Sadık Gültekin’le Doğru Tercih

26 Mart 2025, Çarşamba 07:00

Bir beyin böyle küstürülür!

Prof. Muzaffer Sherif (Muzaffer Şerif Başoğlu), Türk-Amerikalı sosyal psikologdur. Sosyal psikolojinin kurucuları arasında yer alır. Harvard, Yale, Princeton, Oklahoma, Pensilvanya ve Columbia üniversitelerinde görev aldı. Araştırmalarının çoğunu eşi Carolyn Wood Sherif ile birlikte yaptı. Sosyal psikoloji çalışmalarında ego psikolojisi üzerine ağırlıklı olarak durdu. Bireyler ve gruplar arasındaki ilişkiyi ele aldı. “Hırsızlar Mağarası Deneyi” ve “Otokinetik” deneyleri başta olmak üzere sosyal psikolojiye adını altın harflerle yazdırdı, hocaların hocası oldu!

Prof. Sherif, bir müddet sonra Türkiye’den gelen tüm röportaj isteklerini, yazma taleplerini sürekli geri çevirdi. Türk pasaportunun süresi dolunca yenilemedi. Eşi Carolyn, ABD’li olduğu halde ABD vatandaşı olmayı da kabul etmedi. Hayatı boyunca küs kaldığı Türk vatandaşlığından da ayrılmadı. Ancak Türkiye’ye bir daha adım atmadı. ABD’de de rahat etmedi, cadı avına maruz kaldı. FBI, hakkında soruşturma hazırladı.

İzmir Amerikan Koleji’nin ardından İstanbul Üniversitesi’nde felsefe okudu ve uluslararası bir yarışmadan kazandığı bursla ABD’ye, Harvard Üniversitesi’ne gitti. Türkiye’ye kısa bir dönüşü oldu ama 1933’te yeniden ABD’ye doktora yapmaya gitti, 1936’ya kadar orada kaldı.

1936’da Türkiye’ye döndükten sonra kendini hareketli bir siyasi ortamın içerisinde buldu. O dönemde Türkiye, Alman cephesine yakınlaşmış ve Nazizm etkisiyle faşist, ırkçı söylemler artmıştı. Sherif, Nazi karşıtı yazılar kaleme aldı. Doktorasını Columbia Üniversitesi’nde tamamladı.

Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde görevliyken, “komünizm propagandası ve milli menfaatlere düşmanlık” iddiasıyla gözaltına alındı. Bu dönemde çeşitli gazetelerde ve dergilerde ırk ve ırkçılık üzerine yazılar yazdı. 1943’te kaleme aldığı “Irk Psikolojisi” adlı eserinde üstün ırk ütopyalarını ve Turancılık düşüncesini eleştirdi. Gizli TKP ile ilişkisi ve Turancılık karşıtı yazıları yüzünden tepkileri üzerine çekti.

Yargılandığı sıkı yönetim mahkemesinde 27 yıl hapis cezasına çarptırıldı. ABD Dışişleri Bakanlığı, Sherif’in serbest bırakılması için Türkiye nezdinde girişimlerde bulundu. Hükümet, gelen tepkiler sebebiyle Sherif’i 40 günlük tutukluluk sonrası, yurt dışına çıkma koşuluyla serbest bıraktı. Sherif, önce Princeton Üniversitesi’ne daha sonra da Yale Üniversitesi’ne geçiş yaptı.

Çok partili sisteme geçildikten kısa bir süre sonra özlediği Ankara Üniversitesi’ndeki işine geri dönmek için başvuruda bulundu. Fakat devlet Sherif’i sakıncalı buldu. O dönem devlet memuru sayılan üniversite hocalarının, “devlet memurlarının yabancılarla evliliğinin yasak olduğu” şeklindeki yasal düzenlemeye tabi olduğu gerekçesi ile eşi Carolyn ile evliliği bahane edilerek başvurusu reddedildi. Bu tarihten itibaren akademik çalışmalarında “Muzafer Sherif” imzasını kullanmayı tercih etti. Çok sevdiği ülkesine tamamen küstü ve ipler tamamen koptu. Hayatının sonuna kadar bir daha Türkçe yazmadı. Üç çocuğu oldu ama çocuklarına Türk isimleri vermedi. 1980’de görev yaptığı Pensilvanya Üniversitesi’nden emekli oldu.

Son zamanlarında mental sağlığı ile ilgili problemler yaşadı. Manik depresyon teşhisi kondu ve intihara teşebbüs etti. Mental sağlığı, karısının 1982’de ölümünden sonra daha da kötüleşti. Geçirdiği kalp krizi sonucu 1988’de Alaska’da 82 yaşında hayatını kaybetti.

24 Mart 2025, Pazartesi 07:00

Esir, tercüman ve yazar…

Temeşvar, Batı Romanya’da bulunan bir şehirdir. 1552’de Osmanlı hakimiyetine girdi. Temeşvarlı Osman Ağa, 1688’de Temeşvar Kalesi’nde odabaşı rütbesinde görevli bir askerdir. Osman Ağa’ya Lipova’da bulunan yeniçeri, topçu ve cebecilerin maaşlarını götürme görevi verildi. 80 kişilik askeri birlik ile Lipova’ya ulaşan Osman Ağa, ertesi sabah top sesleriyle uyanır. Kale Avusturyalı askerler tarafından kuşatılmıştır. Uzun çarpışmaların ardından teslim olmak zorunda kalırlar. Osman Ağa, kuşatma esnasındaki kargaşayı şu sözlerle dile getiriyor:

“Alevler ilerledikçe kadın ve çocuklar korkuyla çığlıklar atıyordu. Erkekler ise ellerindeki su kaplarıyla koşturuyor, tutuşan kule ve evlerin üzerine çıkıp yangını söndürmeye çalışıyordu. Dış kalede, evlerin damlarına ve minarelere yerleşmiş olan Avusturya piyadesinin tüfekleri, her birini tek tek avlıyordu. Vurulanlar, söndürmeye çalıştıkları ateşlerin içine düşüyorlardı. Havayı kaplamış olan yoğun barut ve duman kokusuna şimdi de dayanılmaz bir yanık et ve yağ kokusu karışmıştı. Askerlerin iki sıra dizilerek oluşturduğu koridordan birbirlerine sarılmış halde ilerleyen insanlar, yer yer askerlerin saldırısına uğruyordu. Askerlerin aralarına düşen bu zavallılar, vahşi kurt sürüsünün eline düşmüş av gibi anında soyuluyorlar, çırılçıplak ortada kalıyorlardı. Karşı koyup direnmeye çalışanlar hemen paramparça ediliyordu. Katliam öyle boyutlara ulaştı ki subay ve generaller kendi askerlerini vurarak durdurmaya çalışıyordu. Avusturya askerleri adeta Türk kanına susamış vahşi kurtlar gibi kadın, çocuk ve ihtiyar demeden yakaladığı her bedeni saniyeler içerisinde parçalara ayırıyordu.”

Osman Ağa, 18 yaşında savaş esiri olur. Osman Ağa kaleden son çıkanlar arasında olması nedeniyle hayatta kalmayı başarır. Onu, General Layednand Fischer isimli asilzadeye esir verirler. Temeşvarlı Osman Ağa, savaş esiri olarak başından geçen maceraları “Gavurların Esiri” adıyla kaleme alır.

Osman Ağa, kitabında esaretten kurtulmak için verdiği mücadeleyi anlatıyor. Bu eser, Osmanlı dönemi Türkçesi’nde türünün tek örneğidir. Uzun süre varlığı bilinmesine rağmen Türk tarihçiler bu el yazması anılara ilgi göstermedi. İki cilt halindeki bu el yazmalarından birincisi Viyana’da diğeri ise British Museum’da bulunuyor. Osman Ağa’nın başından geçen ve insanın dayanma gücünü sınayan bu mücadele, aynı zamanda 18. yüzyıl panoramasını da yansıtıyor. Umudunu hiçbir zaman kaybetmeyen Osman Ağa, “onurlu ve cesur bir yaşamın” otobiyografisini yazıyor. Otobiyografisinde, “Aslen Temeşvarlı olan bu fakir kulunuz, başına gelen nice işlere rağmen, alınyazısına sabırla göğüs germesini bilmiştir” diyor.

Osman Ağa, beş yıllık esaretten sonra kaçmayı başarıyor ve uzun yıllar sonra Osmanlı topraklarına geri dönüyor. Günlük olarak tuttuğu anılarını kitap haline getirip bastırıyor ve daha sonra İstanbul’da çevirmenlik yapıyor. Özgürlüğü için ödeme yaptığı halde, efendisi tarafından çeşitli bahanelerle bırakılmıyor, Viyana zindanlarında esir tutuluyor. Esir olarak birkaç kez satılıyor. Sahipleri tarafından çokça dövülüyor, işkence görüyor ve kırbaçlanıyor. Binicilik, piyano çalma ve Almancayı öğrenme yeteneği sayesinde gelecek yıllarda daha iyi bir hayat sürüyor. Bir keresinde efendisi ona, Hristiyanlığa geçmesi halinde özgürlük vadediyor. Ancak Osman Ağa bu teklifi reddediyor. Karlofça Antlaşması’ndan sonra 1700’de Temeşvar’a geri dönüyor. Temeşvar’ın kaybedilmesinden bir süre sonra İstanbul’a yerleşen Osman Ağa, burada Avusturyalı çocuklara Türkçe öğretiyor…

19 Mart 2025, Çarşamba 07:00

Onurlu direnişin hikayesi: Haydari Kampı

Haydari, Atina’nın iç banliyölerinden biridir. Alman işgali sırasında, Yunanistan’daki 26 toplama kampından birisi burada kuruldu. Eylül 1943’ten Eylül 1944’e kadar faaliyet gösteren kamp, savaş zamanı Yunanistan’ın en büyük ve en kötü şöhretli toplama kampıydı ve Yunanistan’ın “Bastille”i olarak anılır. Aynı zamanda Haydari Kampı, direniş destanı yazanların rehin tutulduğu bir yerdir.

Yunanistan, 1941’de Naziler tarafından işgal edildi. Yunanlar, yok edilemez gibi görünen Nazilere karşı partizan savaşını başlattı. Naziler, Yunanistan’ı işgal ettiklerinde, diğer ülkelerde yaptıklarını tekrarladı. Komünistleri, yurtseverleri ve Yahudileri kamplara toplayıp çeşitli biçimlerde imha ettiler.

Savaşa bağlı olarak nakliyat ve ithalatın durması, Yunan ekonomisine büyük darbe indirdi. Ardından Naziler fabrikalara, madenlere ve tarım ürünlerine el koymaya başladı. Böylece 1941’de Yunanistan’da büyük bir kıtlık ortaya çıktı. İşgal sırasında ham madde ve yakıt eksikliği nedeniyle birçok fabrika kapandı ve binlerce mülteci işini kaybetti. Dolayısıyla mülteciler, Nazi karşıtı direniş hareketlerini desteklemeye başladı. Çok sayıda göçmenin bulunduğu noktalar, önemli direniş merkezleriydi. Naziler, ev ev dolaşarak tüm erkekleri ve bazen de kadınları tutukluyordu. Bazen tüm köyleri ve kasabaları ateşe veriyorlardı. Tutuklananlar ya kurşuna diziliyor ya da hapsediliyordu. Kalanlara işkence yapılır ve bazıları Almanya’ya toplama kamplarına ya da zorunlu çalışmaya gönderilirdi.

Yunanistan’ın işgali boyunca Nazilerin öldürdüğü Yunan sayısı tam bilinmiyor ama Nazilerin ölçütü, bir Alman ölüsüne karşılık 50 Yunan’dı. Naziler, Alman askerlerinin öldürüldüğü yerlerin yakınlarındaki köyler tümüyle tahrip ediyor, direnişçilere yardım ettiğinden bile şüphe edilenler ya katlediliyor ya da kamplara gönderiliyordu. Şehirlerde de durum bundan farklı değildi. Partizanlar ya da destekçileri, Yunan halkına gözdağı vermek amacıyla caddelerde asılıyordu. Saldırıların önünün alınamaması üzerine Naziler, kamplardaki esirleri bile kurşuna dizmekten çekinmedi. Misillemelerin halkta belli bir yılgınlık yaratması üzerine kamp yönetimi Haydari Kampı’ndaki esirlerin düşüncesini öğrenmek istedi. Alınan yanıt kısa ve netti: “Kendi yaşamımız değil, işgalcilere karşı sürdürülen mücadelenin sürekliliği önemlidir!”

Kamp komutanı Paul Radomski, diğer SS subayları tarafından bile acımasız biri olarak görülüyordu. Kişisel dosyasında ona “ilkel” deniyordu. Kiev yakınlarındaki Syrets toplama kampının komutanı olarak adeta terör estirmişti, en küçük hatalar için bile en ağır cezaları verirdi ve genellikle mahkumları bizzat kendisi vururdu. Radomski, bu alışkanlığını Haydari’de de sürdürdü. Kamptaki tutuklular, pazar hariç her gün çalıştırılıyordu. Mahkumlardan çukur kazmaları ve sonra onları yeniden doldurmaları, duvarlar inşa etmeleri ve sonra onları yıkmaları isteniyordu.

Yahudiler, İtalyan savaş esirleri ve Yunan siyasi tutuklular da dahil olmak üzere yaklaşık 21 bin kişinin Haydari Kampı’ndan geçtiği tahmin ediliyor. Kampın faaliyeti sırasında yaklaşık 2 bin tutuklunun burada idam edildiği biliniyor. 1944’te dört Alman generalin öldürülmesine misilleme olarak Haydari Kampı’nda esir tutulan 200 esir kurşuna dizilerek katledildi. Haydari Kampı, bir başkaldırının ve onurlu bir direnişin hikayesidir. İdamdan önceki gece 200 mahkum, düğün alanına giden damatlar gibi tıraşlarını oldu, en güzel kıyafetlerini giydi, kemençeler eşliğinde horona durdular. Nazilerin kampın elektriğini kesmeleri bile onları etkilemedi; kadın, erkek, çoluk çocuk marşlar, şarkılar söylemeye devam ettiler. Bayrama gider gibi ölüme gitti bu onurlu direnişçiler…

17 Mart 2025, Pazartesi 07:00

Ordunun kuşlara yenildiği savaş!

2020’de Avustralya’da kuraklık nedeniyle 5 bin deve, helikopterlerden açılan ateşle öldürüldü. Yerel yönetim, bölgede yaşanan kuraklığı gerekçe göstererek develeri itlaf etme kararı aldı. Develerin öldürülmesiyle ilgili Avustralya hükümetinden yapılan açıklamada “İtlafa son seçenek olarak başvuruldu. Operasyon sırasında hayvanların acı çekmemesi sağlandı” dendi.

Avustralya, hayvan itlafını tarihinde ilk kez yapmıyor. Avustralya’nın bir dönem de kuşlarla başı derde girdi ve çözümü yine katliamda buldular! Avustralya’nın devlet armasında iki hayvan figürü yer alır: Kanguru ve Emu. Emu, Avustralya’ya özgü bir devekuşu türüdür. Afrika’daki devekuşlarından sonra dünyanın en büyük ikinci kuş türüdür. Emular uçamasa da hızlı koşmalarıyla ünlü hayvanlardır. I. Dünya Savaşı’ndan sonra evlerine dönen Avustralyalı askerler, savaştan önce uğraştıkları çiftçiliğe geri dönmek istediler.

Hükümet bu eski askerlere ülkenin batısında tarıma çok elverişli olmayan 90 bin hektar arazi verdi. Fakat Avustralya hükümetinin hesaba katmadığı bir düşman vardı: Emular! Bölge, Emuların göç yolu üzerindeydi ve yavrulama dönemleri geldiğinde buraya akın ediyorlardı. Boyları 1.5 metreyi bulan bu çevik kuşlar, ekinlerin büyük kısmını yiyip kalanını ezerek mahvediyordu. 1929’a kadar her şey yolunda gitti. Ancak bütün dünyayı kasıp kavuran “Büyük Buhran”, Avustralyalı çiftçileri de vurdu. Ekonomik çıkmaza giren Avustralya, daha fazla buğday üretimi için çiftçilere destek vereceğini vaat etti. Ancak devlet desteği hiçbir zaman sağlanmadı. 1932’de işler iyice çığırından çıktı, sayıları 20 bini bulan Emular bölgeye göç etti.

Oldukça hızlı koşan Emular, bölgedeki ekinlerin büyük kısmını yiyor, yemedikleri alanları ise bozarak büyük zararlar veriyorlardı. Başlarda kendi olanaklarıyla sorunu çözmeye çalışan çiftçiler, bu kuş sürüsüyle mücadele edemedi. Emuları öldürmek neredeyse imkansızdı. Kalın tüyleri mermileri etkisiz hale getiriyordu ayrıca çok hızlı koştukları için açılan ateşten çok kolay kaçıyorlardı. Çiftçiler, Emularla baş edemeyince hükümetten yardım istediler. Ancak bekledikleri destek ordudan geldi.

Savunma Bakanlığı, Emulara savaş ilan etti. 20 bin kuşla savaşmak için bir birlik oluşturuldu. Hatta olayları filme çekmek için film ekibi dahi ayarlandı. 2 Kasım 1932’de Emularla ilk sıcak temas sağlandı. Askerler, makineli tüfeklerle Emuların üzerine yaylım ateşi açtı. Harcanan onca mermiye rağmen sadece 50 Emu öldürülebildi. İkinci gün taktik değişikliğine gidildi: Emulara açıktan saldırılmayacak, gizlice yaklaşılıp öyle ateş edilecekti. Bu kez de sadece 12 Emu öldürüldü.

Bu arada Emular da kendi savunma taktiklerini geliştirdi: Aralarından birini gözcü bırakıyor, diğerleri ekinleri talan ederken, “gözcü” tehlike anında haber veriyordu! Savaşın üçüncü günü, ilk iki günün tecrübesiyle yeni bir taktik denendi: Kamyonetlerin üzerine takılan makineli tüfeklerle Emulara ateş açılacaktı. Ancak araçların sesini duyan Emular, askerler henüz yaklaşmadan dağılıyordu.

Ayrıca arazide bu kuşları takip etmek, nişan alıp ateş etmek oldukça zordu. Emuların bu beklenmedik direnişi orduyu şaşkına çevirdi. Üç günde atılan binlerce mermiye karşın çok az Emu öldürülebilmişti. Sonunda ordu bu savaştan geri çekilmek zorunda kaldı! Yaşanan bu fiyasko, basında alay konusu oldu.

Bir gazete “Savaş bitti ama henüz karşı tarafla bir barış anlaşması imzalanmadı!” şeklinde manşet attı. Parlamentoda yapılan tartışmada, bir milletvekilinin kimsenin madalya alıp almadığı ile ilgili sorusuna, diğer bir vekil: “Evet bir Emu alacak” yanıtını verdi. Çiftçiler ikinci bir Emu savaşı talep etse de hükümet buna pek yanaşmadı. 1950’lerde bölgeye 200 km uzunluğunda bir çit çekildi ve mesele kısmen de olsa çözülebildi…

12 Mart 2025, Çarşamba 07:00

Sanatın piri 'Kazasker Mustafa İzzet Efendi'

Kazasker Mustafa İzzet Efendi, 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin sanat ve siyaset dünyasının önemli bir ismidir. Hat sanatının en büyük temsilcilerinden birisi olan Mustafa İzzet Efendi, Ayasofya’da asılı büyük levhaların hattatıdır. Hırka-i Şerif Camii ve Bursa Ulu Cami’deki levhalar, İstanbul Üniversitesi giriş kapısının bahçeye bakan tarafındaki yazılar ona aittir. Osmanlı İmparatorluğu’nun bürokrat kadrosu içinde 56 yıl boyunca Kazaskerlik gibi önemli görevlerde bulundu. Yarım asır gibi uzun bir zaman dilimi için dört tanesi öğrencisi olan beş padişahın yakınında bulunmak ve onları tanımak gibi bir ayrıcalığa sahiptir.

II. Mahmud, 1826’da Yeniçeri Ocağı ile birlikte lağvettiği mehter ekibinin yerine Muzika-yi Hümâyun’u kurdu. Avrupa’dan Giuseppe Donizetti, İstanbul’a getirtilip “Muzika-yi Hümâyun Ustakârı” unvanı ve “paşa” rutbesi ile göreve başlatıldı. Bütün bu olaylara ve köklü değişikliklere sinirlenen Mustafa İzzet Efendi, bir gün konukların huzurunda II. Mahmud ile tartıştı.

1828’de II. Mahmud, İtalya’dan davet ettiği müzisyenlere Mustafa İzzet Efendi’nin Osmanlı musikisini tanıtmasını ister. Mustafa İzzet Efendi, neyi ile farklı tavır ve makamlarda taksimler geçerek konukları kâh uyutur kâh ağlatır kâh güldürür. Ney taksiminden sonra II. Mahmud’un İtalyanlara ‘musikimizi nasıl bulduklarını’ sorması ve onların da “Bir şey anlamadık. Çok iptidai, ıslaha muhtaç bir musiki!” demeleri, Mustafa İzzet’i çok kızdırır ve II. Mahmud’a dönüp, “Padişahım, ben kulunuz bu âdemleri insan zannetmiştim. Meğerse yanlış telakkî etmişim. Kendilerini musikimizin büyüleyici kudretiyle uyuttum, ağlattım, güldürdüm. Geçirdikleri istihâlelerin farkında olmayanlara insan denilmez” dediği rivayet olunur…

Saraydan uzaklaşmanın yollarını arayan Mustafa İzzet Efendi, hacca gitmek için izin istedi. Hocasıyla konuşup kendisini de kafileye dahil etmelerini ve padişahtan hac yolculuğu için izin istemelerini rica etti. II. Mahmud, Mustafa İzzet Efendi’nin saraydaki fasıllardan uzaklaşmasını istemediği için, ‘hac için henüz yaşının çok genç olduğu, kırkından sonra hac olayını daha iyi kavrayacağından bu önemli yolculuk için acele etmemesi’ yönünde telkinde bulundu. Ancak o, hocasının yaşını ileri sürerek ‘hocasıyla hacca gitmek istemesinin diğer sebebinin de ona hizmet etmek olduğunu’ vurgulayarak, hac yolculuğu niyetinden vazgeçmeyeceğini belirtti. Padişah, reddedilmesi mümkün olmayacak bir pozisyonda kaldığı için hiddetlense de belli etmedi ve izin vermek zorunda kaldı.

Hac dönüşü tekrar Enderun’a alınma korkusundan saray ve çevresine görünmeden yaşayan Mustafa İzzet Efendi, 1832 Şubat ayının bir Ramazan günü, Özbek dervişi kıyafetinde Beyazıt Camii’nde hatim indiriyordu. Birkaç arkadaşı ondan müezzinlik etmesini rica etti. Mustafa İzzet Efendi, “Padişahımız bu camiye sık geliyor, sesimi duyup beni tanıyabilir” diyerek bu ricayı geri çevirdi. Arkadaşları, II. Mahmud’un gelmeyeceği garantisi vererek onu müezzinliğe ikna etti. Tam namaza başlarken, II. Mahmud camiye gelip namaza durdu. Padişah, onun sesini duyar duymaz tanıdı. Emin olmak için yaverlerinden Aşkar Ali Paşa’yı müezzin mahfiline gönderdi.

Ali Paşa, Ramazan mahmurluğundan olsa gerek Özbek dervişi kılığındaki eski arkadaşını tanıyamadı. II. Mahmud zeki bir insandı, bir kere gördüğü insanı, bir kez duyduğu sesi unutmazdı. Hiddetle, “Mustafa Efendi’nin sedasını ben bilmez miyim, Özbek diye beni mi aldatıyorsunuz?” diyerek, müezzin mahfilinde bulunanların aşağı inmelerini emretti ve o anki kızgınlığıyla sol elini ileri uzatıp tek bir hareketle “boynunun vurulmasını” emretti. II. Mahmud, hiddetinden camide duramayıp Dolmabahçe Sarayı’na gitti. Musahip Said Efendi ve Hüsrev Paşa, II. Mahmud’a saatlerce dil dökerek bu emri sürgüne çevirtmeyi başardılar. Padişah, ertesi gece teravihten sonra sanatına zarar geleceğinden çekindiği için Mustafa İzzet Efendi’yi sürgünden affetti.

10 Mart 2025, Pazartesi 07:00

Fenerbahçe’yi Galatasaraylılar mı kurdu?

Galatasaray’ın kurucusunun Ali Sami Yen olduğunu herkes bilir ancak Fenerbahçe’nin kurucusunun kim olduğunu nedense Fenerbahçelilerin pek çoğu bilmez. Fenerbahçeliler genellikle Şükrü Saracoğlu’nu tanır ve bilirler. Fenerbahçe’nin kurucusu Nurizade Ziya Songülen’dir. Nurizade Ziya Songülen, Şevkipaşazade Ayetullah ve Necip Okaner ile birlikte Fenerbahçe Spor Kulübü’nü kuran üç kişiden biridir. Kulübün ilk başkanı ve bir numaralı üyesidir. Okul çağına kadar hem Osmanlı terbiyesi alan hem de İngiliz mürebbiyelerle yetişip Avrupa usulü terbiye alan Ziya Bey, Saint Joseph Koleji’nde eğitimine devam etti.

Saint Joseph Fransız Koleji’nden 1903’te mezun olmasının ardından yüksek tahsil için İngiltere’ye gitti ve yüksek inşaat mühendisi olduktan sonra İstanbul’a döndü. Ziya Bey, futbolu ilk kez İngiltere’deki yüksek tahsil döneminde gördü. İstanbul’a dönüşünde bir futbol takımı kurmak için ilk olarak Saint Joseph Fransız Koleji’nden edebiyat öğretmeni Enver Yetiker ile temasa geçti. Bu görüşme neticesiyle 1907’de Modalı arkadaşlarıyla Fenerbahçe’yi kurdu. Kulübün ilk yıllarında aktif olarak futbol oynadı, aynı zamanda kulübün tüm masraflarını karşıladı. Fenerbahçe’nin sarı-beyaz renkte olan ilk formalarını İngiltere’den ısmarladı.

Fenerbahçe ilk kurulduğunda forma renkleri sarı-lacivert değil, sarı-beyazdı. Sarı beyaz olan renkler, 1909 yılı sonlarında sarı laciverte çevrildi. Fenerbahçe’nin renklerinin belirlenmesinde kuruluşunda etkin görev alan Saint Josephli öğrencilerin, bu okulun sarı lacivert renklerini benimsemesinin etkili olduğu düşünülüyor. Fenerbahçe kurulduğu zaman Ziya Bey henüz 21 yaşındaydı. Oldukça uzun boyu ve iri yapısı dolayısıyla, arkadaşları arasında “Fil Ziya” lakabıyla anılırdı.

Başkanlığı döneminde (1907-1908) Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu’nu, eski adıyla “Papazın Çayırı”nı, 17 altın para karşılığında satın aldı. Fenerbahçe marşı da onun döneminde bestelendi. Bu marş, Türk futbol tarihinde bir takıma bestelenen ilk marştır. Şimdi geldik zurnanın ‘zırt’ dediği yere, Fenerbahçe’yi Galatasaraylılar mı kurdu? Fenerbahçe’nin ilk dönem yöneticileri arasında pek çok Galatasaraylı vardır. Bunlar arasında Galatasaray’da oynayan, Galatasaray Lisesi’nden mezun olan pek çok isim bulunur:

Örneğin beş yıl Fenerbahçe başkanlığı yapan Şehzade Ömer Faruk Efendi, Galatasaraylıdır. 1912-1914 yılları arasında Fenerbahçe’ye başkanlık yapan Dr. Hamid Hüsnü Kayacan, Galatasaray yöneticisidir, sonradan Fenerbahçe’ye geçti.

“Fenerbahçe’yi, Galatasaraylılar kurdu” iddiası, Galatasaray’ın kurucusu Ali Sami Yen’in Fenerbahçe’nin kuruluş sürecine dair söylediği bir sözün farklı yorumlanmasından kaynaklanıyor. Ali Sami Yen’in bu konudaki açıklaması şu şekildedir:

“En eski spor arkadaşımız olan Fenerbahçe’nin ilk adımlarında takımımızda çalışan Galatasaraylılar emek verdi. Bizden sonra teşekkül eden bu ilk kulüpte de kendimizin bir katkısını görmek ve şeref hissini almaktan zevk duymaktayız. Fenerbahçe ilk kurulduğunda bizim için yabancı memlekette rastlanmış bir kişi gibi idi. Ona manen ve maddeten ihtiyacımız vardı.

Ondan dolayıdır ki Fenerbahçe’yi takviye etmek ve bir rakip yaratmak için bizden ayrılan Hasan Fuat, Hamit Hüsnü, Hasan Kamil, Galip, İsmet Hikmet gibi arkadaşlarımıza gücenmedik ve onları sevmeye devam ettik.” Evet, Fenerbahçe’nin kuruluşunda hem idari kadroda hem de futbol takımında daha önce Galatasaray’da görev alan bazı isimler yer aldı. Ancak bu durum, Galatasaray’ın Fenerbahçe’yi kurduğu anlamına gelmiyor; sadece kulübün kuruluşuna ve gelişimine katkı sağladıkları söylenebilir!

05 Mart 2025, Çarşamba 07:00

Aklın sınırlarını zorlayan proje

Nazilerin silah teknolojisinde ulaştıkları seviye, pek çok alanda müttefik devletlerini zor durumda bırakıyordu. Özellikle denizlerin ve okyanusların savunması konusunda sorun yaşayan devletler, çözüm arayışı içine girdi. Atlantik Okyanusu’nu geçmeye çalışan İngiliz gemileri, Almanların U-boatları tarafından avlanıyordu. Gemileri korumak için uçak gemilerine ihtiyaç vardı. Ancak bu gemileri inşa edebilmek için tonlarca çelik lazımdı. Savaş ortamında bu miktarda çelik bulmak oldukça zordu. Petrol ve çelik gibi kıt kaynakları kullanmadan bir uçak gemisi inşa edilmesi gerekiyordu. İşte, tam bu esnada İngiliz mucit Geoffrey Pyke, buzdan uçak gemisi yapma fikrini ileri sürdü.

II. Dünya Savaşı döneminde İngilizler, ‘pykrete’ kullanarak dönemin en büyük gemilerinden 10-15 kat daha büyük buzdan uçak gemisi inşa etmeyi planladılar. 610 metre uzunluğunda ve 2 milyon ton ağırlığında olması tasarlanan bu gemi, bombalardan ve torpidolardan etkilenmeyecekti.

İlk başta bu fikir çok saçma gibi gözükse de aslında arkasında bilimsel bir açıklama vardı. Saf buz, okyanusta dayanıklı olmuyordu ama ‘pykrete’ denilen malzeme kullanıldığında bu sorunun üstesinden geliniyordu. Pykrete, buz ile talaşın karıştırılması ile oluşturulan bir materyaldir. Yaklaşık yüzde 14 talaş veya başka bir ağaç hamuru formundan ve ağırlıkça yüzde 86 buzdan yapılmış donmuş bir buz bileşimidir. Yüksek ısı iletkenliğinden dolayı buzdan çok daha yavaş erir.

Ayrıca pykrete, buza göre oldukça sağlamdır. Odun talaşının içerisindeki lifler suyla donduğunda, normal buza göre patlayıcı ve mermilere karşı daha dayanıklı bir yapı oluşturur. Pykrete, çok yavaş eriyen bir madde olduğundan buz gemisi yapımına uygun olabilirdi. Pyke’in amacı, Atlantik’in ortasında bir çeşit yüzen hava üssü kurmaktı. Bu gemi o kadar büyük olacaktı ki üzerine uçaklar iniş yapabilecek ve lojistik destek sağlayacaktı.

Pyke, Lord Mountbatten’ı ikna etti. Lord Mountbatten, o dönem çok önemli bir isimdi, zira Churchill’i ikna edebilecek tek kişi oydu. Pyke yanılmadı, Churchill ikna oldu ve “Project Habakkuk” çalışması başladı. Pyke’ın hayalindeki yapı 150 uçağın barınabileceği, birçok savunma sisteminin monte edilebileceği bir gemiydi. Ancak bir sorun vardı: Buz, hızla eriyen bir madde idi. Pyke, buna da bir çözüm buldu: Devasa soğutma sistemi ile buzun erimesi önlenecekti.

1943’te Kanada’da Patricia Gölü’nde geminin yaklaşık 1/10 ölçeğinde, bin ton ağırlığında bir prototipi üretildi. Soğutma sistemi yaz aylarında bile geminin erimesini engelleyecek donanıma sahipti. Testler esnasında sorunlar ortaya çıkmaya başladı. Buz kırılgan bir malzemeydi, dolayısıyla geminin bazı yerleri kolaylıkla kırılabiliyordu. Çalışmalar hızlandıkça sorunlar üst üste gelmeye başladı. Maliyet, beklenenin 3.5 katına yükseldi, proje tepki almaya başladı. Ardından mekanik sistemler sorun yaratmaya başladı.

Pykrete isimli malzeme inşa için uygundu ama erime hızı kontrol edilemiyordu. Soğutma sistemleri ile desteklenmesi gereken geminin enerji sarfiyatı korkunç boyutlara ulaşmıştı. Geminin inşaası için 8 bin işçi gerekiyordu. Ayrıca bu derece büyük bir geminin manevrasını sağlamak oldukça güçtü. Gemi en fazla 6 deniz mili süratle seyredebiliyordu. Bu hız, deniz kuvvetleri için çok yavaştı. Zaten savaşın seyri de değişmeye başlamıştı. Müttefikler, Alman denizaltı tehdidini daha etkili sonar teknolojileri ve daha uzun menzilli uçaklarla kontrol altına almayı başarınca, Project Habakkuk’a olan ihtiyaç ortadan kalktı ve geriye gölün dibinde prototipin parçaları kaldı.

03 Mart 2025, Pazartesi 07:00

Polisiye roman aşığı Abdülhamid

Sir Arthur Conan Doyle, 1887’de yayımladığı “Kızıl Dosya” adlı hikaye ile Sherlock Holmes karakterini dünyaya tanıttı. Sherlock Holmes hikayeleri dünya genelinde inanılmaz ilgi gördü. Abdülhamid de polisiye hikayeleri okumayı çok seviyordu. Yıldız Sarayı’nda bulunan on bin kitaplık kütüphanesinde üç bin dolayında polisiye eser bulunuyordu. Abdülhamid, dış basında kendisi hakkında yazılan tüm yazıları titizlikle takip ederdi. Bunları tercümanlarına dikkatle çevirtir ve en küçük bir ayrıntıyı dahi atlamazdı.

1903’te Hintli bir yazarın bir İngiliz gazetesinde kendisi hakkında yazdığı yazıyı çevirmesi için görevlendirdiği tercümanın gözüne, gazetenin ön sayfasındaki bir hikaye takılıyor. Abdülhamid’in polisiye öykülerden hoşlandığını bilen tercüman, hikayeyi Türkçe’ye çeviriyor. Abdülhamid bu kısa hikayeye hayran kalıyor. Abdülhamid’in bu denli etkilendiği hikaye, Sir Arthur Conan Doyle’un dünyaca ünlü karakteri Sherlock Holmes’ün kısa bir macerası olan “Boş Ev Vakası” öyküsüdür. Gerçekten de Abdülhamid, o günden sonra Sherlock Holmes müptelası oluyor. Yeni hikayeler çıkar çıkmaz tercüme ettiriyor ve kütüphanesine ekliyordu.

Abdülhamid, eserleri genellikle uyumadan önce okutarak dinlerdi. Abdülhamid, bu konuda “Gündüzleri beni meşgul eden işlerin ağırlığından kurtulmak, zihnimi başka taraflara sevk edip düşüncelerimi def etmek ve rahat uyuyabilmek için her gece odamda kitap okutuyorum. Okuttuğum eserler ciddi olursa, büsbütün uykum kaçıyor. Onun için birtakım romanlar tercüme ettiriyorum. Küçüklüğümde dadım bana ninni söylerdi. Şimdi de okunan kitaplar aynı tesiri yapıyor. Esasen yarı dinliyor, yarı dinlemeden uykuya dalıyorum. İşte benim uyku ilacım budur” diyor. Sherlock Holmes’ü keşfeden Abdülhamid, İngiliz Büyükelçisine özel ricada bulunarak Sir Arthur Conan Doyle’un tüm Sherlock Holmes maceralarını getirmesini istiyor.

Peki, Sherlock Holmes hayranı olan Abdülhamid, Sir Arthur Conan Doyle ile görüştü mü ya da onu Türkiye’ye davet etti mi? Doyle, hatıralarında açıkça böyle bir görüşme olmadığını ancak Abdülhamid’in kendisine selam ve şefkat nişanı gönderdiğini belirtir. Doyle, “Hatıralar ve Maceralar” isimli eserinde önce Mısır’a, ardından Yunan adalarına ve nihayetinde İstanbul’a geldiklerini söylüyor.

İstanbul günlerinde Sultan Abdülhamid’in kendisine yaverini gönderdiğini kendisiyle görüşmeyi çok istediğini ama Ramazan ayı olması münasebetiyle görüşemeyeceklerini ilettiğini söylüyor. Abdülhamid’in Sir Arthur Conan Doyle ile görüşmemesi hakkında farklı iddialar da bulunuyor. Bu iddialardan birinde, görüşmeme nedeni olarak ‘evham’dan söz ediliyor. Doyle’un ne kadar dikkatli bir gözlemci olduğunu bilen Abdülhamid’in, sarayının ayrıntılarını hikayelerine taşımasından endişe ettiği için onunla görüşmediği söyleniyor.

Doyle’un kabul sırasında Abdülhamid’in sarayını iyice inceleyip yeni bir eserinde konu olarak kullanmayı düşündüğü, bunu dostlarına söyleyip hatta editörü ile bu yeni eser için anlaşma yaptığı rivayet edilir. Abdülhamid’in okuduğu polisiye kitaplar sadece Sherlock Holmes’ün maceraları ile sınırlı değildi. Abdülhamid’in favori kitapları arasında Jules Verne ve Edgar Allen Poe da bulunuyordu. Abdülhamid’in, Jules Verne’ün kitaplarındaki aletlere düşkünlüğü de biliniyor. Abdülhamid’in en çok okuduğu polisiye hikayelerin yazarı Ahmet Mithat Efendi’dir. Sultanın sipariş etmesi üzerine birçok polisiye macera kaleme alan Ahmet Mithat Efendi, aynı zamanda Yıldız Sarayı’nın medyadaki sözcüsü konumundadır.