Dokunmatik ekranlardan, eski model düğmeli ekranlara doğru dönüş var. Apple bile düğmeleri geri getiriyor. Şirketler; dokunulabilir, kaydırılabilir ekranları mükemmelleştirmek için 20 yıl emek harcadıktan sonra nihayet tüketiciye kulak verdi. Eskiye dönüş başladı. Apple, dünyayı dokunmatik ekranlara sürükleyen bir şirket. O bile, yeni iPhone 16’larına ‘eylem düğmesi’ adını verdiği üçüncü bir düğme ekledi. Ayrıca, yan tarafına düğme benzeri bir ‘kamera kontrolü’ girişi de ekledi. Yeni AirPods’larının saplarını sıktığınızda tepki veren ‘kuvvet sensörünü’ de geliştirdi. Sadece telefonlar değil. Arabası olanlar bilir neler çektiğimizi...
Otomobil kullanırken, dokunmatik ekranda sesi, klimayı açıp kapamaya çalışırken atlattığımız kazaları... Yapılan araştırmalar, dokunmatik ekranlı araç sistemlerinin sürücülerin dikkatini 40 saniye dağıttığını gösteriyor. ABD’de 2022’de sürücülerin yüzde 60’ı araba kullanırken dokunmatik ekranlarına hatalı dokunuşlar yaşadığını rapor etmiş. Tesla’nın dokunmatik ekranlı kontrol panellerini yaygın olarak taklit eden birçok Avrupalı otomobil şirketi, yeni modellerinde gerçek düğmelere yer veriyor.
Dokunmatik ekranlar ilk çıktığında çok havalıydı. Az sayıda cihazda vardı. Lüksü ve tasarımda modernliği temsil ediyordu. Ancak zamanla bunları üretmek o kadar ucuzladı ki; çünkü düğme parası, ek kablolama gerekmediğinden; her şirket, her malına ekranı yapıştırıverdi. Açıkçası olmaması gereken cihazlar bile dokunmatik oldu. Örnek mi? Tencere taştığında çalışmaz hale gelen dokunmatik tabanlı indüksiyonlu ocaklar... Yemeğin altı yanmaya başladığında kısmak yarım dakika alıyor, kıssan bile cam ısındığından yüksek sıcaklık dakikalarca devam ediyor. Pazar araştırma şirketi GfK’ya göre, kullanıcıların yüzde 52’si dokunmatik ekranlı ocaklarda yemeği yaktıklarını söylemiş.
DÜĞME, KEYİF VERİR
Fütüristik tasarım kisvesi altında o kadar çok çamaşır, bulaşık ve kurutma makinesi pazarlandı ki, kadınlarımız dokunmatik ekranların o kadar da kullanışlı olmadığını, sinir bozucu ve hatta acı tecrübelerle öğrendi. Temel olarak dokunmatik ekranların sorunu, hiç de dokunmatik olmayışları... Bir kere onları kullanırken bakmamız gerekiyor. Ayrıca düğmelerin sunduğu fiziksel geri bildirim, bizim bir işlemi başarıyla tamamladığımızı hissetmemizi sağlarken, dokunmatik ekranların çoğunda titreşimli de olsa geri bildirim özelliği yok. Kullanıcıların yüzde 73’ü, özellikle yaşlılar, bu yönde şikâyet bildirmiş. McKinsey’in 2023 araştırmasında insanların yüzde 68’i düğmelerin, dokunmatik ekranlara kıyasla daha hızlı ve güvenilir olduğunu ifade etmiş.
Avrupa’da Euro NCAP adlı otomotiv güvenlik kuruluşu, daha geçen ay araçların en yüksek güvenlik derecesini alabilmeleri için fiziksel anahtarlara ve düğmelere sahip olması gerektiğini ilan etti. Ben de buna bir katkı yaparak makaleyi bitireyim. Düğmeler sadece biz tüketicilerin, dokunma duyusuna hitap eden bir enstrüman değildir. Kallavi bir anahtarla otomobilin kapısını çevirip ‘şak’ diye açmak, elinle kavrayabileceğin levye kalınlığındaki bir el frenini, yavaş yavaş tıkırdayan bir güçle çekip aracını durdurmak, güven ve keyif verir. (Şu an arabamdaki el freni bir düğme ve geçenlerde direksiyonda elim çarptı, kaza atlattım). Aynı benim salonda bulunan 1990’lardan kalma amfinin kocaman, ağır ağır ama yağ gibi kayan ses düğmelerini çevirirken yaşadığım his gibi...
Sizin de dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum. Z Jenerasyonu, yani 1997-2012 yılları arasında doğan gençler, iş dünyasına hızlı bir şekilde adım atarken önceki nesillerden farklı bir anlayış sergiliyor. Teknolojiyle iç içe büyümeleri, eğitim olanaklarına daha kolay erişebilmeleri ve küresel olaylardan daha fazla etkilenmeleri, onların kariyer tercihlerini derinden etkiliyor. Özellikle orta düzey yöneticilik pozisyonları, bu neslin büyük bir kısmı için cazip bir kariyer yolu olarak görülmüyor. Peki neden?
BAŞLICA 4 NEDENİ VAR
Z Jenerasyonu, iş-yaşam dengesi konusunda diğer nesillere göre çok daha bilinçli. Gallup’un bir araştırmasına göre, Z Jenerasyonu’nun yüzde 72’si, kariyer tercihinde iş-yaşam dengesini ilk sıraya koyuyor. Orta sınıf yöneticilik pozisyonları, genelde uzun çalışma saatleri, sürekli stres ve iş yüküyle ilişkilendiriliyor. Z Jenerasyonu ise bu tür pozisyonların sunduğu prestij veya yüksek maaş yerine, daha anlamlı, esnek ve kişisel gelişim fırsatları sunan işler arıyor. Özellikle pandemiden sonra esnek çalışma saatleri ve uzaktan çalışma gibi talepler daha da yaygınlaştı. Z Jenerasyonu’nun teknolojiye olan hâkimiyeti, onları geleneksel kariyer yollarından uzaklaştıran bir diğer önemli faktör. Birçok genç, teknoloji sayesinde kendi işini kurma, yaratıcı projeler geliştirme ve daha esnek gelir modelleri oluşturma konusunda büyük bir özgüvene sahip.
2023 yılında yapılan bir araştırmaya göre, Z Jenerasyonu’nun yüzde 62’si kendi işini kurmak istiyor. Girişimcilik, onlara orta sınıf yöneticilikten daha cazip bir kariyer yolu sunuyor. Çünkü kendi kurallarını koyabilme, yaratıcılıklarını kullanabilme ve daha özgür bir çalışma ortamına sahip olma fırsatını veriyor. Z Jenerasyonu, kariyerlerinde sadece finansal başarı değil, aynı zamanda toplumsal katkı ve kişisel anlam arıyor. McKinsey’nin yaptığı bir araştırma, Z Jenerasyonu çalışanlarının yüzde 56’sının, çalıştıkları kurumun sosyal ve çevresel sorumluluklarına dikkat ettiğini gösteriyor. Orta sınıf yöneticilik pozisyonları ise genellikle hiyerarşik yapılar içinde sıkışmış ve bireysel katkının sınırlı olduğu pozisyonlar olarak algılanıyor. Bu durum, Z Jenerasyonu için tatmin edici değil çünkü onlar işlerinde sadece profesyonel değil, aynı zamanda topluma bir değer katma arzusu taşıyorlar.
HİYERARŞİYİ SEVMİYORLAR
Bir diğer önemli neden ise kurum kültürüyle ilgili. Z Jenerasyonu, hiyerarşik yapılardan hoşlanmıyor. Daha yatay, katılımcı, açık iletişime dayalı ortamları tercih ediyorlar. Orta sınıf yönetici pozisyonları ise çoğunlukla bu tür hiyerarşik yapılara dayalı. Gençler, kendilerini daha bağımsız, yenilikçi, özgür hissettikleri ortamlarda verimli çalıştıklarını düşünüyor. Hiyerarşik yapılar ise onların bu beklentilerini karşılamaktan uzak kalıyor. Özetle Z Jenerasyonu’nun orta sınıf yöneticilik pozisyonlarına ilgisizliği, sadece bireysel tercihlerden değil, aynı zamanda iş dünyasındaki büyük değişimlerden kaynaklanıyor. Teknoloji, esneklik, anlam arayışı ve girişimcilik ruhu, onların kariyer yollarını şekillendiriyor. Bu nedenle, şirketlerin Z Jenerasyonu’nun beklentilerine ve değerlerine uygun iş ortamları sunması, onları yönetici pozisyonlarına çekmek açısından kritik önem taşıyor.
İsrail’in cep telefonlarını birer patlayıcıya dönüştürmesi herkesi şok etti. Ama siber savaşta başka etkili yöntemler de var. O da kullandığımız otomobiller... ABD’de Biden yönetimi, ulusal güvenliği gerekçe göstererek Çin malı otomobillerin ülkeye girişinin yasaklanmasını istedi. Nedeni basit. Bu otomobillerin Çin’de geliştirilen yazılımlar içermesi. Çin istihbarat teşkilatlarının, Amerikalıların hareketlerini izlemesinden veya araçların elektronik aksamlarını ABD elektrik şebekesine veya diğer kritik altyapılara giden bir yol olarak kullanmasından korkuyorlar. Haksız da sayılmazlar.
Biraz daha açalım zira Türkiye daha yeni Çin’in Tesla’sı olarak bilinen BYD adlı elektrikli otomotiv şirketi ile 1 milyar dolarlık yatırım anlaşması imzaladı ve Çin’den ithal edilen araçlara yüzde 40 gümrük vergisini kaldırdı. Günümüzde birçok otomobil, Nesnelerin İnterneti (IoT) aracılığıyla birbirine bağlı ve bu da onları uzaktan hack’lenmeye karşı savunmasız hale getiriyor. Frenleme, direksiyon ve hızlanma gibi işlevlerden sorumlu olan elektronik kontrol üniteleri (ECU’lar), yazılım açıkları aracılığıyla erişilebiliyor. Navigasyon aracılığıyla geçmiş ve gelecek hareketleriniz izlenebilir, akıllı telefonlarımız araca bağlı olduğundan veri çekilebilir, kişisel mesajlar depolanabilir. Bu veriler düşmanlar için değerli istihbarattır. Hatta aracın iletişim sistemi üzerinden içindeki konuşmalar dahi dinlenebilir. Bunun bir adım sonrası ise araçların elektronik sistemleri uzaktan kontrol edilerek hedefli kazalara veya sabotajlara sebebiyet vermektir. Özellikle otonom sürüş ve park kabiliyeti olan araçlar buna çok müsaittir. Hack’lenmiş araçlar, en masum tahminle sizi yanlış yere yönlendirebilir, yanlış bilgi verebilir.
ALTYAPIYI ÇÖKERTEBİLİR
Otomobil elektroniği üzerinden yapılacak istihbaratın bir de ulusal güvenlik boyutu da var. Şöyle ki, lojistik (tır nakliyatı), enerji (telefon, elektrik, su, doğalgaz, boru hattı), toplu taşıma (metro, tren, otobüs), gibi hizmetler birbirine bağlı filolardan veya ağlardan oluşur. Modern araçlar, sadece birbirleriyle değil, aynı zamanda devlet hizmetlerini, şehir altyapısını da etkileyen sistemlerle etkileşim halindedir. Eğer bu araçlar hack’lenirse, geniş çapta altyapıya zarar verebilirler. Buna trafik ışıkları, şarj istasyonları, drone’lar da dahil. Araçlar GPS sinyallerine bağımlıdır. Bir aracın GPS sistemine yapılan saldırı, güvenlik birimlerinin kritik operasyonları sırasında yanlış yönlendirilmesine neden olabilir. Aynı şekilde, radyo sinyalleri de manipüle edilebilir veya devre dışı bırakılabilir. Ordunun veya polisin kullandığı araçlar hack’lendiğinde, operasyonel zafiyetler ortaya çıkar. Araç içindeki kamera ve mikrofon sistemleri ele geçirilerek güvenlik operasyonları gerçek zamanlı olarak izlenebilir, bu da saldırganlara avantaj sağlar. Siber saldırı işte tam olarak budur. Gördüğünüz gibi otomobiller üzerinden yapılacak saldırılar, sadece kişileri değil ülkeyi de bir anda paralize edip, savunmasız ve kaotik bir ortamda bırakabilir. Bu nedenle, otomotiv sektörü ve hükümetler, siber saldırılara karşı kapsamlı güvenlik önlemleri almak zorundadır.
Küreselleşme ve neoliberal politikalar ekonomik eşitsizliklere, birçok Avrupa ülkesinde işsizliğe ya da en hafif tabiriyle yerli işçiler arasında hoşnutsuzluğa yol açtı. Buna son 10 yılda kıtaya olan hızlı göç de eklenince, mülteci krizi iktidarları domino taşı gibi devirmeye başladı. Gerçi rakamlar Türkiye’nin yanından bile geçmiyor ama mesela Almanya; Suriye, Afganistan ve Irak’tan büyük göç aldı. 2014-2023 arasında 1.1 milyon mülteci kabul edildi. Göçmen nüfusu Almanya’da 13.1 milyon kişiye ulaştı.
Yani toplam nüfusun yüzde 15.7’sine... Fransa’daki göçmen nüfusu 7.9 milyon, İtalya’da 5,2 milyon, Avusturya’da 2 milyonu (nüfusun yüzde 22’si) buluyor. Avrupa’da göçmen karşıtı ırkçı partiler iktidara yürüyor. Şu anda aşırı sağın kontrolünde veya koalisyonda olduğu 7 hükümet var. Avusturya’nın da bir sonrakinin ırkçı hükümet olması kuvvetle muhtemel. İki Alman SS subayı Anton Reinthaller ve Friedrich Peter tarafından kurulan Avusturya Özgürlük Partisi’nin (FPÖ) ay sonuna kadar göçmen karşıtı, Rus yanlısı bir hükümet kurması bekleniyor.
Bu, Avusturya, Macaristan ve Slovakya’da ve daha da önemlisi, aşırı sağcı Başbakan Giorgia Meloni’nin basın ve yargıyı kontrol altına almakla suçlandığı İtalya’da yeni bir aşırı sağ ekseni oluşturacak. Aşırı sağcı Alternative für Deutschland (AfD) partisi, Thüringen’deki doğu Almanya bölgesel seçimlerini kazandı ve Saksonya’da ikinci oldu. Bu sonuç, partinin Thüringen lideri Björn Höcke’nin Holokostu (Yahudi soykırımını) inkâr etmesine, Alman mahkemelerinde iki kez suçlu bulunmasına rağmen gerçekleşti. Almanya’nın merkez sağ partisi ana muhalefetteki Hıristiyan Demokratlar’ın (CDU) lideri Friedrich Merz, ülkede yasal olarak oturma hakkı kazanan göçmenlerin ‘geri gönderilmesini konuşalım’ noktasına geldi. Ve geçen hafta Alman sol koalisyon hükümeti, düzensiz göçü engellemek amacıyla, sınırlarda pasaport kontrolüne başladı.
HOLLANDA AŞI VERMEDİ
İşler daha da sarpa saracak gibi... Örneğin geçen ay Hollanda’da, İslam’a türlü hakaretlerde bulunan Geert Wilders’ın aşırı sağcı Özgürlük Partisi’ne üye olan Hollanda Sağlık Bakanı ne karar aldı biliyor musunuz? Bakan, Afrika ülkelerinden maymun çiçeği virüsüne karşı mücadele için yapılan aşı yardımı çağrısını geri çevirdi. Üstelik Hollanda’nın elinde kullanılmayan 100 bin aşı stoğu bulunmasına ve yıl sonunda bunların son kullanma tarihleri doluyor olmasına rağmen... Bakmayın siz Fransa ve İngiltere’de aşırı sağın ayak oyunları, birleşme ve bölünmelerle iktidardan uzak tutulmasına...
Hitler’in hayaletleri gümbür gümbür geliyor. Liberaller, rakiplerini yakın tutarak sonunda canavarı evcilleştirebileceklerine inanarak ateşle oynamaya devam ettikleri sürece de kaybetmeye devam edecekler. Korkarım kısa vadede, aşırı sağcı ırkçı partiler, göçmenlere karşı sert sınır politikalarını benimseyecek. Sınırlar kapatılacak, göçmenlerin kitlesel şekilde sınır dışı edilmesi veya iltica hakkının kısıtlanması gibi tedbirler gelecek. Nefret söylemi körüklenerek, Avrupa’da huzur içinde entegre olup yaşayan Türkler de dahil pek çok etnik grubun keyfi kaçacak. Sosyal dışlanma, mültecilerin çaresizce yeraltı ekonomisine ve yasadışı faaliyetlere yönelmesine neden olacak. Bu durum, göçmen karşıtı paramiliter grupların ortaya çıkmasına, şehir içlerinde çatışmaların yaşanmasına da yol açacak. Kısacası Avrupa’da göçmenler açısından karanlık bir tablo görünüyor.
Taliban, 2021 yılında Afganistan’ın kontrolünü yeniden ele geçirip, ‘bu kez daha hoşgörülü olacağız’ vaadiyle yola çıktığından beri gözümüzün önünde tiyatro çeviriyor. Taliban hükümeti, kadınların ve kızların eğitim, istihdam, adalet, ifade ve hareket özgürlüğü haklarını kademeli şekilde ellerinden alan birbiri ardına kararnameler çıkardı. Ev dışındaki varlıklarını giderek suç haline getirdi. En son bir kadının sesinin, gülüşünün kamusal alanda erkekler tarafından duyulmasını yasadışı ilan ederek, yeni bir alçaklık (düşüklük) seviyesine ulaştı.
Halbuki kadınlara yapılan baskılar, dini gerekçelerle yasaklar, cinsiyet ayrımcılığına girer. Daha açık konuşmak gerekirse, erkeklerin diğer cinse, yani kadınlara, kurumsallaştırılmış sistematik boyun eğdirtme yöntemi, insanlığa karşı suç olmalıdır. Afganistan’daki kadınların karşı karşıya olduğu durum, hukuki olarak cinsiyet ayrımcılığı diye adlandırılsa da bu tabir yaşananların yanında hafif kalır. Bunun adı zulümdür. Taliban, son üç yılda kadınların ve kızların temel haklarını ortadan kaldıran düzinelerce ferman yayınladı. Bu hakları korumaya adanmış yasaları ve kurumları ortadan kaldırdı. Örneğin Kadın İşleri Bakanlığı, Taliban tarafından dağıtıldı. Bakanlığın binası da şeriat hukukunu katı şekilde yorumlayan, yeni kurulan Erdem Yayma ve Kötülüğün Önlenmesi Bakanlığı’na devredildi.
KONU BM GÜNDEMİNDE
Bugün bir kadına sokakta yasa gereği bir erkek akrabası eşlik etse de; giyiminin, davranışının ve hatta artık sesinin bile yasal olup olmadığı hakkındaki yargı tamamen Taliban’ın her zaman hazır bulunan ahlak polisinin takdirindedir. Polis dediğime bakmayın, adı polis. Bu çapulculara polis demek, o mesleğe saygısızlık olur. Bunlardan biri, bir ihlalin gerçekleştiğine karar verirse, bir kadın gözaltına alınabilir.
Görgü tanıkları ve mağdurların ifadesine göre de kadınların çoğu karakolda işkence ve tecavüze maruz kalmıştır. Birleşmiş Milletler’e göre, Afganistan’daki kadınlar, artık dünyanın en yüksek cinsiyete dayalı şiddete uğrayan kadınlarıdır. Taliban, kadınların yardım görevlisi de dahil olmak üzere ev dışında çalışmasını yasaklamış, özetle Afgan kadını artık evine ve mollaların kendileri için uygun gördüğü tek role, yani bakıcılık ve çocuk doğurma rolüne hapsedilmiş durumdadır. Taliban’ın yeni kuralları, kadınları dipsiz bir uçuruma daha da sürüklüyor.
Kadının yiyecek almak için bir bakkalla konuşması bile, sesinin artık ‘avret’ (haram, günah) olarak kabul edilmesiyle tehlikeli hale geliyor. Birleşmiş Milletler Hukuk Komitesi, ekim ayında cinsiyet ayrımcılığının suç olarak kabul edilmesini öngören bir dizi yasayı ulusların onayına sunmaya hazırlanıyor. BM; üye devletlerini, cinsiyet ayrımcılığını insanlığa karşı bir suç olarak kanunlaştırmaya çağırıyor. Birçok ülke de öneriye destek veriyor.
Cinsiyet ayrımcılığı, insanlığa karşı bir suç olarak uluslararası alanda tanınırsa arkası gelir. Tıpkı, Güney Afrika’nın eski apartheid rejiminin önce küresel olarak kınanması gibi... Arkasından Uluslararası Ceza Mahkemesi, ırksal ayrımcılığı suç olarak sınıflandırmış ve bir dizi siyasal, sosyal direniş hareketi rejimi yıkmıştı. Alternatif ise dünyanın ellerini ovuşturduğu ama esasen Taliban’ın Afganistan’daki kadınları yüzsüz, sessiz ve görünmez kılmasını engellemek için hiçbir şey yapmadığı mevcut yolda devam etmektir.
Not: Yukarıdaki makale, Afgan Metra Mehran adlı kadının New York Times’a yazdığı haykırışından bir alıntıdır.
“Rusya; Instagram ve WhatsApp’ın sahibi Amerikalı Mark Zuckerberg’i tutukladı. Gerekçesi, sosyal medya platformlarında terörizmi, uyuşturucuyu ve çocuk pornosunu teşvik eden yayınlara izin vermek” desem yalan olur. Ama tersi geçen hafta gerçek oldu. Fransa, Rusya’nın Mark Zuckerberg’ini tutukladı. 5 milyon euro kefalet ve yurtdışı çıkış yasağı ile serbest bıraktı. Dünya çapında 1 milyar kullanıcısı olan ve 200 binden fazla sohbet odasının bulunduğu Telegram platformunun kurucusu 39 yaşındaki Rus asıllı Pavel Durov, Bakü’den özel jetiyle havalanıp Paris’in kuzeyine indiği sırada operasyonla yakalandı.
Soruşturma, çocuk pornografisinin yayılmasında suç ortaklığı, yetkililerle iş birliği yapmayı reddetme ve dolandırıcılıkta suç ortaklığı dahil 12 suçu kapsıyor. Ama işin aslı başka. Pavel Durov, başından beri özgürlüklerin sınırsızlığından yana olan yeni kuşağın dahi gençlerinden biri. Telegram’ı 2013’te kurduğunda, kullanıcıların hesaplarını ve yazışmalarını Rus devletine vermeyi reddetmiş ve bu yüzden defalarca baskın yemişti. Aynı şekilde Putin’in isteğiyle Rus muhaliflerin hesaplarını kapatmayı da reddetmiş, vatanından olmuş, Birleşik Arap Emirlikleri ve Fransa vatandaşlığı almıştı.
Şirketin merkezi Dubai’de ama o bir yerde birkaç haftadan fazla kalmıyor. Sürekli Barselona, Bali, Berlin, Helsinki ve San Francisco’da zaman geçirip şirketi buralardan yönetiyor. En son bir güncellemeyi Güneydoğu Asya’da tekneden yapmış. Sırf kullanıcıların şifreli konuşmalarını deşifre etmeme politikasından taviz vermediği için Telegram 2018 ile 2020 arasında Rusya’da yasaklandı. Bu tavır Telegram’ı; Ruslar, İranlılar, Hintliler, Brezilyalılar, Endonezyalılar ve diğer otoriter hükümetler altında yaşayanların popüler sohbet uygulaması haline getirdi. Ancak Durov’un platformunu denetlemeye yönelik isteksiz yaklaşımı aynı zamanda teröristleri, aşırılık yanlılarını, silah kaçakçılarını, dolandırıcıları ve uyuşturucu satıcılarını da cezbetti.
HERKES KODU İSTİYOR
Rusya 2020’de ülkede Telegram yasağını kaldırdıktan sonra bu platform Ukrayna-Rusya savaşını en canlı görüntülerle, sansürsüz şekilde nakleden, kitleleri siyasi etkileme gücüne sahip hayati bir haber kanalına dönüştü. Rusya ve Ukrayna, Rusya içindeki ve dışındaki liberal muhalif gruplar gibi, savaşla ilgili haber ve bilgileri iletmek için Telegram’ı kullanmaya başladı. Moskova ayrıca, Telegram’ı sabotaj eylemleri ve toplumu paniğe sevk edecek operasyonlar yapmak üzere Avrupa’da ajanlar toplamak için de kullandı.
Bu, Durov’u Telegram’ın şifreli iletişimini kırmak isteyen Batılı istihbarat teşkilatları için de potansiyel değerli bir varlık haline getirdi. Fransız yetkililer, Fransa’nın son aylarda Rus operasyonlarının hedefi olduğunu açıkça itiraf etti. Hatta daha da ileri gideyim. Durov’un ABD’ye yaptığı son bir gezi sırasında CIA, kendisiyle seyahat eden bir bilgisayar programcısına gizlice yaklaşıp, mühendise Telegram platformuna kod girmesi için yüklü miktarda ödeme teklif etti. Durov’a göre, o kodla CIA, istediği kullanıcının iletişimini gözetleyebilecekti.
Telegram’ın geniş kitlelere ulaşması, platformun güvenli olduğu algısı, onu sadece Rusya’da işgal yanlıları ve karşıtları için favori iletişim aracı haline getirmekle kalmadı, dünya genelinde de hassas bilgileri iletmenin çekici bir yolu haline getirdi. Rus askerleri de askeri bilgileri birbirleriyle paylaşmak için düzenli olarak Telegram’ı kullandı. Aynı şekilde Hamas da Afrika’da Fransa aleyhine işler yapan paramiliter Wagner grubu da hep Telegram’dan yazışıyor. Bu yüzden Durov’un tutuklanmasını sadece Fransa’ya bağlamak çok naif olur. Hassas yazışmaları Batı ile paylaşır mı bilmiyorum. Zaten Rusya’nın, geçen pazartesi tüm istihbarat ve güvenlik personeline Telegram’ı telefonlarından silmeleri yönünde talimat vermesinden de işin ciddiyeti belli değil mi?
Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim. Okan Buruk, Galatasaray’ı taşıyamıyor. Galatasaray’ın teknik direktörü Okan Buruk, Young Boys yenilgisi sonrası “Sorumlusu benim” diye açıklama yaptı. Doğru sorumlusu o... Aynı Buruk, çok değil geçen şubatta Galatasaray’ın 4-1 yenilip Avrupa’ya veda ettiği Sparta Prag hezimetinin ardından da kameralar karşısında “Sorumluluk bana ait” demişti. Hatırlarsanız, o maçın sonu olaylı bitmiş, saha kenarı karışmış, Okan Buruk’un da dahil olduğu itişmelerden sonra maçın hakemi, hocaya kırmızı kart göstermişti. Her iki Young Boys maçını da bu fevri hareketi yüzünden tribünden takip etmek durumunda kalan Okan Hoca’nın davranışının sonuçlarını ve sahadaki taktiksel çöküşünü camia olarak geçen akşam izledik.
*
Sarı-kırmızılı ekip, Young Boys’u eleyip Şampiyonlar Ligi gruplarına kalmayı başarsaydı, yaklaşık 30 milyon euro, (1 milyar lira) gelir elde edecekti. Dünyada hiçbir meslek yoktur ki, biri 30 milyon Euro’yu avcunun içinden kaçırsın ve hesap sorulmasın.
*
Galatasaray’ın kötü başladığı, Beşiktaş’tan 5 yediği kupa karşılaşmasında zaten kendini belli etmişti. Çapı büyük iki takımın oynadığı final karşılaşmaları, normalde bu kadar farklı skorla sonuçlanmaz, sonuçlanmamalı. Zaten sonuçlanıyorsa yenilen takım açısından bir sorun vardır. Bu sorunun teşhisi, teknik adam tarafından “Daha sezon başlangıcı, tatil dönüşü” gibi yapılıyorsa orada durup bir düşünmek lazım.
*
Okan Buruk, Young Boys maçı öncesinde de “Avrupa’ya gitmiş bir takıma başarısız diyorsanız ya Manchester City’i tutmanız lazım ya da Real Madrid’i” diyerek sitem etmişti. Hoca burada da hastalığa yanlış teşhis koyuyor. Galatasaray camiasının beklentisi, lig şampiyonluğu ya da Fenerbahçe’yi yenip yenmemekten çok daha öte. Hedefleri çok daha büyük. Bize onu yaşatacak teknik adam lazım.
*
Olimpiyatları geride bıraktık. Üzerinde düşündünüz mü bilmiyorum. Olimpiyatlarda bir atletin performansını etkileyen tek faktörün onun atletik yeteneği olmadığını fark etmişsinizdir. Olimpik başarı, bir ülkenin ekonomik kalkınması, sosyal politikaları, altyapı ve uluslararası etkisi gibi daha geniş ulusal ilerlemeyle derinden bağlantılı. Genelde en çok madalyayı alan ülkeler zengin olanlar. Neden? Çünkü sporun hem tabandan hem de elit düzeyde gelişmesine yatırım yapacak kaynaklara sahipler de ondan. Mesela ABD, yılda 200 milyon dolar tahsis ederek sporcularını destekliyor. Benzer şekilde Çin’in Olimpik Güç olarak yükselişi, 1980’lerden beri yaşadığı hızlı ekonomik büyümeyle örtüşüyor.
Bu strateji, Çin’in Olimpiyat başarısında dramatik bir artışa yol açtı ve 2008 Pekin Olimpiyatları’na ev sahipliği yaparken, ilk kez madalya tablosunda zirvede yer almasını sağladı. Ayrıca küresel sahnede etkili olan ülkeler, Olimpiyatları güç ve prestijlerini sergilemek için bir platform olarak da kullanıyorlar. Pekin olimpiyatlarına ev sahipliği yapan Çin, buna iyi bir örnek. Amerika, Almanya ve Japonya gibi ülkeler, altyapının Olimpik başarıyı teşvik etmedeki önemini uzun zaman önce anlamışlardı. Bu ülkeler, dünya standartlarında eğitim merkezlerine, son teknoloji spor tesislerine ve ileri tıbbi cihazlara sahip. Böyle bir altyapı, sadece sporcuların fiziksel hazırlıklarına yardımcı olmakla kalmıyor, aynı zamanda onların refahını da sağlıyor; yaralanma ve tükenmişlik riskini azaltıyor.
İLKOKULDA SPOR RUHU
Ulusal ilerleme, sadece ekonomik zenginlik ya da altyapı ile ilgili de değil. Kanaatimce aynı zamanda spor katılımını teşvik eden sosyal politikaları da içerir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kurulduğu yıllarda okullardaki beden eğitimi programlarını, sporda kadın erkek eşitliğini teşvik eden girişimleri bir düşünün. Mesela nüfusu 5 milyondan biraz fazla olan Norveç, Kış Olimpiyatları’nda sürekli en üst sıralarda yer alır. Çünkü küçük yaşlardan itibaren Norveçliler, fiziksel aktiviteye katılmaya teşvik edilir, kayak ve biatlon gibi açık hava sporlarına yönlendirilir. Sporda cinsiyet eşitliğini teşvik eden ülkeler ise, madalya tablolarında daha dengeli sonuçlar elde ediyor. Örneğin, İskandinav ülkeleri, ilerici cinsiyet politikaları ile bilinir ve genellikle kadın etkinliklerinde yüksek düzeyde başarıya ulaşırlar. Spor bilimi ve tıp alanlarına öncelik veren ülkeler de, antrenman yöntemlerini, beslenmeyi ve yaralanma önlemeyi optimize etmek için araştırmalara yatırım yapıyor. Bu da sporcularına rekabet avantajı sağlıyor.
İngiltere, 2012 Londra Olimpiyatları’nda 65 madalya ile rekor bir madalya sayısına ulaştı. Bunlardan 29’u altındı. Nedeni ise spor bilimine yaptığı büyük yatırımdı. İngiliz Spor Enstitüsü’nü (EIS) kurdu. Bu enstitü, biyomekanik, fizyoloji ve beslenme gibi alanlara odaklanarak İngiliz sporcularının dünyanın en iyisi şekilde hazırlanmalarını sağladı. Ve son olarak siyasal istikrar, bir ulusun Olimpik başarısını etkileyen bir diğer faktördür. Siyasi istikrarsızlık veya çatışmalarla karşı karşıya kalan ülkeler, tutarlı spor programlarını sürdürmekte zorlanır ve bu da Olimpik performanslarını etkiler. Olimpiyatlar nihayetinde atletlerin sportif başarısından çok öte bir anlam taşıyor. O da ulusların kalkınma ve refah yolundaki geniş çaplı ilerlemelerini kutlamakla ilgili... Öyle değil mi?