‘Tiyatromuzda öğretmen rolünü oynamak ister misiniz?’ diye sorduklarında, lise yıllarındaki tiyatro maceralarım aklıma geldi. Günler, aylar süren provalar, ezberler ve sonrasında sadece birkaç temsil... Ama ne keyifti! diye düşündüm sonradan. Kulis sohbetleri, perde arasından seyirciyi kontrol etmeler, sahneye çıkmadan önceki anların insanın karnında kelebekler uçurtan heyecanı ve sahneye çıkar çıkmaz ‘başkalaşmanın’ müthiş keyfi... ‘Tamam, oynarım’ dedim.
Üç-beş dakikalık, kısa bir roldü. Ancak oyunu izledikten sonra gözüm korktu. Öğretmeni oynayan Cansın öyle güzel dolduruyordu ki rolü... Oyunun genel sanat yönetmeni ve Pınar Çocuk Tiyatrosu’nun baş danışmanı Şakir Demirpehlivan beni yüreklendirip ‘Evde çalışırsın, sonra bir de prova yaparız, kotarırsın’ deyince ‘Eh, hadi bakalım’ deyip kabul ettim. Benim oynayacağım sahnede okula yeni başlayan Can ile diyaloğumuzu evde benim oğlanla çalıştık.
Bizimki, Can’ın rolünü ezberlemekle kalmadı, benim öğretmenin repliklerini de ezberledi. Oyundan bir gün önce tüm oyuncularla prova yaptık ve içim biraz rahatladı. Ama oyunun oynanacağı gün saat 11:00 olunca bende sıkı bir heyecan başladı. Kuliste volta atıp durdum. Nihayet sahneye çıkma sırası geldiğinde ise heyecanımın rengi değişti ve işin keyifli kısmı başladı. Rolüm bitip de kulise geri döndüğümde fark ettim bir cümleyi eksik söylediğimi. ‘Neyse’ dedim, bunu seyircinin bilmesine imkan yoktu. Bizimkini unutmuşum tabii. Beni görür görmez ‘Anne, ‘İyi günler babası’ demeyi unuttun’ demesin mi! ‘O kadar çalıştık, nasıl unutursun?’ gibisinden baktı bana. ‘Eh, sahne heyecanı’ diyemedim. 18 yıl sonra kısacık bir rol için de olsa yeniden tiyatronun içinde olmak çok iyi geldi. Pınar Çocuk Tiyatrosu’na, Excel İletişim Danışmanlığa ve tabii ki ‘Yaşasın Büyüyorum’ ekibine teşekkür ederim.
Yaşasın Büyüyorum
‘Nasıl ehliyet için kurs şartı varsa evlenmek için de olabilir’ diyor Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin. Mesela bir araba kullanırken bile kursa gidiyorsunuz, sertifika alıyorsunuz, nasıl araba kullanmanız gerektiğiyle ilgili. Ama evlilik birliği dediğiniz, ömür boyu devam ettirilmesi gereken ve toplum açısından çok önemli bir müessese’. İlk bakışta ‘Evlilik kursu mu? Neden olmasın?’ diye düşünürken, ‘ömür boyu devam ettirilmesi gereken bir müessese’ iddiasını okuyunca biraz irkiliyor insan.
İki birey arasındaki ilişkiye ‘devlet eliyle müdahale’ duygusu katıyor bu iddia. Ve tabii ‘toplum için çok önemli bir müessese’ dayatması var bir de işin içinde. Toplumu, bireyin üstünde tutan, bireyin üstüne basan bir dayatma. Burada inceden ‘ne pahasına olursa olsun’ duygusu da var bir tarafta. ‘Evlilik öyle bir kurum ki, toplumun sağlığı ve refahı için çok önemli. Bu yüzden de ömür boyu devam ettirilmesi gerekiyor’ fikri, aile içinde ‘şiddet gören, ezilen’ kadın profilini iyice köşeye sıkıştırıyor aslında.
Alanını daraltıyor, çıkmaza sokuyor ‘kadın’ı. İki insan arasındaki ilişkiyi ‘devlet eliyle’ kontrol altına almaya çalışmak-ne kadar eğitici amaçla yapıldığı iddia edilse de-birey/bireyler üzerinde toplumun otorite kurma çabasından başka bir şey değil aslında. Çıkış noktası ‘birey’ olan, özellikle de ‘şiddet gören/ezilen’ kadını korumayı amaçlayan bir politika güdülseydi ve bu amaçla bir eğitim programı düzenlenseydi bu bizi bir yere götürürdü belki ama çıkış noktası ‘toplum’ olan ve bu uğurda ‘birey’i evliliği ömür boyu sürdürme dayatmasıyla eğitmeye çalışan bir bakış açısı sağlıklı değil. Devlet bireylere ‘iyi eş’ olmayı öğretmeye kalkışacağı yerde, kadınların aile içi şiddete kurban gitmemesini sağlamalı önce...
KELiMELER VE KADER
Gençken kocaman kocaman oluyor hedeflerimiz. Dünyayı bile değiştirebilecek gücü, enerjiyi içimizde hissederken, kendi hayatımızla ilgili büyük hedefler koymak olağan geliyor bize. Yıllar geçtikçe daha bir mütevazılaşıyor hedefler. Kendimize bile çaktırmadan, ‘daha azına razı olur’ hale geliyoruz. Bırakın uzun vadeyi, gelecek yıla ilişkin hedefler koyarken bile daha ihtiyatlı davranmaya başlıyoruz. Ve bir dönem geliyor, ‘Yeni Yılda Yapılması Gerekenler’ listesi şeklindeki yazılar bile gülünç gelmeye başlıyor insana.
Sırf yeni bir yıl geliyor diye alınan kararlar hayata geçirilemiyor, geçirilse bile sürdürülebilir olmuyor çünkü. Çünkü her karar, ancak kendi doğru zamanı geldiğinde hayata geçirilebiliyor. Hayat, almamız gereken kararları önümüze getiriyor aslında. Ne ki biz bunları fark edebileceğimiz bir duygu dünyasında ve ritimde yaşamadığımız için, ıskalıyoruz hepsini.
Bize empoze edilmiş hedeflerle meşgulken kafamız, kendi doğrularımızı kaçırıyoruz. Baş döndürücü bir hızla, kısa ve kesik kesik yaşarken, hayatla temas etmemiz gereken esas ritmi yakalayamıyoruz. İlla hedef koyacaksak yeni yıla ilişkin, kendi iç sesimizi duyabilecek bir ritimde yaşamayı ve hayatın doğal akışında önümüze çıkan karar anlarını algılayabilecek bir duygu dünyası yaratmayı hedefleyebiliriz. Belki o zaman hayatı ıskaladığımız korkusunu mağlup eder, kendi doğrularımızın keyfini bile çıkarmaya başlarız.
GÖÇ YOLLARI
Kim derdi ki gün gelecek, ‘daha iyi bir hayat ’ın simgesi olan ve milyonların hayalini süsleyen Avrupa’dan göçler başlayacak... Kim inanırdı Portekiz’den, Yunanistan’dan, İrlanda’dan, İspanya’dan on binlerce kişinin ülkelerini terk edip, iş bulmak ve daha iyi bir hayat kurmak için güney yarım küreye göç edeceğine? Göç yollarının , bir zamanlar yıllarca sömürülmüş olan Angola, Mozambik, Brezilya ve Arjantin’e yöneleceğine kim ihtimal verirdi?
Asırlardır Güney’den Kuzey’e, Doğu’dan Batı’ya olan göç yollarının bir gün tam tersine döneceğini göreceğimizi düşünür müydük hiç? Murathan Mungan’ın ‘Göç yolları/Bir gün gelir/Döner tersine/Dönülür elbet’ dizelerindeki gibi döndü tersine göç yolları... Buradan geri dönüş olur mu? Bunu zaman gösterecek tabii ama göç edenlerin vasıflı kitle olduğuna bakılırsa, ekonominin yönünün çoktan değiştiği, küresel kapitalizmin giderek daha da çok sürprize gebe olduğu gün gibi ortada.
Yeni merkezler yükselecek, yeni dünyalar kurulacak küresel ekonominin aktığı yönlerde. Yeniden ve yeniden kurulsa da dünya her dönem, biz hala ‘Dağılsak da göç yollarında/Yarın bizim bütün dünya’ dizelerine inanmak istiyoruz safça...
Bir milletvekili konuşurken bir diğeri arkadan ‘Çüş’ diye bağırır... Başka bir milletvekili, konuşması esnasında gelen tepkiler üzerine hiddetlenip elindeki bardağı kırar... Öfkeli taraftarların sahaya attığı su şişelerinden biri karşı takımın kalecisinin suratında patlar... Son günlerin şiddet tablosundan birkaç kare bunlar sadece... Hani biz çocuklarımızı internetteki, televizyondaki, sokaktaki şiddet olaylarından korumak istiyoruz ya... Hani çocuklarımız ve ailemiz ‘kutsalımız’ ya... Hani ‘eğitim’ şart ya... Alın size eğitim(!) Şiddet konusundaki başarılarımız(!) şöyle dursun, en az ‘şiddet’te olduğumuz kadar iddialı olduğumuz bir alan daha var: ‘Bireysel silahlanma’.
Silahlanma konusunda 178 ülke arasında 14. sıradayız. Türkiye’de her 100 kişiden 12’sinde silah var. Ve tabii ki bu kişilerin yüzde 96’sı erkek. Peki ne yapıyoruz bu silahlarla? Yüzde 23.5’ini aile içinde şiddet yarattığımız esnada, yüzde 33.8’ini tanıdıklarımız ve gönül ilişkilerimizdeki meselelerimizde kullanıyoruz. Ve içine silah karıştırdığımız olayların yüzde 64.5’ini ölümle sonuçlandırıyoruz. Şiddet kültürünü pekiştirmek için elimizden geleni ardımıza koymamaya devam ettiğimiz ve bireysel silahlanmada liste başına oynadığımız müddetçe ‘eğitim’miş, ‘bilinçlendirme’ymiş, ‘farkındalık yaratma’ymış hikaye... Üçüncü sayfa toplumu böyle olunuyor işte...
Gönlü Güvercinli Kadın
Ne büyük iştahla şiir okurduk, lise ve üniversite yıllarında. Beğendiğimiz şiirleri süslü defterlere yazar, hayallere kapılıp giderdik mısralar arasında. Büyüdükçe uzaklaştık şiirden. Şiir dünyası çok uzaklarda ıssız bir adaymış gibi görünmeye başladı bize. Gerçek dünya dediğimiz yere ait olmayan bir ada... Geçen ay Ayşe Kulin’in son romanı ‘Gizli Anların Yolcusu’nu okurken değdi ‘şiir’ yeniden bana. Yıllar sonra... Kulin, romanının her bölümünün başına şair Tekin Gönenç’in mısralarını yerleştirmişti özenle.
İngiltere’nin meşhur The Sun gazetesinden bir muhabir, Ermeni asıllı Amerikalı TV yıldızı Kim Kardashian’ın atalarının izini sürüp Kars’ın Karakale köyüne gider. Köye dair izlenimleri ‘Ortaçağ’dan beri çok az bir değişikliğe uğramış’ düşüncesinde olan muhabir, Kardashian’ın fotoğraflarını köydekilere gösterince ‘Köyümüzün diğer kadınları gibi çok güzelmiş’ yorumunu alır. Karakale köyü için ‘Borat filmi gibi’ diye de çiziktiriveren İngiliz muhabir, bütün bu şakacı(!) yorumların ardından Osmanlı Türkleri’nin Ermeniler’i Suriye çölüne sürdüğünü, binlerce Ermeni’nin katledilerek, açlıktan ve salgın hastalıklardan öldüğünü yazar. Soykırım uzmanlarına göre, hayatını kaybeden Ermeniler’in 1 milyon kişiden fazla olduğunu eklemeyi de ihmal etmez. Türkiye’de kalan Ermeniler’in ise din değiştirmeye yanaşmayıp İslamiyet’i kabul etmeyenlerinin yakılarak öldürüldüğünü belirtir.
Sonra da konuyu büyük bir maharetle yeniden Kim Kardashian’a bağlayıp, onun kısa süren evliliğine, ‘meşhur’ kasetine ve TV şovuna getirir ve yazısını ‘Karakaleli köylüler Kim’in gidip onları ziyaret etmesini istiyor’ diye şirin şirin (!) bitiriverir. Bizim gazeteler haberin sadece başını ve sonunu vermeyi tercih ettiği için bizler ‘Aman da ne hoş’ diye okuruz haberi. Elin İngiliz’inin, Ermeni meselesi gibi esaslı bir konuyu alıp magazin tanrıçası Kim Kardashian’ın ‘kıvrımları’ arasında çikolata gibi erittiğini fark etmeyiz. Eh ne yapalım biz hala ‘Ay ne otantik! Kim’in Karslı hemşerileri’ kafasındayız. Kim bilir belki böyle daha mutluyuz...
Hobi neyimize gerek?
Biraz geç oldu tabii ama daha yeni anlayabildim ‘hobi’ denilen şeyin ‘en çok’ neye yaradığını. Hani şu özgeçmişlerimizde güzel görünsün diye yazdığımız türden hobiler değil bahsettiğim. Birileriyle tanışmak, yeni bir çevre edinmek, sosyalleşmek amacıyla yapılanlar da değil. Benim hobiden anladığım, sadece kendi canınız istediği için yaptığınız herhangi bir şey. Bir ‘getirisi’ olsun ya da ‘şık’ görünsün diye yapılanlar değil kastettiğim. Yaparken sizi içine alan, gündelik hayatın hay huyundan koparan, kafanızı meşgul eden şeyleri unutturan herhangi bir şey olabilir bu. Sergi açmak için değil, fotoğraf çekerken başka hiçbir şey düşünmediğiniz için fotoğraf çekmek...
Milonga gecelerinde boy göstermek için değil, adımlardan ve danstan başka bir şey düşünmeyerek kendinizi unuttuğunuz için tango yapmak... Birileri beğensin diye değil, renklerin arasında kaybolma hissini sevdiğiniz için resim yapmak... Ya da benim son zamanlarda keşfettiğim ‘kolaj’ çalışmaları gibi, fotoğraflardan ve resimlerden parçalar kesip onları ne şekilde yapıştıracağınızı düşünürken saatlerin geçtiğini fark etmeyip soyutlanmak... Bir nevi ‘terapi’ aslında ‘hobi’. Sadece ve sadece kişinin kendi ‘keyfi’ için yapıldığında. Çocukluğunuzda oyun oynarken hissettiğiniz ‘dış dünya’dan kopma duygusunu yaşayabildiğiniz bir hobiniz varsa şanlısınız. Henüz bulamadıysanız, aramaya başlayın, çünkü buna ne kadar ihtiyacınız olduğunu ancak bulduğunuzda anlayacaksınız...
Denizden konserve çıksa yerim!
Hakikaten de oldu. Geçtiğimiz pazar günü Galata Köprüsü’nde huşu içinde balık tutan bazı balıkçılar konserve balıkla dolu fileler tuttular! Suya dalan balıkadamların gizlice oltalara yerleştirdiği fileler balıkçıları çok fena ‘oltaya getirdi’. Türkiye’nin en büyük konserve balık markası Superfresh’in Galata Köprüsü’ndeki etkinliği, güneşli bir havaya da dek gelince, pek bir şenlikli geçti. Çoluk çocuk balık tutmaya gelenler, yolu Karaköy’den geçenler ve benim gibi balık tutmayı beceremeyen ‘hevesli’ler Superfresh’in dağıttığı balık ekmekleri afiyetle yedi.
Horonlar tepildi, balık çorbaları içildi, balık tutma yarışması düzenlendi ve en fazla balık tutan kişi ‘Balıkçı Kral’ seçilerek ödüller kazandı. Etkinliğin amacı, beslenme listemizin ilk sırasında yer alması gereken balığın sağlığımız açısından önemine dikkat çekmekti. Özellikle çocukların haftada en az iki kez balık tüketmesinin beyin gelişimi ve bağışıklık sistemi açısından önemi vurgulanırken, balık tüketiminde dünya ortalamasının çok altında kaldığımızın altı çizildi.
‘Yapılacaklar listesi’, ‘Görüşülecekler listesi’, ‘gündemi takip etme duygusu’ ve ‘gündelik hayat koşuşturması’ derken git gide ‘sığ’laşıyoruz kendi dünyalarımızda... Prof.Dr. Engin Geçtan’ın çok sevdiğim tabiriyle ‘proje insan’lara dönüşüyoruz. Hep ‘bir şeyler’ yapmalı, hep ‘bir yerlere gitmeli’ ve moda deyişle hep ‘update’ olmalıyız. Çocukluğumuzun o ‘ucu olmayan zaman’ kavrayışına ne kadar uzağız. ‘Zaman’a dair algımız ne kadar ‘güdük’ yetişkin hayatlarımızda... Bırakın uzun zamanları, ‘kendimize’, sadece kendimize ait kısacık zamanlarımız bile yok artık... Bilmiyoruz bile kendimizle başbaşa kaldığımızda ne yapacağımızı.
Hatta korkuyoruz bu duygudan. Hep bir şeylerle doldurmamız gerektiğine inanıyoruz ‘zaman’ı. ‘Anlam’lı şeylerle. Oysa ‘Bunu da aradan çıkarttım’ duygusuyla, ‘Bunu da hallettim’ duygusuyla, bir performans telaşıyla geçiriyoruz ‘zaman’ı... Anlamlı sandığımız şeylerin, aslında bize bir ‘anlam’ katmadığını fark etmeden... Belki de en çok ihtiyacımız olan şey ‘kendimize ait olan zaman dilimleri’. Ama bir görev gibi yapmak değil bunu. O zaman yine ‘suni’leşiyor çünkü bu duygu. ‘Kendime zaman ayırmalı ve şunları şunları yapmalıyım’ duygusu değil bahsettiğim... Aksine, ‘bırakmak kendini’... Gündemin, ‘yapılacaklar listesi’nin dışına çıkabilmek ara sıra da olsa...
‘Görüşülmesi gereken’lerle değil, kendinle kalabilmek... ‘Okunması gereken kitap’ları değil, ‘okumak’ istediğin kitabı okumak... Belki saatlerce hiçbir şey yapmadan öylece ‘durmak’... Belki sokaklarda zamanı unutana dek yürümek... Belki de koca bir günü yataktan çıkmadan geçirmek... ‘Boşa geçtiğini düşünmeden’ hiçbir şey yapmamanın huzurunu yaşayabilmek... Esas lüks bu çünkü... İnsanın gönül rahatlığıyla kendiyle baş başa kalabilmesi. İç dünyasına teslim olabilmesi. Doldurmaya çalışmak değil de ‘zaman’ı, ‘zaman’ın içinde ‘huzur’la kaybolabilmek... Bunu deneyimleyebilenler, var oluşun tadını çıkarabiliyor ancak...
Çocukları korumaktan ne anlıyoruz?
İnternetin olmadığı bir dönemde yaşıyor olsaydık, ‘Amma da abartıyorlar, ne var ki bu reklam filminde?’ diye düşünebilir, Evy Baby’nin ‘bebek bezli minik kadınlar’ını gösteren filmini sevimli bulur, aklımıza bir kötülük getirmeyebilirdik. Ne var ki, artık böyle ‘saf’ça düşünemeyecek kadar çok bilgiye sahibiz. Dünyada son yıllarda çocuklara yönelik tacizin yüzde 90 oranında arttığından tutun da, hangi ülkede kaç internet kullanıcısının ‘pedofil’ (küçük çocuklara cinsel ilgi duyan) olduğuna kadar her türlü bilgi var önümüzde. Türkiye’nin de bu konuda çok ciddi boyutta sorunu olduğu ortada.
Yılda ortalama 7 bin çocuğun cinsel istismara uğradığı ve her 3 cinsel saldırıdan birinin 2-5 yaş arası çocuklara yönelik gerçekleştiği yazıyor kaynaklarda. Peki nasıl oluyor da hala minicik çocukları ‘cinsel obje’ olarak sunan reklam filmleri çekebiliyoruz? Hadi birileri bu filmi çekiyor, nasıl oluyor da her konuda pek bir ‘hassasiyet’ gösteren denetleme makamlarımız bu filmin yayınlanmasına müsaade edebiliyor?
Ya bizler hala nasıl saf saf ‘cici kedi/köpek resimleri’ paylaşır gibi sosyal medyada bu görüntülerin yayılmasına aracılık ediyoruz? Bir tarafta çocuklarımızı internetten korumak için filtrelere başvuruyor, öbür tarafta ‘bilinçsizce’ çocuklarımızı ‘istismar’ dünyasına malzeme ediyoruz. Çocuklarımızı gerçekten korumak istiyorsak eğer, esas bu konularda ‘hassasiyet’ göstermeliyiz.
Bu aralar yabancı basında ‘Tayyip Erdoğan Türkiye’si pek bir popüler. Time dergisinin ‘Erdoğan’ın Yolu’ kapağı ile Stern dergisinin ‘Turbodevlet Türkiye’ kapağı yarışıyor adeta. İki dergi de Türkiye’yi Tayyip Erdoğan liderliği üzerinden yorumlarken, Arap dünyasındaki model-ülke konumumuza, ekonomimizin giderek büyümesine, bölgesel güç haline gelmemizdeki unsurlara vurgu yapıyorlar. Time biraz daha ‘dikkatli’ bir dil kullanmayı tercih ederken, Stern, bizi yerlere göklere sığdıramıyor ve hazır eli değmişken bir de Yunanistan’a ‘Bu da size kapak olsun!’ tadında bir gönderme yapıyor: ‘Demokrasinin beşiği olduğu için gözü kapalı AB’ye kabul edilen Yunanistan şimdi iflasın eşiğindeyken, Müslüman ve geri kalmış bir ülke diye birliğe üye bile olamayan Türkiye şimdi bir süper güç!’
Zaman Gazetesi’nden edindiği fotoğrafları da Türkiye’ye ayırdığı 18 sayfanın içinde kullanan Stern, Türkiye’de dindarlara bir zamanlar Amerika’nın zencilere davrandığı gibi davranıldığını, her fırsatta aşağılandıklarını ama Başbakan Erdoğan sayesinde kendilerine güvenlerinin geldiğini ve zengin olduklarını ifade eden görüşlere de yer vermekle kalmıyor, yazının temelini de bu görüşler üzerine oturtuyor.
Ne gecekonduların yerini alan TOKİ’lerimiz, gökleri delen gökdelenlerimiz, dev AVM’lerimiz ve şaşaalı otellerimiz kalıyor anlatılmadık ne de zenginleşen Müslüman kesimin Swarovski taşlar ve altın yaldızlarla, saraylar gibi ev döşemeye olan merakı. Ezcümle, Stern diyor ki, mucize ülke Türkiye, bu mucizenin mimarı Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde başarıdan başarıya koşuyor, parıl parıl parlıyor! Bize de ‘Şanımız yürüsün!’ demekten başka bir şey düşmüyor...
‘Çocuk gelinler’ bahane, reklam şahane
Bir kitap yazmış Esra Erol. Hani şu meşhur izdivaç programı sunucusu. Gözü kör eden ‘aşk’ın gözünü bir nebze açmak için yazmış bu kitabı kendi ifadesiyle. “Çocuk gelinler, ablalarının teyzelerinin hatalarını tekrarlamasınlar istiyorum” demiş ve ‘Kara Duvak’ koymuş kitabının adını. Kitabının tanıtımıyla ilgili verdiği bir röportajda ‘çocuk gelinler’ konusunda hassas biri olduğunu ve kadına her türlü şiddetin karşısında durduğunu belirtmiş. Ancak her nasılsa bu birkaç cümleyi sarf ettikten sonra röportaj ‘sosyal sorumluluk’ çizgisinden çıkıvermiş ve Esra Erol’un kendini anlatıp övdüğü bir reklam malzemesine dönüşmüş.
İşte efendim 22 yaşındayken bir adama aşık olmuş, hala aşkını sürdürüyormuş, bu adamla evlenmiş, çocuk doğurmuş, ama tüm bunlarla birlikte yürüyen bir de ‘Esra’ varmış. Özgüvenini, egosunu doyurduğu, kendini tatmin ettiği ve var olduğunu ispatladığı bir alanı varmış. Her zaman çalışma hayatı olan, gelecekle ilgili kendi fikir ve görüşleri olan biriymiş. Ama işte bir kadının elinde sadece aşkı varsa ve hayatını bir adama bağlıyorsa, yıkım orada başlıyormuş... Hem kendini uzun uzun anlatmış hem de aşk, evlilik, ilişki konularında bayağı bir ahkam kesmiş Erol. ‘Çocuk gelinler’miş, ‘kadına şiddet’miş, ‘sosyal sorumluluk’muş, tam anlamıyla ‘hikaye’ olmuş... Nasıl derler? ‘Sosyal meselelere duyarlılık’ bahane, kendi kendinin reklamını yapmak ‘şahane’ymiş...
Gizli Anların Yolcusu’na dair
İlk bölümlerinde birkaç yerde tereddüt ettim kitaba devam edip etmeme konusunda. Ayşe Kulin’in bir erkeğin iç dünyasından yazdığı izlenimleri gerçekçi bulamadım. Baş karakter İlhami’nin ‘...LV ve Hermes çantaların yokluğu dikkatimi çekti... Biz bir gece davetindeydik ve bu yüzden çoğu Chanel marka, portföy çantalar serpiştirilmişti’ diye düşünebilmesi gerçekçi gelmedi bana. Bir erkek -eğer moda sektöründe değilse-nereden bilirdi bunca çanta markasını ve ‘portföy çanta’ tanımlamasını? Yine İlhami’nin, bir kadının kılığını betimlerken kullandığı ‘tüvit etek’ ifadesi de garibime gitti. ‘Hangi erkek bilir ki tüvit eteği?’ diye düşündüm. Bunların dışında, çoğu Türk romancısında gördüğümüz ‘yazarın kendi fikirlerini roman karakterleri aracılığıyla empoze etmesi’ durumu bu romanda da vardı, ki bu da rahatsız ediciydi. Yazarların kendi dünya görüşlerini bu denli aşikar bir şekilde karakterlerine söylettirmeleri romandan alınan keyfi azaltıyor çünkü.
Senelerce ‘İtilmişle Kakılmış’ı izlemiş bir neslin çocukları olarak, çok da garipsemememiz gerekiyor belki bir Türk komedi dizisindeki ‘dayak komikçiliği’ni. Ama o kadar itici geliyor ki artık bu tür sahneler, ne komik ne de trajikomik bulabiliyoruz karısına sürekli dayak atan‘komikçi’leri. Alemin Kralı dizisindeki Kubat tiplemesi karısı Nihale’yi düzenli bir şekilde dövüyor.
Nihale bu durumdan rahatsızlık duymakla birlikte hem bu durumu çevresine çaktırmamaya çalışıyor hem de kocasını her seferinde affedecek bir şey buluyor. Dayaktan moraran gözünü makyajla kapatmaya çalışırken, bir yandan ‘Dayak manyağı çıktın sen, şiddet bağımlısı herif!’ diye söyleniyor, bir yandan da kocasının kendisini affettirme bahanesiyle aldığı hediyeye sevinip ‘Vicdan azabı çektin di mi öküz!’ diyerek sözde naz yapıyor.
‘Dayak’, Nihale tiplemesi tarafından ‘Bugünkü darp hakkını kullandın sen’ tepkisiyle komikleştirilip, normalleştirilirken, Kubat tiplemesi de replikleriyle ve komik surat ifadeleriyle sevimlileştiriliyor. Günün sonunda ‘dayak’, olağan, tolere edilebilir bir durum olarak yansıtılıyor, hatta ‘gülünüp geçiştirilebilir’ bir şey haline getiriliyor. Tamam, dizilerin ‘didaktik’ olmaları, hep doğru mesajlar vermeleri, ‘Bay Yanlış ile Doğru Ahmet’ tadında olmaları gerektiğini savunmuyoruz ama ‘kadına şiddet’ konusunda son derece ciddi ve ölümcül sorunlar yaşadığımız bu kadar ortadayken, hala ‘dayak komikçiliği’ yapmak niye?
Toplumda kadına şiddet konusunda iyi kötü bir farkındalık yaratma mücadelesi verilirken, bunca sivil toplum örgütü ve kuruluş bu sorunu çözmek için bebek adımlarıyla da olsa yol almaya çalışırken, birileri hala ‘dayak’ üzerinden komikçilik yapmaya çalışıyorsa, bunu sadece ‘bilinçsizlik’ olarak nitelendirmek ‘saflık’tır kanımca. Şiddete gülüp, bir de üstüne alkışlayacaksak, daha çoook kadının hayatı kararacak desenize!
Concon assolistlik dönemine dönüş mü var?
Uzun zamandır assolist atışmasına şahit olmadığımızdan, Gülben Ergen ve Sibel Can’ın bayramlık ağızlarını bozdukları(!) atışmaları pek bir şaşırttı bizi. Hatta Twitter’daki izlenimlere bakılırsa, hoşumuza bile gitti. Bayramda konser vermek için Sibel Can’la aynı uçakla Kıbrıs’a giden Gülben Ergen’e ‘Dönüşte Sibel Can’la görüştünüz mü?” diye sorulunca, Ergen “Ben her zaman önde otururum. Bir numara benim. Herkes arkamda oturur’ yanıtını vermiş, Sibel Can da karşılık olarak “O hala 10 yıl önce Hülya Avşar’ın yaptığı ‘Şampiyon belli, ikinci kim?’ tarzındaki açıklamalarda kalmış. Ancak ben Hülya değilim ki... Hülya gibi Gülben’le eğlenecek vaktim de yok.
Üstelik korumam da o uçakta en önde oturuyordu” demiş. Ne oldu da Gülben Ergen, anneliğiyle, memleket meselelerine duyarlılığıyla, ‘sosyal sorumluluk projeleri’yle gündeme gelirken, birden direksiyonu kırıp 90’ların concon assolist çizgisine saptı anlayamadık. Ya bu konuların pek bir prim yapmadığına kanaat getirdi ya da o ‘duruş’ bir Mustafa Erdoğan projesiydi ve ayrılmalarıyla birlikte ‘sürdürülebilir’ olmaktan çıktı. Kimbilir... Öyle ya da böyle, Sibel Can’dan da okkalı bir cevap gelince, Ergen’in ‘gönderme’si, lezzetli bir ‘atışma’ya dönüştü. Devamı gelir mi bilinmez ama şu bir gerçek ki, 90’ların concon assolist atışmalarını özlemişiz...