`;loginAccount.classList.add('login');loginAccount.innerHTML = GetShortName(full_name);loginAccount.setAttribute("href", "javascript:;");loginAccount.innerHTML += userProfile;loginAccount.addEventListener("click", () => {loginAccount.classList.toggle("opened");}, { passive: true });}if (h16Header) {h16Header.setAttribute("href", profileLink);let loginPlaces = document.querySelectorAll(".login-user");[].forEach.call(loginPlaces, element => {element.innerText = GetShortName(full_name)});}if (gmConnectBtn && gmLoginAfter) {gmConnectBtn.remove();gmLoginAfter.remove();[].forEach.call(gmLoginContainers, element => {element.classList.add('gm-show');});[].forEach.call(gmLoginInfoElements, element => {element.innerHTML = GetShortName(full_name);});[].forEach.call(gmLogoutButtons, element => {element.setAttribute("href", "javascript:void(0);");});}function showProfile() {DM.profile.showPopup();};document.getElementById("showProfileButton").addEventListener('click', function () {showProfile();});}function onFailure(error) {popupShowRule();setCookie("firstLogin", false, -1);if (document.getElementById('logoutbtn') != null) {document.getElementById('logoutbtn').style.display = 'none';}let loginAccount = document.querySelector('.header__external--account');let h16Header = document.querySelector(".h16-header");if (loginAccount) {loginAccount.classList.remove('login');}if (h16Header) {loginAccount.setAttribute("href", "javascript:void(0)");let loginPlaces = document.querySelectorAll(".login-user");[].forEach.call(loginPlaces, element => {element.innerText = "GİRİŞ";});}console.log('onFailure', error);}function popupShowRule() {let isReferralValid = false;let isWebSiteFirstVisit = false;let isMainPageAutoReload = false;let documentReferrer = document.referrer;if (documentReferrer.includes(".posta.com.tr") || documentReferrer.includes("localhost") || documentReferrer == "") {isReferralValid = true;}if (isReferralValid) {if (getCookie("isWebSiteFirstVisit") == "") {setCookie("isWebSiteFirstVisit", true, 1);isWebSiteFirstVisit = true;}if (isWebSiteFirstVisit == false && getCookie("isPopupShow") == "") {setCookie("isPopupShow", true, 7);let googleFastLoginControlText = document.getElementById("googleFastLoginControl").value;if (googleFastLoginControlText == 1) {console.log("OneTap: Mobile, Web On");loadGoogleTapOneJs("https://accounts.google.com/gsi/client");}else if (googleFastLoginControlText == 2 && IsMobile()) {console.log("OneTap: Mobile On, Web Off");loadGoogleTapOneJs("https://accounts.google.com/gsi/client");}else if (googleFastLoginControlText == 3 && !IsMobile()) {console.log("OneTap: Mobile Off, Web On");loadGoogleTapOneJs("https://accounts.google.com/gsi/client");}}}}function setCookie(cname, cvalue, exdays) {const d = new Date();d.setTime(d.getTime() + (exdays * 24 * 60 * 60 * 1000));let expires = "expires=" + d.toUTCString();document.cookie = cname + "=" + cvalue + ";" + expires + ";path=/";}function getCookie(cname) {let name = cname + "=";let decodedCookie = decodeURIComponent(document.cookie);let ca = decodedCookie.split(';');for (let i = 0; i < ca.length; i++) {let c = ca[i];while (c.charAt(0) == ' ') {c = c.substring(1);}if (c.indexOf(name) == 0) {return c.substring(name.length, c.length);}}return "";}function IsMobile() {return /iPhone|iPod|Windows Phone|Opera Mini|BlackBerry|webOS|Android.+Mobile/i.test(navigator.userAgent);}function GetShortName(full_name) {if (full_name) {let names = full_name.split(' ');full_name = names[0];if (names.length > 0) {full_name = names[0][0] + '.' + names[names.length-1][0] + '.';}}return full_name;console.log("Version update v3");}}} catch (e) {}});
Bugünlerde eliniz sarı tondaki kıyafetlere daha çok gidiyorsa, sarı gözünüze her zamankinden daha bir hoş geliyorsa, etrafta sarı giyinenler ve sarı objelerde artış varsa... Bu bir tesadüf değil. Bu renk, akıl sağlığımızı korumak için yaptığımız bilinçdışı tercihlerden biri.
Bilimsel açıklaması var. Bu köşede geçen haftalarda yine irdelediğimiz Dünya Mutluluk Raporu’na göre gezegenimizin mutluluk puanları düşüşte. Nasıl olmasın? Ekonomik krizler, belirsizlikler, haksızlıklar, kayıplar içinde sis bulutunda yürüyoruz. İnsan zihni, bu karanlık tabloya karşı kendini korumaya çalışıyor. Renklerden güç almaya başlıyoruz. Doktorlar, sarıyı ‘dopamin rengi’ olarak tanımlıyor.
Bu renk beyni harekete geçiriyor, iyi hissettiriyor, umut hissi veriyor. Ama bu kez bağıran bir sarı tonu değil de daha sakin, daha yumuşak, daha kremsi, zarif, rafine bir tona sarıldık: Tereyağı sarısı. Neden limon değil de tereyağı sarısı? Çünkü hakiki tereyağı artık dünyanın birçok yerinde ‘lüks’ gıda. Simgesel olarak ‘keyif, konfor ve erişilmezlik’ çağrışımları var. (Ayrıca insanların ekranlar üzerinden, temas etmeden alışveriş yapma alışkanlığı da tereyağı gibi iştah açıcı gastronomik çağrışımlar yapan ‘duyusal alışveriş’ akımlarını tetikliyor.) Hayat üzerindeki kontrolümüz azaldıkça, kontrol edebildiğimiz şeylere yönelen biçare varlıklarız, nihayetinde. Kaybedilen maddi kontrolün yerini estetik seçimlerle dolduruyoruz. İşte bugünlerde ceketimizin rengi, duvar boyamız, masa örtülerimiz, bakım ürünlerimizin ambalajlarının tereyağı sarısı olmasını istememiz buradan geliyor. Hayat zorlaştıkça onu kolaylaştıran bir yerden tutunmaya çalışıyoruz.
Yeni normal: ‘Geç annelik’
Hayat, kronometre gibi yaşanmayacak şekilde kırılma yaşadı. Yani 20’li yaşlarda mezun olup çalışmak ve evlenip aile kurmanın çizelgesi değişti. Çünkü hem biyoloji hem ekonomi hem de toplumsal beklentiler artık buna müsait değil. Amerika’dan bir rapor yayınlandı. 2022’de 40 yaş üstü kadınların doğum oranının 20 yaş altı kadınları ilk kez geçtiği açıklandı! 2023’te bu eğilim daha da güçlenmiş. Üstelik bu sadece Amerika’ya özgü bir durum değil. İngiltere’de Ulusal İstatistik Ofisi’nin verilerine göre kadınlar ilk çocuklarını ortalama 31 yaşında dünyaya getiriyor. Bu yaş, ülke tarihinin en yüksek seviyesi. 1970’lerde bu yaş, 24’müş. Genç annelik her geçen gün gerilerken 40 yaş üstü ‘geç annelik’ yeni normal oldu. Çünkü hayatın ritmi değişti. Kadınlar da ister istemez bu ritme ayak uydurdu. Neden böyle ilerledi? Esas mesele, zaman. Zamanın farklı akması. Yani bu sadece tıbbi ya da teknolojik bir sonuç değil; kültürel bir kaymanın da sonucu.
Duymuşsunuzdur. ABD’li Colossal Biosciences 12 bin 500 yıl önce nesli tükenen bir tür olan ‘ulukurt’u yeniden hayata döndürdü. Bu projede antik DNA ve çeşitli gen düzenleme teknolojileri kullanıldı.
Game of Thrones dizisindeki kurtların da ilham kaynağı olduğundan ulukurt haberi dünyada büyük heyecan yarattı. Bizim de ecdadımızda önemli bir semboldür kurtlar, soylarının devamlılığını bu anlamda önemseriz. İyi de kime yarayacak bu soyu tükenmiş türün geri dönüşü? Doğaya mı? Mümkün değil. Doğada zaten var olamayacağı için eleniyor türler. Onu bir daha yapay yolla doğaya karıştırmak, çevre cinayeti olur. Ulukurt ‘kışı geçiremez’ ama geçirirse de modern ekosistemleri altüst etme riski taşır. Zaten Game of Thrones göndermesi bu yüzden tesadüf değil. Olası bir ekolojik kaos ve biyoteknolojik üstünlük mesajı taşıyor bu haber. Yani bakın, bilim şahane ve sınırsız potansiyele sahip, evet. Ama ulukurtların döndürülmesi, bilimi de doğayı da ileri taşıyan bir gelişme değil. Teknoloji, askeri üstünlük rekabetiyle gelişir. Tıpkı internetin de aslında askeri amaçla icat edilmesi gibi. Ulukurtların geri döndürülmesinde “Doğayı bir kod gibi düzenleriz. Geçmişle de oynarız. Ulukurtları da üzerinize salarız. Genetiği değiştirilmiş insan bile üretiriz” alt metnini okumak önemli. Her şeyden habersiz 2025 simülasyonuna ışınlanan bebek ulukurtların konuyla alakası yok… Yediği ayazı 12 bin 500 yıl sonra unutmayan kurt, olsa olsa kurt postu giymiş şeytandır yani.
* “Kurt kışı geçirir ama yediği ayazı unutmaz” deyimine gönderme.
ÖDEME YÖNTEMİ OLARAK: NAKİT, KART VE BULAŞIK YIKAMAK
Yediniz, içtiniz. Hesap geldi. Nakit mi temassız mı yoksa bulaşık yıkayarak mı ödemek istersiniz? Almanya’daki ‘Harzer Hof’ adlı otelde böyle bir seçenek sunuldu: Spülen statt zahlen (Ödeme yerine bulaşık yıka). Mesela şinitzel yemenin bedeli 25 dakika bulaşık yıkamak, bir bardak içeceğin bedeli 10 dakika yıkamak. Ketçap lekesi olan bir yemek yeniyorsa tüm süreye 5 dakika ekstra ekleniyor. Bu ödeme seçeneğini anlatan video o kadar yaratıcıydı ki. İlk izlediğimde ben de gerçek sandım. Zira ‘Alman usulü’ denilen ucube hesap paylaşım kültürünü düşününce kulağa imkansız da gelmiyor. Araştırıp gerçeğini öğrenmek 2 dakikamı almadı! Otel bu videoyu 1 Nisan şakası olarak yayınlamıştı. Ama etkileşim meraklıları gerçekmiş gibi paylaşınca hızla yayıldı. Bu seçenek pandemiden önce gündeme gelseydi kamera şakası sanardık, evet. Ama bugünün ekonomisinde çok olağan geliyor. İş gücü krizi, hayat pahalılığı arttıkça ödeme yöntemleri esnemeye başlıyor. Bulaşık yıkamanın para yerine geçmesi fikri, bulaşıkçı bulmakta zorlanan işverenlerin de neyi kaybettiklerini hatırlamasına yardımcı olabilir. Sistemin bulaşık yıkatarak dönecek kadar tıkanmış olması üzerine düşünmek için de iyi bir fırsat oldu bu ‘şaka’.
Markete, mağazaya gitmek artık sadece alışveriş ihtiyacını karşılamak anlamına gelmiyor. Raflardan aldığımız ürünlerin arkasında yalnızca sadece içerik bilgileri yazmıyor. Aslında kim olduğumuz, neye inandığımız, kimi destekleyip kimi protesto ettiğimiz de ‘yazılı.’ ABD’de sekiz haftayı geride bırakan perakende zinciri Target boykotu, bunun en çarpıcı örneği. Tüketim, bir tutuma dönüştü.
Bu boykot, Target’ın her yıl hazırladığı ‘Pride’ ayı için LGBTQ+ koleksiyonu üretmesine karşı olarak geliştirildi. Bazı gruplar, bu ürünlerin çocuklara yönelik olduğu gerekçesiyle kampanyalar başlattı. Tepki çığ gibi büyüdü. Target geri adım attı. Ama alışveriş de bıçak gibi kesildi. Target’ın piyasa değeri 12.4 milyar dolar azaldı. Mağaza trafiği yüzde 5-6 geriledi. Target, DEI (Çeşitlilik, Eşitlik ve Kapsayıcılık) politikalarını gözden geçirme sözü de verdi. Biliyorsunuz, Trump’ın bu politikalara ‘alerjisi’ var. Göreve gelir gelmez ilk icraatı federal hükümetteki DEI programlarını yasaklamak oldu. Uygulayan markaları harcıyor. Gözünün yaşına bakmıyor. Şimdiye kadar market zinciri Walmart, McDonald’s, Meta platformları (Facebook, Instagram, WhatsApp), Ford, Goldman Sachs, Harley Davidson, Amazon, Google dahil onlarca dev şirketin DEI programlarını iptal ettirdi.
SOSYAL BİR KIRILMA
Çünkü liyakatın, azınlıklara sağlanan pozitif ayrımcılıktan üstün olduğunu savunuyor. DEI kapsamında, kadınlar, siyahlar, farklı cinsel tercihi olanlara sağlanan kadrolar nedeniyle işin ehli erkekler ve beyazların hakkının yendiğini söylüyor... Ocak ayında Washington’da bir yolcu uçağına çarpan askeri helikopter kazasında, DEI politikalarını suçlamıştı. Velhasıl, Target’ın geri adım atması krizi iyileştirmedi. Bu kez de DEI politikalarına inananlar hayal kırıklığına uğradıkları için tepki gösterdi. Böylece şirket iki tarafa da yaranamadı. Hem fazla ileri gittiği için muhafazakarlardan hem de geri adım attığı için ilericilerden tepki aldı, üstü çizildi. Anlayacağınız, dünyada kültürel ve sosyal kutuplaşmanın marka imajı ve müşteri davranışları üzerindeki etkisi, bir kırılma yaşıyor. Artık alışveriş, bir ihtiyaç listesi değil, adeta bir oy pusulası! Markalar sadece ürün değil, pozisyon da satıyor... Tüketiciler sadece para değil, ‘tavır’ harcıyor... Sepete eklenenler bir deterjan ve baldo pirinç değil, kamusal bir beyan aynı zamanda.
ZAMANI YAVAŞLATAN KONSERLER
Sabah kahvenizi içerken bir yandan favori müzik listenizi dinliyor, kargonuzun takibini haritadan yapabiliyorsanız, klima istediğiniz ayardaysa, alışveriş indirimleri, avantajlı tatil paketleri, yeni dizi önerileri, kariyer ipucu bildirimleri alıyorsanız... Tebrikler. Luxury trap simülasyonunda yaşıyorsunuz. Luxury trap, Yuval Harari’nin geliştirdiği bir kavram. Lüks tuzağı demek. İyi de bunların nesi lüks? Telefonun, internetin ve kredi kartının nesi lüks? Harari’ye göre medeniyet ilerledikçe özgürlükler artmadı. Sadece ‘zincirlerimiz’ daha konforlu hale geldi. Zincirler artık demirden değil, kablosuz bağlantıdan oluşuyor. İşte tam da bu nedenle teknolojiyi elinde tutanların kültürel üstünlüğünü ve dayatmalarını yaşıyoruz. Üstelik bu pek yeni bir söylem değil. Romalı politikacı Tacitus’un yaklaşık 2 bin yıl önceki sözleri halen güncel. Tacitus, “Roma, Britanya’yı kılıçla değil; şarap, sıcak banyo ve gösterişli sofralarla teslim aldı” demişti. Bugünün şarabı, akıllı uygulamalar. Sıcak banyosu; algoritmalar.
ÖZGÜRLÜK ZİNCİRİ
Yani başlangıçta bizi özgürleştiren her şey; bildirimler, siparişler, öneriler, zamanla bizi meşgul, bağımlı ve yönsüz kılıp pasifize etmeye başladı. Tekno-kapitalizm, bize yalnızca ürün değil; zihin formatı, arzu algoritması satıyor. Biz özgür olduğumuzu sanarken, aslında bir platformun içeğinde optimize edilmiş sürümlere indirgenmiş olmaktan öteye gitmiyoruz. Dünya halkları, konforla ‘işgal’ ediliyor. İşte bu nedenle, sisteme en iyi şekilde uyum sağlayan değil de en az ihtiyaç duyanlara, ‘çevrim dışı’ kalabilenlere, ‘kutsal’, ‘ermiş’ veya ‘deli’ muamelesi yapılıyor. Çünkü bugün, gerçek ‘lüks’, her şeye erişebilmek değil; zihnini ve ruhunu satmadan yaşayabilmek. Dopamin uğruna bildirim dilenmemek, etkileşim için ‘thirst trap’lere (ilgi çekme tuzaklı paylaşımlar) tenezzül ve tahammül etmemek. Yavaş başlayan günler, iç huzur, koşulsuz sevgi, evde pişen yemek, anın içinde var olma hissi, seçme özgürlüğü, sağlıklı bir beden, kitap ve gazete kokusu gibi çok basit görünen ve bugün erişilmesi en zor olan, algoritmaların önerilerinde bulunamayacak olan şeyler.
YETİŞKİN OLMAK BİRAZ DA ALBAY JESSUP’I ANLAMAKTIR
O unutulmaz replik bugünlerde zihnimde daha çok yankılanıyor: ‘You can’t handle the truth!’ (Hakikati kaldıramazsın). Jack Nicholson’ın ‘A Few Good Men’ filmindeki o sahnesi... Nicholson’ın oynadığı Albay Nathan Jessup, bir askeri disiplin davasında ifade verirken söylüyor bunu. Yasalara göre yanlış bir emir vermiştir ama o, verdiği kararın ordu düzeni için zorunlu olduğunu savunur. Çünkü kurallara inanır. Bu filmi ilk izlediğimde bu sahnede yalnızca ‘bağıran, kibirli bir adam’ görüyordum. Kendi hakikatine saplantılı, toksik bir otorite figürü olarak kodlamıştım. Ama yetişkinlikte bu sahnedeki adamı daha farklı yorumlamaya başladım. Jessup’ın kendi hakikatini söyleme şekli korkutucu, evet. Ama hakikatin rahatsız edici olanı, bağırarak gelebiliyor. Büyümek, haklı olmakla huzurlu olmanın aynı şey olmadığını öğrenmek demek.
HUGH GRANT HUYSUZLUĞU DİYE BİR ŞEY VAR
Romantik komedi filmlerinin utangaç ama çekici ve zarif adamı Hugh Grant, 60’ından sonra ‘huysuz ve tatlı bir ihtiyar’ ikonu haline geldi. Ve hepimizin içindeki huysuz ihtiyarı tetikledi. Kırmızı halıda “3 kelimeyle anlatır mısınız?” sorusuna verdiği “Hayır” yanıtıyla başladı onun bu yönünü keşfimiz. Soru soran kadını çaresiz bıraktı. Biz de bu sayede sorulan soruların ne kadar anlamsız olduğunu fark ettik. Sonraki röportajlarında da günlük hayatta tahammül edemediği şeyleri içtenlikle sıraladı. Yavaş yürüyenlerden, sırt çantası takanlardan, plastik su şişeleri yerine sürekli termosla gezenlerden rahatsız olduğunu filtresiz bir şekilde itiraf etti. İşin ilginci, bu hali, önceki halinden daha gerçekçi ve komik. Daha bizden biri gibi. Çünkü bizler de aslında sonsuz sabırla gülümseyen insanlar değiliz, pek çok anda içimizden geçenleri bastırmakla meşgul oluyoruz. Bu yüzden Hugh Grant’ın huysuzluğu kimseye batmadı. Aman diyeyim. Siz yine de bu kadar filtresiz olmayın. Çünkü bu huysuzluk, biraz da Hugh Grant olmanın ekmeğini yemekle ilgili.
Global pazarlama danışmanlık şirketleri 2025’i mizah yılı ilan etti. Belki görenleriniz vardır. İzlenmesi 1 MİLYARI geçmiş bir video dolaşımda bugünlerde.
Spor fenomeni Ashton Hall bir günlük rutinini anlatıyor. Sabah 03.52’de uyanıyor ve günlük hayata meydan okuyan alışkanlıklarını sergiliyor. Bunlar arasında en ilginci gün içinde kafasını birkaç kez içi buz dolu kaynak suyu kovasına sokup gün arasında tuhaf bir şekilde muz yemesi. İçeriklerine bakınca hep aynı Saratoga şişesiyle gezdiğini görüyorsunuz. Bahse konu videosu dünyayı kırdı geçirdi. Büyük şamata koptu. Bu sırada su markası Saratoga uçuşa geçti. Video, markaya 1.8 milyon dolarlık ücretsiz görünürlük kazandırdı. Bir sporcunun hayatının çok içinden görünen bir içerik, milyonlarca mizah içeriğine konu oldu, başka markalar buzlu kova ve muz görselleriyle afişler çıkmaya başladı. Bu video artık kültürel bir şaka. İşte raporlar da bunu söylüyordu: 2025’te içerikler mesaj kaygısı taşımak zorunda değil, bağ kurmak zorunda da değil ama eğlenceli olmak zorunda. Çünkü yeni nesil, mizahı bir varoluş biçimi olarak kullanıyor. Hayatın olağan akışındaki her şey bir inside joke (kendi aralarındaki espri) adayı.
MİZAH AŞKINA
Bu duruş, ‘for the sake of fun’ terimiyle tanımlanıyor. Yani ‘mizah aşkına.’ Gençler, hayatın kaosunu espriyle filtreliyor. Duygularını dramatize etmek yerine replik paylaşıyorlar. Komedi kulüpleri furyası, absürt komedi dizileri, her gün artan stand-up yıldızları, işte bu ihtiyaca yönelik. Bugün Türkiye’de günlük hayatta bir gençle aynı dili kullanmak için “Sevgili Musa” veya “Senin kocanın evi yok ki” gibi kameralar önünde ama hayatın olağan akışı içinde sarf edilmiş ifadelere aşina olmanız gerek. Herhangi bir şey için “Ben böyle seviyorum” deyince “Ben çorap kadınıyım. Sen seversin sevmezsin, beni ilgilendirmez” karşılığı almaya, bir şeyin anlaşılmadığını veya gereksiz olduğunu düşününce “Ne anladın Yurdagül?” sorusuna, ihtimallerden bahsederken “Cemil olabilir mi, Cemil?” sorusuna, “Şş” dendiğinde “Şşş sessizlik, bugün en mutlu günüm!” karşılığı almaya, riskli bir şey anlatmak isteyince “Dinliyoruz ama yargılamıyoruz” ifadesine, sınır çizmek isteyince “Lütfen efendim açar mısınız kapıyı?” sorusuna veya ilgisini çekmeyen bir şey için “Ben kutlamıyorum” yanıtı almaya hazır olmanız gerek. Çağın dili bu: Biraz replik, biraz şaka, biraz hikaye, biraz panik. Ciddi olmadan da derin olabilmenin dili. Yeni ‘dayanç kulvarları’ kurmanın dili.
FİLİSTİN’İ DESTEKLEYEN PAMUK PRENSES’İ YİYORLAR!
Adam Smith, 18. yüzyılda “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” dediğinde serbest piyasa ruhunu tarif ediyordu. Tarihi okumalara bakınca, o dönemin insanının yaşam algısını da yansıtıyordu bu söylem.
Bugünse Mel Robbins, sadece “Bırakınız” dedi. Milyonlarca kişiyi tetikleyen bir teoriyi armağan etti insanlığa. 2023’te bu teorisini Instagram’da bir videoda paylaştı. Öyle ilgi uyandırdı ki. Ardından kitap yazdı. İlk haftasında 100 binden fazla sattı. Ama Robbins’in meselesi Smith’te olduğu gibi piyasa değil, insanlar. Zira çağın konusu da bu kadar hayat pahalılığına rağmen ekonomi değil, kişisel sınırlar...
Mel Robbins’in ‘The Let Them Theory’ adlı kitabı, kontrol etme refleksine karşı bir panzehir gibi sunuluyor. Zira insanlar ‘yoruldu.’ İnsanların kendilerini kötü hissetmelerinden ve yaşamlarının her yönünü kontrol etmeleri için bir şekilde değiştirmeleri, düzeltmeleri gerektiğine inanmalarından kazanç sağlayan zihin sağlığı sektöründen yoruldu. İlişkilerde, işte, ailede, dijital dünyada... Sürekli anlatmak, açıklamak, kontrol etmek, onay beklemek... Hepsi bitmeyen bir performansa dönüştü. İnsanlar kendi iç seslerinin yankısında aynı soruya takılıyor: Zorunda mıyım? Her şeyi düzeltmek zorunda mıyım? (Bu soruyu şarkı yapan sanatçımız Dilberay’ı rahmetle anıyorum).
ELİ KOLU BAĞLI OTURMAK DEĞİL
İşte ‘let them’, yani ‘bırakınız’ teorisi, tam bu noktada bir duruş öneriyor. Seni görmeyeni zorlama. Seni seçmeyeni seçme. Seni anlamayanı ikna etmeye çalışma. Sadece ‘bırak.’ Ne yaparlarsa yapsınlar. İster gitsinler. İster kalsınlar. İlk duyduğumda bana bir başka anti gerçekçi Instagram aforizması gibi, kolaycılık ve sorunlardan kaçış yöntemi gibi gelmişti. Hayır, öyle değil. Bu teori, hiçbir şey yapma, teslim ol demiyor.
Fark ettim ki Dünya Halleri köşesine başladığımdan bu yana her yıl Dünya Mutluluk Raporu’nu irdeliyorum. Bu yıl da ödevime çalıştım. 2025 raporu gösteriyor ki dünya yeni bir ‘zenginlik’ tanımı yapıyor. Artık bu tanım, banka hesaplarıyla değil, ‘kalplerle’ ölçülüyor. Kalp deyince kulağa ‘aşko kuşko’ tınılamış olabilir. Nedir hikmeti ‘yeni’ zenginliğin? 2025 raporunun veri analistleri ilk kez farklı bir dinamiği inceledi. ‘Yardımsever’ davranışların refah ve mutluluk seviyelerimiz üzerindeki etkisini. Başkalarının iyiliğine olan inancın, insanların mutluluğuyla şimdiye kadar sandıklarından en az iki kat daha yakından bağlantılı olduğunu tespit ettiler. Eğer başkasının iyilik potansiyeline o kadar da inanmıyorsan buna ‘empati boşluğu’ deniyormuş. Bu boşluk arttıkça, mutluluk düşüyormuş. Dünya hızla değişiyor. Zaman dar, stres bol, rekabet keskin. İşte tüm bu tamaşanın içinde görünmeyen bir değer sessizce öne çıkıyor: Yardımseverlik. Yani insanlık. Dümdüz insan olmak. Yardımseverlik eylemlerini rapor üç kategoriye ayırıyor: para bağışı, gönüllülük ve bir yabancı için iyi bir şey yapmak. Buna göre dünya nüfusunun yüzde 70’i geçtiğimiz ay en az bir kez nazik bir davranışta bulunmuş.
MAAŞTAN DAHA DEĞERLİ
Bilimsel verilere göre bu duygu, artık ‘maaştan’ daha kıymetli! Üstelik bu sadece yardım edilen kişi için değil, yardım eden için de geçerli. Beyin ödül sistemimiz, başkası için bir şey yaptığımızda mutluluk hormonlarını daha fazla salgılıyor. Ve bu etki, zam ya da ikramiyeden daha uzun süreli oluyor. Yani biri size güven duyduğunda ya da başkası size destek olduğunda, beyin kimyanız daha kalıcı bir tatmin yaratıyor. Serotonin yükseliyor, kortizol düşüyor. Sekiz yıldır en mutlu ülke olan Finlandiya’nın çok da büyük bir sırrı yok. Düşürdüğün cüzdanın sana geri geleceğinden emin olduğun bir toplumda yaşama duygusuna en çok onlar sahip. Ve bu topluluk ve bağlantı duygusu, parayla ölçülebilen bir duygu değil. Nitekim Immanuel Kant’ın dediği gibi ‘ölçülebilir şeylere dayanan herhangi bir mutluluk her zaman eksik olacaktır.’ Finlandiya’nın gayri safi milli hasılasına bakınca düşünmeden edemiyor insan. Malum, ülkede kişi başına düşen ortalama hane halkı harcanabilir geliri yılda yaklaşık 34 bin dolar. Bu gelir, OECD ortalaması olan 30 bin 490 doların üzerinde... Bu mutluluk denkleminin en önemli paradoksu, insanların belli bir refah seviyesine eriştikten sonra mı bu ahlaki değerleri öncelik haline getirdiği yoksa bu ahlaki değerler öncelikli olduğu için mi refah içinde yaşayabildiği...
İYİLİK NEDEN ‘ARKADA’ DEĞİL, SAHADA YAPILMALI?
Ramazan’ın ilk haftasında Kalyon Vakfı’nın yaklaşık 700 bursiyeri için verdiği iftarında öğrendiğim bir şey zihnimde yer etti: NGF, yani beyinde salgılanan Nerve Growth Factor adlı sinir hücrelerini büyüten bir kimyasal. Bilinç ve Farkındalık Eğitmeni Serpil Doğan Kapucu, öğrencilere yaptığı motivasyon konuşması sırasında bahsetti. Serpil Hanım’ın ifadesiyle, bu hormon, sinir hücrelerini onaran ve aralarındaki iletişimi güçlendiren ve yaşla birlikte azalan bir etkiye sahip. Araştırmalara göre NGF, aşk döneminde de birkaç kat artıyor ve beyindeki hücreleri gençleştiriyor. Sadece aşk değil; karşılıksız iyilik yani yardımseverlik, hayırseverlik de bu hormonu harekete geçiriyor. Dahası, sadece yardım etmek değil bu tür faaliyetlerde bulunulan ortamlara şahitlik etmek bile yetiyor. Reyhan Kalyoncu’nun ‘İyilik Sahada, Bereket Sofrada’ mottosuyla düzenlediği iftar gibi ortamlar, tam olarak bu hormonal atmosferi yaşatıyor. Yani iyilik, hem ruhsal olarak hem de biyolojik olarak bizleri dönüştürüyor. Eskiden yapılan iyilikleri gizlemek gibi bir tutum vardı. Serpil Hanım, “İnsan, modelleme yöntemiyle öğrenen bir varlıktır. Neyi görürse onu model alır” diyor. Yani bunca kötülüğün marifet gibi sunulduğu bir çağda iyiliği görünür hale getirmek, sadece manevi değil, fiziksel sağlığımız için de anlamlı bir hizmet...
AMAÇ BULMAK NEDEN ÖNEMLİ?
Bugünün dünyasında her şey insanı rahatlatmak, eğlendirmek ve dikkatini dağıtmak üzerine kurulu. Ama bunun bir bedeli var. Tükettiğimiz şeylerin çoğu, gerçek tatmin değil; sadece ucuz birer ‘taklit.’ Ne, neyin taklidi? Karşıma çıkan harika bir analoji var: Pornografi, sahte temasın taklidi. Lüks, sahte doyumun. Fast food, sahte beslenmenin. Dijital yayıncılar, sahte eğlence ve dinlenmenin. Ünlüler, sahte ilhamın. Video oyunları, sahte başarıların. Sigara, sahte rahatlamanın... Kolay olan hiçbir şey ‘gerçek’ değildir. Kendini gelip geçici heveslerle uyuşturan bir kişi bu nedenle hiçbir zaman doyuma ulaşmış hissedemez.
Geçtiğimiz aylarda Moda’da ünlü bir kafede yan masamdaki iki genç kadının sohbetine kulak misafiri oldum. “Harry Potter’a artık eskisi kadar inanmıyorum” deyince biri, algıda seçicilik yaşadım.
“Sanırım 25 yaşına gelince büyüye olan inanç da azalıyor” diye devam etti. Ben tam bu cümleyi sindirmeye çalışırken asıl bombayı patlattı: “Ama şu muggle evreninde büyü asalarının dükkanlarda satılmasına hâlâ inanamıyorum.” Muggle, Harry Potter evreninde büyü yeteneği olmayan ‘sıradan’ insanları tanımlamak için kullanılan bir terim. Sanki sihrin gerçek ve kutsal olduğuna inanıyor ve dünyamızda bu büyülü objelerin satılmasına şaşırıyordu. Genç kadının bu sözleri, kurgu ile gerçeğin nasıl iç içe geçtiğini gösteriyordu. Fantastik dünyalara duyulan bu bağlılık, günümüzün yeni inanç arayışlarına dair çok şey söylüyor. Harry Potter, Marvel, DC... Süper güçler, gizli bilgiler, olağanüstü varlıklar. Geleneksel inanç sistemlerinden uzaklaşan toplumlar, içlerindeki boşluğu yeni mitlerle dolduruyor. İnsan, ‘inanmak’ istiyor çünkü. Ama bugün insanlar artık tanıdık kutsal figürlerden çok, bireysel güçlenmeyi ve mistik bilgiyi vadeden alternatif yolların peşinde.
FEMİNİZMİN SEMBOLÜ
Merhum Ece Gürel’in acı akıbetiyle ortaya çıkan cadılık zanaati eğitimi konusu da bu dönüşümün en taze örneği (Bu arada bu konuyu güncel bir örnek olarak vermek istedim, zira Gürel’in ölümünde esas sorgulanması gerekenin mobbing iddiaları olduğuna inanıyorum). Bugün cadılık, astroloji, enerji çalışmaları gibi alanlar, bir zamanlar tapınakların ve kadim ritüellerin sunduğu şeyleri sunuyor: Kendini gerçekleştirme, evrenle uyum, gizli bilgilerin peşinde koşma... Bu inançlar, feminist hareketle de iç içe geçmiş durumda. Zira tarih boyunca ‘cadı olmak’ ataerkil sistemin dışında var olmayı simgeledi. Bugün de birçok kadın için cadılık; güçlenmenin, bağımsız olmanın, kendi kaderini eline almanın simgesel bir yoluna dönüştü. Doğu Demirkol ve Murat Özsoy’un yazdığı Doğu dizisinde 2. sezonun son bölümünde mizahi olarak müthiş incelikle işleniyor bu yaklaşım. Doğu, kedisine Hint inanışına göre Şiva adını koyan kadının inancını sorguluyor. Kadın, “kutsal kitaplardaki o basit kalıplara sığdırılmış patriyarkal otorite”ye inanmadığını söylüyor... 9 Eylül 2024’te de “Gerileyen sadece Merkür değil, insan olmanın namusu” başlıklı yazımda mistisizme olan yönelimi ve astrolojinin günlük hayatı ele geçirmesini irdelemiştim. Belki de insanların kendilerini ifade etme ve var olma biçimlerinin dönüşümünü daha çok konuşmalıyız ve bu alanda oluşan suistimal enflasyonuna karşı daha duyarlı olmalıyız.
Kaderin cilvesi: Yanmış ekmek teorisi