Bu hafta ülkede Rolex saat tartışması yaşandı. İşte Türkiye böyle bir yer. Asgari ücret görüşmeleri yapılırken aynı anda gündemde Rolex saat de olabiliyor. Tartışma; aktris ve moda ikonu Ece Sükan’ın, Sibel Arna’ya verdiği röportajdan çıktı. Rolex, ülkemizde çok popüler bir saat markası. Çok fazla replikası var. Çünkü çoğu kez bir statü sembolü olarak görülüyor. İşte Rolex’in kıroluğu o noktada başlıyor. Statü sembolü değildir çünkü. Son yıllarda çok duyduğunuz bir söz var seküler cenahta: “Para el değiştirdi” derler. Yani para muhafazakar kesime kaydı demek istiyorlar. Biraz da “Onlar ne anlar ki para harcamaktan?” manası taşıyan bir söylemdir bu. Sosyalist değerleri savunanların bu yaklaşımını nereye koyacağımı da bilemem. Neyse... İşte Rolex’in paranın el değiştirmesiyle hiç ilgisi yoktur. Bu arada ‘sonradan görmek’ de ayıp bir şey değildir, ama ‘sonradan görme’ olmak ayıp karşılanır. Parayla ilişkiyi yönetememeyi, hazmedememeyi gösterir çünkü.
GÖRGÜ MESELESİ
Saat konusunda kriter çok nettir aslında: Eğer birinin stiline baktığınızda ilk dikkatinizi çeken şey kolundaki saat (Rolex) oluyorsa, o kişi yedi göbek zengin aileden de gelse ‘sonradan görmedir’ demektir. Çünkü bu saat, bir stilin tamamlayıcısıdır, tanımlayıcısı değil. Steve McQueen’in Submariner’i, Paul Newman’ın Daytona’sı gibi... Elbette bu kişiler dünyaca ünlü ikonlar. Herkeste onlardaki aura, hava yok. Ama bu saatler takanın kimliğine tıpkı bu ikonlarda olduğu gibi o kadar kusursuzca uyar ki o kişinin ne taktığını pek merak etmezsiniz. Gözünüz koluna kaymaz. O da gözünüze sokmaz. Saat meselesi, aileden gelen bir görgüyü veya yıllar içinde gözlemleyerek, öğrenerek edinilen bir zevki ister. Örneğin sarı altın bir Day-Date ya da pırlantalarla bezeli bir Datejust, genellikle lüksü bağıran modellerdir. Yani bir saat, yalnızca “Bakın bende de var. Ben de Nişantaşı çocuğuyum” diye takılmaz. Saatten bir statü bekleyenler, sanki bileklerindeki o ağırlıkla, yaşamlarındaki boşlukları doldurmayı bekliyordur.
YENİ NESİL YETİŞKİN İLETİŞİMİ 101:
* Küçük sohbet denilen ayaküstü karşılaşma diyalogları, duygusal zeka göstergesidir. “Seni çok özledim” diye büyük büyük hareketlerin yapmacıklığının, “Aşk hayatın nasıl?” sorularının yetişkinler arası küçük sohbette yeri yoktur. Özleyecek ya da aşk hayatını soracak samimiyetin varsa, bunun için tesadüfen bir davette, çarşıda pazarda denk gelmeyi beklemezsin.
Perimenopoz... Yunanca ‘peri’ (etrafında) ve ‘menopoz’ kelimelerinden geliyor. Menopozun hemen öncesinde yaşanan bu dönem, 35-45 yaş arası kadınları etkiliyor. Sıcak basmaları, düzensiz adet döngüleri, cilt kuruluğu ve uykusuzluk gibi belirtiler, hayatı altüst edebiliyor. Ancak bu süreçte yalnızca hormonlarınız değil, sağlık endüstrisi de peşinize düşüyor. TikTok’ta “Hormonlarınızı dengeleyin” diyen influencer’lar, Naomi Watts’ın 500 dolarlık kırmızı ışık çubuğu, Serena Williams’ın bitki bazlı takviyeleri ve Drew Barrymore’un ruh hali kapsülleri... Sağlık sektörü, kadınları hormonal denge vaatleriyle hedef alıyor. Menopozun 2025’te 600 milyar dolarlık bir pazar oluşturması bekleniyor. Gwyneth Paltrow’un desteklediği teletıp şirketleri de bu endüstrinin bir parçası. Teletıp, kadınlara uzaktan sağlık rehberliği sunmayı vaat ediyor. Yüzyıllardır kadınlar için doğal kabul edilen bu süreç, bugün ürünlerle düzeltilmesi gereken bir sorun gibi sunuluyor.
GERİLEME DEĞİL, DÖNÜŞMEK
Ancak birçok bilim insanı, bu ürünlerin çoğunun bilimsel dayanağı olmadığını söylüyor. Tıp dergisi Lancet, perimenopozun ticarileştirilmesini eleştiriyor (Bkz. 7 Mart 2024 POSTA arka kapağı manşeti). Zira perimenopoz gerileme değil, dönüşüm evresi. Kadını hormonlarına düşman etmek, biyolojik bir dönüşümü zihinsel bir yetersizlik gibi sunmak, kadını onarılması gereken bir varlık gibi göstermek, bence kadınları iş hayatında daha uzun süre tutmak için her zaman üretken olmaya zorlayan toplumsal baskının bir parçası. Kadını kadın yapan hormonlarıdır zaten. Onları baskılayarak değil; onların güdümünde verdiği kararlardır. Kadınların kendi gücünü yeniden keşfettiği bu dönemde dürüst olan yaklaşım, günlük hayatlarını olumsuz etkileyen fiziksel belirtilere yönelik çözümler sunmaktır. Kadınlar bu dönemi, ‘hastalık’ veya ‘kusur’ algısından kurtulup bilgi ve destekle karşılamalı. Başarı, hayatın getirdiği değişime direnmek değil, onunla uyum içinde yaşamayı öğrenmektir. Doğal seçilim de budur.
ŞAPKA DÜŞTÜ KEL GÖRÜNDÜ
Beyonce ile ilgili en net anılarımdan biri, 2009’da MTV VMA’de ödülünü Taylor Swift’e kaptırınca Kanye West’in sahneye çıkması ve “Bu ödül Beyonce’nin hakkıydı” demesiydi. Sonra Beyonce bu olay kendisinden tamamen bağımsızmış, Kanye’nin kendi deliliğiymiş gibi kendisi o gece ödül kazanınca Taylor’ı sahneye davet etmiş ve konuşmasını tamamlamasını sağlamıştı. Taylor Swift, müziğini bilmediğim ve bu kadar hayranlığın matematiğini çözemediğim bir şarkıcı. Endüstride ciddi bir destek aldığı da kesin. Ama bu yıl dijital dinleme listelerini domine etmesi ve Beyonce’nin ilk 10’a bile girememesi dikkat çekiciydi. Konu, lobi gerektiren listelerde, ödüllerde birincilik olunca Beyonce bayrağı kaptırmıyor. Hep liste başı oluyor.
MAFYA DEVRİ BİTTİ Mİ?
İsveç’te işler karışık. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin bayrak tutanı İsveç’te kadınlar iş hayatından birer birer çekiliyor... Bazı kültürler henüz feminizmin ilk dalgasının sunduğu temel özgürlükler için mücadele ederken İsveç’te kadınlar ‘özgürlük yorgunu’ olmanın mücadelesine başladı (!) ‘Soft girl’ denilen bir akım var. ‘Yumuşak kadın’ anlamına geliyor. Kadınlar iş hayatının yarattığı baskıdan sonra yaşadıkları sertleşmeden mutsuz. Yumuşayıp özlerine dönmek istiyorlar. Bunun için de işlerinden istifa edip ev hanımlığı yapıyorlar. Kocalarının kazancıyla geçiniyorlar. Kadının kendi doğasına dönmesi tartışmaya açılmış durumda. Bu bir geriye dönüş mü? Eşitlikten vazgeçmek mi? Hayır, değil. Tam tersi, eşitlik adı altında kadınlara yüklenilen adaletsiz bir sistemin ters tepmesi diyebiliriz. ‘Kadın hem erkek gibi çalışıp hem evdeki sorumluluklarını üstlenmeye zorlanınca bunun adı özgürlük müdür?’ tartışması. Soft girl akımına katılan kadınlar, bunun, modern dünyanın yarattığı bir kölelik olduğunu söylüyor.
DİŞİL ENERJİ ARAYIŞI
İsveç’te kadınlar işten uzaklaşmayı bir tercih olarak kutluyor, bu tercihin altındaki özgürlük ya da yorgunluk arayışını sorguluyorlar. Dünya feminizmi de bugünlerde ‘kadını erkekleştirmenin’ yarattığı sorunları tartışıyor. ‘Çift gelirli hane’ modelinin getirdiği tükenmişlik mercek altında. ‘Dişil enerji’, ‘eril enerji’ ifadelerine bugünlerde en çok iş hayatındaki kadınların sohbetlerinde rastlıyorsunuz o nedenle. Kadınların yumuşak olma talebi, modern dünyanın kadınlara dayattığı “Her şeyi başarmalıyım” mitine bir başkaldırı... Kadının ayarlarıyla oynandığında dünyanın ayarlarıyla da oynanmış oluyor. İsveç’teki ‘soft girl’ akımına katılan kadınlar ‘özgürlük’ kavramının, dengeli bir yaşam sürmek, aile birliğini ayakta tutmak ve geçim kaygısından uzak olmak olduğu yaklaşımı benimsiyor. Kadının doğasına dönmesi için işi gücü bırakmasına, ev hayatına çekilmesine gerek olduğunu sanmıyorum. Kadının kaderi ya tükenmek ya da boyun eğmek olmamalı. Kadının toplumdaki yeri tarih boyunca sürekli tartışma haline gelmiş. Bu yıl da farklı değil. Bu kez farklı olan, kendi doğamıza uygun, özgün bir denge bulmamıza alan açacak yeni söylemlerle sıkça karşılaşacak olmamız... Bu tartışmalar yapılırken şu soru atlanmamalı: Kadınların bu denli yüklenmesine sebep olan sistemin içindeki erkekler, üzerlerine düşeni ne kadar yapıyor?
DARBEYİ DEEPFAKE SANAN MUHALEFET
Güney Kore’de ay başında Devlet Başkanı Yoon Suk Yeol’un ilan ettiği ve birkaç saat süren sıkıyönetimi duymuşsunuzdur. Muhalefeti, devlet karşıtı aktivitelere karışmakla suçlamış ama bu kararı parlamentodan dönmüştü. Bu açıklama birkaç saatliğine bile olsa ülkeyi kaosa sürüklemeye yetti. Ama beni en çok muhalefet liderinin açıklaması etkiledi. Muhalefet partisi lideri Lee Jae-myung, gece geç saatlerde yapılan sıkıyönetim ilanını ciddiye almadığını, çünkü bunun ‘deepfake’ ile üretilmiş bir içerik olduğunu sandığını söyledi! Karısı yatakta uzanırken YouTube’daki videoyu göstermiş. O da “Yok canım. Bu deepfake olmalı” demiş. Zira Güney Kore, özellikle kadınlara yönelik cinsel suçlarda deepfake kullanımı açısından sabıkalı bir ülke. Deepfake, yapay zekayla elde edilen sahte ses ve görüntülerden oluşan videolara deniyor. Muhalefet lideri durumu anlayana kadar zaten karar kaldırıldı... Bu durum ülke yönetimleri için bile gerçekle kurgu arasındaki sınırların her geçen gün ne kadar silikleştiğinin kanıtı oldu. Gerçek hayat, her zaman kurgudan çok daha tuhaf ve öngörülemez. Bir konunun gerçekliğine yaklaşırken şunu ilke edinmek işe yarayabilir: Taşların hepsi yerine oturuyor, hiçbir şüphe ve açık kalmıyorsa, oradaki gerçeklik her zaman şüphelidir.
YAPAY ZEKALI SORA YASAL MI?
Yanıtı baştan vereyim: Hayır. Bugünlerde dünya medyasında yaşanan sıfır bedene dönüş rüzgarı geçici. Ama Kim Kardashian gibi abartılı kıvrımların da modası geçti. Arzulanan beden algısındaki değişimlere biraz bakalım... Sıfır beden, yani skinny denilen estetik anlayışı uzun zamandır modada bir güç sembolüydü.
Kate Moss, sıfır beden kültürünün temsilcisiydi. Christina Aguilera’nın zayıflama iğnelerinden önceki hali de sonraki hali de ideal güzellik sayılmıyor.
İncelik, sadece fiziksel bir durum değil, aynı zamanda disiplin, kontrol ve bir statü ifadesiydi. Kilolu veya zayıf olmanın sadece iradeyle alakalı olmadığının anlaşıldığı bir dönemdeyiz. 27 Ekim’deki yazımda zayıflama iğneleriyle bu ezberin bozulduğunu, diyet piyasasının sonunun geldiğini işlemiştim. Bugün bu iğneler sayesinde sıfır beden olmak, göz önünde olan ve olmayan kişiler için her zamankinden çok daha kolay ve ulaşılabilir hale geliyor. Yani sıfır beden olmak artık kitlesel bir norm olmak üzere. Bu yüzden eski cazibesini de yitirmeye, estetik algıda bir kaymaya yol açmaya başlıyor. Çünkü tarih boyunca, bir beden tipi ya da estetik değer, genellikle az bulunur veya ulaşılması zor olduğunda arzu edilir hale gelmiştir.
YENİ ERİŞİLEMEZ GÜZELLİK NORMU
Örneğin 20. yüzyılın başında dolgun ve sağlıklı bir beden, zenginliğin ve refahın sembolüyken, modern zamanlarda onun yerini ince fizik almıştı. Sosyolog Dr Naomi Wolf, “Güzellik, sadece bireysel bir beğeni değildir, aynı zamanda sosyal bir oyundur. Eğer herkes bir standarda ulaşırsa, insanlar hemen yeni bir fark yaratma arayışına girer” diyor. Bu yüzden medya ve moda endüstrileri, yeniden idealize edilmiş ve zorlaştırılmış güzellik normları yaratmaya başladı bile. Kesin olan şu ki kilolu olmak veya çok ince olmak yeni güzellik normu olmayacak. Hafif kaslı, doğal hatlarıyla şekillenmiş, kişiselleştirilmiş, yaşını göstermeyen bedenler daha cazip hale gelecek. Çünkü bunun için gereken kişisel bakım ürünleri, ileri teknoloji gıdalar ve takviyeler, yüksek teknoloji bakımlar, özel antrenör, yaşlanma süreci yönetimi, ruhsal bakım, zindelik aktiviteleri gibi sağlık odaklı koşullara sahip olmak, diğer koşullardan daha ayrıcalık
“Yaşımız ilerleyince toplum bize ‘Vaktin doldu’ diyor. Ama ben yaş aldıkça kendimize gelmeye başladığımızın farkındayım. Yaşlanmaya meydan okumak, canavarlara dönüşmek demek değil. Zarif bir şekilde yaşlanmak mümkün” Bu sözler, 2000’lerin seksi yıldızı 58 yaşındaki Halle Berry’nin verdiği son röportajdan. “Yaşlandıkça daha iyi işler alıyorum. Bunu teklif edilen roller açısından değil, onlara kattığım yaşam deneyimi açısından düşünüyorum.” Bu sözler de 49 yaşındaki Angelina Jolie’ye ait.
Son dönemin en ses getiren film ve dizilerinde başrol olan kadınlardan Nicole Kidman 57, Demi Moore 62 yaşında! Üstelik ikisi de kariyerlerinin en iddialı rollerini almaktan çekinmiyor. Ekranlardaki yaş ortalamasının yükselmesi ve yaşlanmanın birden güzellik konusu olması tesadüf mü? Biraz buna bakalım... Hollywood, yaşlanmayı yeniden tanımlıyor. Ama bunu kendi kurallarıyla yapıyor. 40 yaş üzeri kadın yıldızların en parlak rollerde ve halen cazibe sembolü olarak karşımıza çıkması, doğal bir dönüşüm olmaktan çok stratejik bir dönüşümün parçası. Bu sayede hem sektördeki eski yıldızlardan maksimum verim alınıyor hem de gençlik teknolojisi global bir pazara dönüştürülüyor.
YENİ KÜLTÜREL DÖNÜŞÜM
Hollywood’un bu hareketinin birinci ayağı, elindeki insan sermayesini kullanmak. Çünkü genç yetenekler bir türlü yeni ikonlara dönüşemiyor. Zendaya gibi yeni nesil oyuncularla ‘bir yere kadar’ gelinebiliyor. ‘Zaten genç ve güzel’ olmanın bir numarası kalmadı. Nicole Kidman gibi gişe garantisi veren isimler ise altın madeni gibi. Bu kadınlar yaşlanmayı yeniden tasarlıyor. Cilt yenileme teknolojileri ile yüzlerini zamanın dokunamadığı bir müze eseri gibi koruyorlar. Bu sayede sektörü sırtlanıyorlar.
İkinci ayağı ise gençlik teknolojisini bir yaşam biçimi haline getirmek. Hollywood, kırışıklıkları sevin gibi ezber sloganlarla değil, “Kontrol sende” mesajıyla milyonlara ulaşıyor. Bir dip dalga yaratıyor yani. Yaşlanmanın kontrol edilebilir bir süreç olduğunu göstermek, sadece kültürel bir mesaj değil, dev bir sektörün reklamı. Teknolojinin ve sağlıklı yaşamın etrafında dönen bu “yaşlanma kampanyası” aslında milyarlarca dolarlık bir iş modelini besliyor. Yaşlanmanın artık geri çekilmek olmaması, aksine daha görünür olmanın yolu haline gelmesinde ömür süresinin uzamasının da etkisi olduğunu düşünüyorum. Kültürel kodların, kalıplaşmış düşüncelerin zamanın ruhuna ve teknolojinin nimetlerine göre nasıl esneyebildiğini görüyor musunuz?
İNSANİ ÇÖKÜŞÜN DEĞERİ AYDA 4 MİLYON DOLAR
Pornografik içerik yıldızı Sophie Rain henüz 20 yaşında. Ayda 4 milyon dolar kazandığını, yıllık gelirinin 43 milyon dolara ulaştığını gösteren bir ekran görüntüsü paylaştı. Hayatını Onlyfans denilen ucube platformda yaptığı teşhirci paylaşımlardan kazanıyor. Bu kadının gelir modelinden çok, ‘bu kadar parayı kazanıp kazanmadığını hesaplama ve tartışma’ işini de erkekler devraldı... Günümüzün erkekleri ve kadınları getirdiği yere bakın… Bu kadınlar, ‘beden özgürleşmesi’ adı altında yapılan bir propagandanın yüzleri… Bazı medya kuruluşları onlardan ‘model’, ‘içerik üreticisi’ diye bahsediyor. Bir kullanıcı, “Lütfen fahişelere model demeyi bırakın” yorumu yapınca Sophie’nin yanıtı, “Bana istediğiniz gibi seslenin. Banka yolunda gülerim” oldu. Geleneksel toplumun ayıp ve aşırı kabul ettiği ne varsa, bugün baş tacı ediliyor. Eşitlik hareketinin yüzleşmesi gereken en önemli konu bu insani çöküş olmalı.
“Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı, vermeye az buldunuz yahut vakit olmadı.” Behçet Necatigil’in bu dizeleri, İngiliz sanatçı Ian Berry’nin ‘Beyond Denim’ sergisinde karşımda duran Gizli Bahçe eserini incelerken bambaşka bir anlam kazandı.
Kalyon Kültür’ün Taş Konak binasındaki sergide yer alan bahçe, insanlara sahip oldukları ama vermeye kıyamadıkları eşyaların dönüşüm potansiyelini hatırlatıyor... Kullanılmayan kotlar, dolaplarımızın arkasında unutulmaya terk edilmişken, Berry’nin ellerinde çiçeklere, sarmaşıklara ve göletlere dönüşüyor. Verilmeyen, vakit bulunmayan ya da değerinden şüphe edilen şeylerin, doğaya katkı sağlayabilecek eserler haline gelmesiyle, Berry büyüleyici bir evren yaratıyor. Bugün, ‘sürdürülebilirlik’ kavramı sıkça boş bir pazarlama aracı olarak karşımıza çıkıyor. Moda endüstrisi, kaynak israfının ve tüketim çılgınlığının en büyük tetikleyicilerinden biri olmasına rağmen, küçük dokunuşlarla bu sorunun üstünü örtüyor... (Bkz. 5 Kasım 2021 tarihli ‘Yeşil Badanacılık’ başlıklı köşe yazım)
Kalyon Holding Sosyal ve Kültürel İşler Komitesi Başkanı Reyhan Kalyoncu, çağdaş sanatçı Ian Berry, Kalyon Kültür Sanat Yönetmeni Aslı Bora ile Gizli Bahçe’de hatıra fotoğrafı çektirdik.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK ÖRNEĞİ
Ancak Berry’nin eserleri, sahte sürdürülebilirlik iddialarının ötesine geçerek gerçek bir farkındalık yaratıyor. 20 yıldır çoğunu çevresindekilerden bağış yoluyla edindiği atık denimleri sanat eserine dönüştürerek, tüketim çılgınlığına karşı sade ama etkili bir yanıt sunuyor. Berry’nin lazerle boyanmış gibi görünen ama tamamen denim kumaştan elle yapılmış çiçekleri, sarmaşıkları ve su yüzeyleri; bir kot pantolonun ardındaki su israfını, emeği ve kaynak tüketimini düşündürüyor. Bir kot pantolon yapmak için 3 bin 781 litre su gerektiğini not düşeyim... 14 Şubat’a kadar gezilebilecek ve İstanbul’a özel eserlerin de yer aldığı sergi, yalnızca estetik bir deneyim değil; hepimizi eşyalarımıza ve tüketim alışkanlıklarımıza yeniden bakmaya davet ediyor. “Vermeye kıyamadığımız” şeylerin doğru ellerde bir çiçek bahçesine dönüşebilmesi, yalnızca geçmişin atıklarının değil, geleceğin potansiyelini de gösteriyor…
Başlık, gerçeklik ve kurgu arasındaki ilişkiyi inceleyen Arjantinli yazar Jorge Luis Borges’ten alıntı. ABD Florida’daki Target mağazasından hırsızlık yapan TikTok yıldızı Marlena Velez haberi, bu sözün canlı bir örneği olarak belirdi gözümde!
Marlena, bir alışveriş sepetini doldurup sahte barkodlarla ödeme yapıyor otomatik kasadan. Sonra bu hırsızlığını bir içeriğe dönüştürüyor. Otomobilinin bagajına alışveriş torbalarını yüklediği bir video yayınlıyor. Takipçilerini alışverişe, tüketim çılgınlığına özendirmek için hırsızlık yapıyor yani! Dahası bu videosu sayesinde yakalanıyor. Polis, arandığına dair bir güvenlik kamerası görüntüsünü yayınlayınca takipçilerinden biri ispiyonluyor. Distopya mı? Hayır. Tam olarak gerçek hayat. Hırsızlık bile artık sadece ‘bireysel bir suç’ değil.
DİSTOPYANIN DİK ÂLÂSI
Aynı zamanda bir ‘pazarlama’, ‘kendi kitleni yaratma’ kampanyasının bir yolu! Hatta geçenlerde Türkiye’de de iki TikTok ünlüsünün kavgasında silah çekilmişti. Bu sırada canlı yayın açılmıştı ve biri diğerini vururken bir yandan izleyiciler yayına hediye gönderiyordu! “Black Mirror dizisinde bu kadarı kurgulanamazdı” demişti biri! Modern dünyada suç, artık adaletin konusu olmaktan çıkıp bir sosyal medya performansına dönüştü. Ve bu artık bize mantıksız bile gelmiyor... Gerçek, her zaman mantığa meydan okumayı biliyor ve mantıksız olma hakkını kullanıyor. Distopya dediğimiz şey, George Orwell’in gözetim kameralarıyla değil, algoritmaların bizi ‘beğen’ butonlarına mahkum etmesiyle yaşanıyor. Algoritmalar, tüketime teşvik edenleri sevdiği için... Büyük marketler, robotik güvenlik önlemleriyle kendilerini korurken, insanlar suçtan şov yaratıyor (Sosyeteyi dolandıran Anna Delvey veya annesini öldüren Gypsy Rose Blanchard’ın hapisten çıkınca milyoner olması gibi!) İzleyiciler de sessizce eğleniyor. Herkes bu hikayelerde kendine bir rol buluyor: Çalan, izleyen veya müşteri olan...
Prens Harry’nin ‘Prens’i gitti Harry’si bile kalmadı!
Bir zamanlar maskülen şıklığın, hız ve zarafetin sembolü olan Jaguar, bugünlerde bir pazarlama felaketiyle anılıyor. İngiliz lüks spor otomobil devi, logosundan reklam kampanyalarına kadar her şeyini ‘woke kültürü’ için bir yeniden markalaşma adına kurban etti.
Woke, ‘aşırı politik doğruculuk’, ‘hassasiyet odaklı toplumsal farkındalık’ kültürü manalarına geliyor. Ama ne hayranlarını ne de otomobil tutkunlarını memnun etti bu hamlesi. Reklamda asıl mesele, yani otomobiller, neredeyse unutulmuş durumda. Lansman reklamlarında otomobiller yerine neon renkli kıyafetler giyen ‘cinsiyeti belirsiz’ modeller ve “sıradanlığı silin” gibi boş sloganlar yer aldı. Üstelik reklamda 1984 Macintosh reklamından ‘arak’ sahneler de var. Orijinal bile değil yani! Elon Musk dahil birçok kişi, markanın bu adımını ‘bir otomobil ikonunun kendi itibarını yok etmekteki kararlılığı’ olarak yorumladı.
2012 yapımı Bond filmi Skyfall’da kullanılan Aston Martin
KLASİK OLMAK YETERİNCE ‘ÖZEL’
Peki neden böyle radikal bir dönüşüme ihtiyaç duyuldu? Elektrikli araç pazarına geçişin getirdiği zorluklar mı? Geleneksel motorlu araçlardan uzaklaşırken yepyeni bir kimlik yaratma isteği mi? Yoksa çağın toplumsal hassasiyetlerine ayak uydurmazsa unutulacağı korkusu mu? Belki de yalnızca yeni bir otomobil değil, tamamen yeni bir hikaye satmayı hedefledi. Ancak bu hikaye, köklerinden kopmuş, asıl mirasını görmezden gelen bir çabaya dönüşmüş durumda. ‘Klasikler’, sadece yeni görünmek uğruna eğilip bükülemez. Köklü bir marka eğer tarihine sadık kalmak istiyorsa, geçmişten gelen güçlü yanlarını modern dünyaya taşımayı bilmeli. James Bond’un Aston Martin’i neden halen bir ikon? Çünkü ne kadar zaman geçerse geçsin, Aston Martin’in zarafeti ve güç sembolü olma özelliği korunuyor. Bond karakterinin modernleşme çabalarına rağmen Aston Martin asla ‘kimlik krizine’ sokulmadı, her yeni filmde aynı karizmayı taşımaya devam etti. Markalar yol ayrımına girebilir. Ancak bu yol, geçmişin ihtişamını geleceğe taşıyan bir rota olmalı, kendi özüne yabancılaşan bir macera değil. Çünkü bazı şeyler klasik kaldığı sürece değerlidir. Zira bir marka klasikleştiğinde, onu ‘özel’ yapan şey zaten budur...