İç sıkıntısı candır... Çünkü iç sıkıntısı yolunda gitmeyen bir şeyi bize göstermeye çalışır.
İçimizde yerleşen “Her şey çok anlamsız” duygusu…
Ne yaparsak yapalım, yaptığımız şeylerden zevk alamama…
Doldurulamayan boşluk duygusu…
Bunu yaşayan bilir; bu duyguların içinden geçer giderken çok zorlayıcıdırlar.
Ama sebep oldukları hisler için ne kadar şükran duysak o kadar azdır. Çünkü kendimize dair önemli sinyallerdir bu duygular.
Belki yardım istememiz için, hayatımızda bir bayram temizliği yapmamız için, kendi üstümüzde düşünmemiz, kendimize emek vermeye başlamamız için.
Mutluluk bazen coşkulu, bazen hafif, bazen de dengeleyici, topraklayıcı bir histir ama iç sıkıntısı insanın ruhunu kemirir, elini kolunu bağlar, sersemleştirir, ağırlaştırır.
Birkaç yıl önce Midilli Adası’na Angela Farmer ve Victor Von Kooten’nın yoga ve meditasyon eğitimine katıldım. Bilenler bilir, ikisi de yaşayan yoga efsaneleri olarak kabul ediliyor; Angela, o zamanlar yeni seksenine girmişti, Victor ise ondan birkaç yaş küçük. İkisinin de yoga pratiği, bedenlerinin esnekliği ve gücü inanılmazdı.
Konumuz bu değil ama bir kamu hizmeti olarak yine de söyleyeyim; yoga ve meditasyon sağlıklı bir beden ve zihin için çok önemli, tez başlasın.
Konumuz ne peki?
Benim, mutlu olduğumda, bu mutluluğu sonsuza kadar sürdürme çabam.
Kendimden örnek vereceğim, yani sizler benim gibi olmayabilirsiniz ya da belki de hepimiz üç aşağı beş yukarı aynıyız, bilemiyorum.
Angela ve Victor’un okulları Eftalou adında küçücük bir köyde. Köy çok küçük, merkez adeta köyün geçim kaynağı. Birkaç tane otel, bir tane muhteşem bir lokanta ve bir kaplıca var o kadar. İşletmeler genelde Angela ve Victor’un dünyanın her yerinden gelen öğrencileri sayesinde geçiniyor. Etraf çok sessiz, deniz muhteşem, yemekler şahane ve karşımda çok uzun süredir eğitim almak için beklediğim iki yaşayan tarih…
Peki o sırada ben ne yapıyorum?
İlk birkaç gün tüm gayet dikkatli, odaklı, derli toplu bir zihin ile kendimi ortama teslim ediyorum. Arkamda bir çocuk ve İstanbul’un keşmekeşini bırakmışım, buradaki sessizlik, yoğunluk, Angela’nın kendine has aurası beni benden almış, telefona bakmak, “şu anda” olandan farklı şeyler düşünmek aklımdan bile geçmiyor. Deniz sesi ile uyumak ve uyanmak, tüm gün boyunca sadece meditasyon ve yoga yapmak, yemek yapmayı düşünmemek, alışverişe çıkmak zorunda olmamak, işle ilgili hiçbir sorumluluğun olmaması o kadar güzel ki, nerdeyse bu güzelliklerden aldığım zevkten aklımı oynatacak durumdayım.
Mevsimlerle aranız nasıl?
En sevdiğiniz mevsim/ler, en sevmediğiniz mevsim/ler, sizin için belirgin mi?
Yoksa her mevsim aynı mı geçiyor?
Hayat ritminiz, günlük akışınız, psikolojik durumunuz, duygusal gitgelleriniz, bedeninizin ihtiyaçları, ritmi her mevsimde aynı mı? Yoksa mevsimden mevsime değişiyor mu?
Eğer bir ofiste, plazada masa başında çalışıyorsak mevsimleri çok hissedemiyoruz maalesef. Bankacı bir arkadaşım “Benim sadece takım elbiselerim var, bankadaki klimadan dolayı yaz kış hemen hemen hep aynı kıyafetleri giyebiliyorum” demişti.
Oysa çok değil, bizden iki, üç nesil önce yaşayan insanlar için mevsim demek neredeyse her şey demekti.
Yiyecekleri besin, giyecekleri kıyafet, uyuyacakları ve uyanacakları saat, günlük ritimleri, yapılacak işlerin içeriği…
Mevsimler temel olarak belirleyici etmendi.
Bazı insanlar kendilerini hayatın içinde buluverirler. “Becerebilir miyim, hazır mıyım, rezil olur muyum?”, diye düşünmeye vakit bulamadan, pat diye, bir şeyin ortasına düşerler.
Hayat kendi temposunu, kendi akışını sunar onlara, adeta yüzme bilmemelerinde rağmen bir de bakmışlar ki suyun içindeler, mecburen hızlı bir biçimde yüzmeyi çözerler.
Bazı insanlar içinse böyle bir dışardan zorlama gelmez bir türlü, onlar istedikleri bir işe, bir duruma, hayallerindeki projeye, evden ayrılmaya, yetişkin olmaya “hazır olmak” için ha babam de babam hazırlanmaya çalışırlar.
Hayallerindeki romanı yazmak için kitaplar okurlar, yazı atölyelerine giderler, yogaya başlamak için tarih belirler, “önce kilo vereyim de…” derler, sigarayı bırakmak için işteki stresli dönemin bitmesini, nefret ettikleri işlerini bırakmak için de yeni bir işin gelip onları bulmasını, yabancı dil öğrenmek için pandeminin bitmesini beklerler.
Bu bekleme hali ise bir türlü sonuçlanamaz. Koyulan tarihler ötelenir, daha önce yapılması gerektiği düşünülen şeyler bir türlü yapılmaz; dolayısı ile ana hedefe geçilemez…
Bir türlü…
Hayat bazen bazıları için adeta bir bekleme odasında geçer. O odada beklerler de beklerler… Ya dışarıdan bir gelişmenin, müdahalenin olması beklenir belki de mucizenin gerçekleşmesi…
Bazılarımız içinse beklenen şey en iyi, en yetkin, eksiksiz ve kusursuz olmaktır.
Mesleğinde oldukça başarılı, ülke çapında tanınan ve çok sevilen bir kadın geçen gün Facebook gönderisinde çocukluk fotoğrafını koymuş; gülüyor, çok tatlı, cıvıl cıvıl velet halini.
Gönderisine çocukken kendisini çirkin, kara kuru, ciddi, yabani, sulu gözlü bir çocuk olarak hatırladığını, yayınladığı çocukluk fotoğrafına baktığında ise kendi hakkında hissettiklerine inanmakta zorluk çektiği yazmış.
Fotoğraftaki çocuk öyle tatlı, şirin ve içten gülmüş ki, içine sokasın geliyor, bırak çirkin bulmayı…
Gönderiyi okuyunca kendi kendime “Bir insan bu kadar tatlı olup da bu halini nasıl çirkin bulabilir ki?” dedim.
Konu kendisiyse insanın görüşlerine genelde güvenmemek gerekli, işte..
Kendimize yapabileceklerimizin haddi hesabı yok, öyle değil mi?
Deniyor ki kendimize yönelik algımız ana karnında başlıyor.
Annemizin hamilelik deneyimi bizim deneyimiz haline geliyor, ondan sadece besin almıyoruz, duygu deneyimi de alıyoruz.
Adına Whatsapp deriz ya da başka bir şey, bu anında mesajlaşma olanağı bence müthiş bir şey.
Artık hayatımızın ayrılmaz bir parçası olmasına rağmen uygulamanın güzelliği beni hala etkiliyor.
Uzun yıllardır çok sevdiği insanlardan uzak bir kentte yaşayan bir insan olarak söylüyorum bunu.
Whatsapp’ta pek çok gruba dahilim, çok az grupta aktifim; böyle olunca anında mesajlaşma bir nevi aile toplantısı gibi oluyor, aile toplantısı dediysem, eğlenceli olanlardan tabii ki…
Anında mesajlaşma sayesinde birbirimizin neredeyse her saniyesinden haber olabiliyoruz, dudak bükmeyin, benim ihtiyacım olan bir şey bu, özellikle son bir senedir önemli yaşam kaynaklarımdan biri aldığım, yolladığım mesajlar.
Dün işte çevrimiçi aile toplantısı grubuna bir fotoğraf geldi, bizim kızlardan biri saçlarını boyamış, çok mutlu ve memnun bir yüzle “Güzel olmuş muyum?” diye sormuş.
Yani o kadar olmamış ki…
Hayatta bugüne kadar hiçbir saç, bunun kadar olmamış olamaz…
Geçen gün en yakın arkadaşımla da konuştuk bu konuyu; keşke dedik iğneler işe yarasa…
“Yani” dedi arkadaşım, “Nicole Kidman’ın doktoru muhtemelen en iyi botoks uygulayıcılarından biridir. Onda bile olmayan botoks, olmuyor galiba işte”.
Yoksa fikir şahane…
Neden şahane aslında, değil mi?
Şahane bulduğum şey kırışıklıklardan kansız, çilesiz bir uygulama ile kurtulabileceğimiz. İlk duyduğumda çok heyecanlanmıştım.
Otuzlu yaşlarımda göz kenarlarımın kırışmaya başladığını fark ettiğimde sanki bana o an elektrik verilmiş gibi olmuştum.
Kırışmaya başlamış olmam sanki hayatın ötesine atılma düdüğümün öttürülmesi gibi gelmişti bana.
“Evet Çağla, oyundan çık artık, her şey buraya kadar, saha kenarında bekleyeceksin bundan böyle.”
Taoist felsefede her şey kendi zıddı ile açıklanır. Taoistler zıt kavramların bir araya gelerek bütünü oluşturduğuna inanırlar. Bir şey ancak zıddı ile açıklanabilir.
Bir gün, geceden ve gündüzden oluşur; gece olmadan gün eksik kalır.
Soğuk olmadan sıcağı tarif edemeyiz…
Ömrümüzde hiç yumuşak bir dokuya dokunmadıysak, katının katı olduğunu anlayamayız.
Her kavramın bir zıddı varsa eğer, günümüzün gözde davranış reçetelerinden biri olan “Cool” kavramının zıddı nedir acaba?
“Cool” insanları nerde görsek tanırız; etraflarında kimse yokmuş gibi davranırlar. Duygularını belli etmezler, ne düşündüklerini kolayca anlayamayız. Yavaş hareket ederler, kendilerini asla kaybetmezler, aşırı gülmezler, gündelik hayat dertleri sanki onları çok etkilemez.
Genel olarak kayıtsızdırlar, yüzlerinde müstehzi bir gülümseme vardır. Yaşamın gizini tüm fanilerden farklı olarak çözdüklerini düşündürtecek bir alaycılıkla yaklaşırlar her şeye…
Bazı “Cool”lar Allah için doğuştan cooldurlar, çabasız bir biçimde. Bazıları ise bir proje olarak “Cool” olmak üstüne çalışırlar, kimi başarır, kimi ise…