhuriyet rejimine karşı olanlar hem de bu rejim değişikliğinin gerçekleşmesi gerektiğine inananlar vardı. Kanun, Meclis’te okundu, hararetli konuşmalar oldu. Bazı muhalif mebuslar müzakerenin acele yapılmamasını istiyorlardı. Bu teklif rağbet görmedi. Cumhuriyetin ilanını isteyen hatiplerin hepsi konuşmalarını “Yaşasın Cumhuriyet” sesleri ile bitiriyorlardı. Cumhuriyet alkışlarla gerçekleşti. Ertesi günkü bütün gazeteler manşet halinde Cumhuriyet’in ilanını bildirdiler. Ankara’da bütün gece şenlikler yapıldı. Cumhuriyetin ilanı sevinçle karşılandı. Zaten bu beklenen ve arzulanan bir durumdu!”

28 Ekim 2024, Pazartesi 07:00

Cumhuriyet neden 29 Ekim'de ilan edildi?

Cumhuriyet Bayramı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Cumhuriyet yönetimini ilan etmesi anısına her yıl 29 Ekim günü kutlanan bir ulusal bayramdır. Peki, Cumhuriyet Bayramı’nın neden 29 Ekim’de ilan edildiğini hiç düşündünüz mü? Atatürk’ün bu günü özel olarak seçmesinin nedeni, aslında bir gün sonrasına yani 30 Ekim’e bir göndermedir! 30 Ekim 1918, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığı gündür.

Mondros, bir çöküşün, bir milletin teslimiyetinin belgesiydi. Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni 29 Ekim’de ilan ederek, aslında 30 Ekim’e karşı “bir milletin intikamını, öcünü” aldı. Atatürk Cumhuriyet’i bu tarihte ilan etmesinin nedenini, 1925 yılında Cumhuriyet Bayramı kutlamaları esnasında Ankara’da 10 gün boyunca misafir ettiği Fahrettin Altay’a açıkladı. (Fahrettin Altay, Kurtuluş Savaşı’ndaki Büyük Taarruz’dan sonra Yunan ordusunun geri çekilmesini sağlayarak İzmir’e giren 5. Süvari Kolordusu’nun komutanıdır). “Atatürk hep ‘mazlum bir millet’ derdi.

Cumhuriyet’in ilanından epey bir süre geçmişti. Ben de hep neden 29 Ekim diye kendi kendime sormuşumdur. Bir gün Çankaya’da sofra dağıldıktan sonra, ‘Paşam, benim dikkatimi çekmiştir. Hep düşündüm. 30 Ekim 1918 günü mütareke ilan edildi. Adana’daki karargâhınızdan İstanbul’a verdiğiniz şifreyi hatırlıyorum. Şimdi aradan zaman geçti, Cumhuriyetimizin ilanının 29 Ekim gecesine gelmesi acaba bir tesadüf müdür? Üç gün evvel, beş gün sonra da olabilirdi’ diye sordum.”

Bunun üzerine Atatürk şunları söyledi: “Mütarekenin ilk günlerini hatırlarsın. Saray ve hükümet teslimiyeti kabul etmişti. Hükümet sarayın, saray da İtilaf Devletleri’nin elinin altına girmişti. Saray, bu halinden memnundu. Fakat, ben bunu kabul edemezdim. Buna karşı koymakla bir çıkış yolunu temin ederek, bu mazlum milleti tarih sahnesinden silmek, ortadan kaldırmak isteyenlere karşı harekete geçmek için kendimi vazifeli saymıştım. Dünyada tek başımıza idik, fakat benim inandığım ideale, benimle beraber olanlar da bağlandılar ve netice hasıl oldu. Mütareke 30 Ekim 1918’de imzalanmıştı.

Vatan parçalanmış, istilaya uğramıştı. Peki, 30 Ekim 1918’den bizim İzmir’e girdiğimiz tarih olan 9 Eylül 1922’ye kadar kaç yıl geçti? Dört yıl. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’i ilan ettik. İşte beş yıla sığdırdığımız büyük inkılap, bizim yaşadığımız şartlara duçar olmuş, hangi milletin tarihinde vardır? Bu mazlum millet kendisinin hakkı olan yere ulaşmıştır, çektiğimiz acıların, sıkıntıların en büyük mükafatı işte budur. Bütün dünya bunu görmüştür. Daha da görecekleri vardır. Beni en çok mesut eden hadise, bu mazlum milletin hak ettiği bu yere gelmesidir. Sen benim 30 Ekim 1918 sonrası günlerdeki çektiğim azabı bilirsin.

Yanımdaydın. Mondros 30 Ekim’dir, Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu da bir milletin, mazlum bir milletin ahıdır. Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır.” Atatürk bir an durdu, Fahrettin Paşa’ya baktı ve sonra elini masanın üzerine vurarak “Deyiniz ki bu, tarihten silinmek istenilen bir milletin öcüdür” dedi. Fahrettin Altay’ın “Ama bundan hiç bahsetmediniz” demesi üzerine, Atatürk “Övünmek olur, övünmek benimle beraber mefkureye inananların, milletin, ordunun hakkıdır” der. Atatürk’ün Cumhuriyetin ilanı için 29 Ekim tarihini seçmesinin nedeni, Fahrettin Paşa’ya söylediği “Mondros 30 Ekim’dir, Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu da bir milletin, mazlum bir milletin ahıdır.

Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır” cümlesinden anlaşılıyor. Atatürk, esaretten bir gün önce Cumhuriyet’i ilan ederek, bir anlamda öc almak istemiştir. Atatürk, mağrur ve galip İtilaf Devletleri’ne şu mesajı vermiştir: “Ben 30 Ekim’i tanımıyorum! Sizden bir gün öndeyim. Siz 29 Ekim’i tanıyacaksınız!”