Şirin Sever

21 Kasım 2024, Perşembe 07:00

Okan Bayülgen’den ‘Drakula’

“Sevgili seyircimiz, Birazdan bu oturduğunuz yer numarasında, varsayımsal bir trende, Drakula’nın şatosuna doğru yola çıkacaksınız. 1973 yılının son günü... Bu büyük vagonun ön sıralarında bir yerde, bir adam haykırarak hikayeyi başlatacak...”

* * *

Broşürde yer alan bu yazıdaki gibi başlıyor oyun... Seyirci koltuklarının en önünde oturan oyuncunun haykırması ile. Zaten, zaman zaman seyircilerin arasında devam eden, sahnenin dışına taşan bir oyun var. Biz de trenin yolcuları gibi hissediyoruz haliyle. Evet, Bram Stoker’ın 1897 tarihli kült romanı ‘Dracula’daki bazı karakterlerden ilhamla Okan Bayülgen tarafından yazılan/ yönetilen ‘Drakula’yı işte böyle tatlı bir heyecanla izlemeye başlıyorsunuz. Sahne dışında başlayan oyun, sahneye taşındığında, bu kez müthiş kostümler ve sahne düzeni sayesinde o soğuk şatonun içinde hissediyorsunuz kendinizi. Hikayeye gelirsek... Kitaptan tanıdığımız kahramanlar bir trenle, kontun şatosuna doğru gitmektedir. Amaçları da, daha önce öldürdükleri Drakula’yı diriltmek ve ölümsüzlüğün sırrını çalmaktır. Ama ne görsünler; Kont Drakula yaşıyor! Bayülgen’in ‘Drakula’ olarak karşımıza çıktığı oyunda, vampir avcısı ‘Van Helsing’ rolünü ise Hayko Cepkin oynuyor. Öte yandan Drakula bugüne kadar bize anlatılanlardan farklı; 500 yıllık ömründe gördüklerinden sonra ölmeyi isteyen, sanat koleksiyoneri yaşlı bir adama dönüşmüştür. Üstelik insanların yaptığından utanır bir haldedir. Ve Bayülgen, bu Drakula metnini yazarken ‘ölümü, ölümsüzlüğü, var olmanın dayanılmaz ağırlığını ve sanatı’ yeniden tartışmaya açıyor. Mesela Drakula, ünlü ressam Caravaggio’ya ve onun eserlerine saplantılı bir hayranlık duyuyor. Ünlü İtalyan ressam Artemisia Gentileschi de direnen, cesur bir kadın olarak; Caravaggio’ya ne olduğunun izini sürüyor. Zombileşmiş bir topluma eleştiriyi de unutmayalım.

* * *

Seyirciye şöyle sesleniyor Kont Drakula: “Sen sevgili seyircim, biliyorum aklında bazı sorular var. Sana doğruyu söyleyeceğim; Drakula ölmedi. Bu gördüğün kabusların sorumlusu o değil. Asıl tehlike zombiler. Peki ya vampirler? Gün ışıdıktan sonra uyuyup geceleri karşına çıkan bu tipler aramızdan birileri de olabilir. Bazı sanatçılar mesela... Kafaya takılacak bir şey değil yani.” Hadi alın, bu cümleyi nereye koyarsanız koyun şimdi!

Oyun sonrası söyleşi de var!

‘Drakula’ oyunu başlamadan önce bir anons yapılıyor: “Oyun bittikten 10 dakika sonra oyuncular sahnede olacak ve söyleşi yapacak, isteyen seyircilerimiz kalabilir...” Nitekim oyun bitince, selama çıkan Okan Bayülgen de “10 dakika sonra buradayız” hatırlatması yapıyor. Zira sahnedeki pek çok konuşma, dekor, ayrıntı birer metafor. Seyircinin neyi ne kadar bildiği ya da anladığı da muamma! İşte Bayülgen, oyun sonrası başlattığı söyleşilerle bu soruna bir çözüm getirmek, özetle anlaşılmak istiyor... İki saatlik oyundan ve o yorgunluktan sonra kalıp seyirciyle konuşmak, sohbet etmek herkesin yapacağı iş değil. Seyirciye değer vermek, onların merak ettiklerini cevaplamak, söyleşmek... Bence müthiş bir çaba ve gerçekten alkışı hak ediyor.

17 Kasım 2024, Pazar 07:00

Kafaya göre vale ücreti

Şu ara hangi masaya otursam, konu vale ücretleri. Uçmuş gitmiş durumda gerçekten! Bir mekana gittiğinde arabanı onların valesine veriyorsun çünkü başka çaren yok. Yer yok! Bebek’e gitsen, Nişantaşı’na gitsen, otoparklar bile dolu; el mecbur yine vale. Hoş, o semtlerde otoparklar da valeden farklı değil ya, neyse. Otellerin valeleri ise ayrı mevzu, rekor denemesi falan yapıyorlar herhalde. İsim verip yazdığında da şikayet ediyorlar seni. Pahalılıktan şikayet etmeye de hakkımız yok çünkü! Ne yaşıyoruz gerçekten bilmiyorum. Geçen gün bir işadamıyla konuşuyorum; otelin adını verip dedi ki “Vale ücreti 600 TL imiş. Üstelik orada yemeğe gitmişim, bu nedir artık ya!” İşadamı bile isyan edecek noktaya geldiyse düşünün durumu. Bazen bu ücretlere saat farkı da ekleniyor. Mesela o ödediğin 600 TL aslında 3 saatlik bir ücret. Daha uzun kalırsan saat başı 100 TL ekleniyor gibi. Dahası, ben fazla şey mi istiyorum bilmiyorum ama… Bir mekanda istenen vale parası da bana saçma geliyor, vestiyer parası da. Gitmişsin mekana, yiyip içmişsin, bahşişini de vermişsin, çok ayıp değil mi ya? Bunlar da hizmete dahil olmalı. Nedense bunlar bende kazıklanma hissi yaratan şeyler, kötü niyet. Geçen gün sahilde bir balıkçının valesine bıraktım aracımı; iki saat sonra ceza geldi telefonuma. Yola park etmişler çünkü! ‘Ben yola bırakmayı bilmiyor muyum arkadaşlar?’ dedim, cezayı ödediler. Hayır, taksiyle çıkayım desen, taksi yok! Anlayacağınız sorun büyük; bu şehirde araban varsa derdin var! Birileri el atsa şu başıbozukluğa diyeceğim ama aklıma geliyor gülüyorum: Neyimiz doğru ki sonuçta?

VALEYE YENİ YILDA YENİ FİYATLAR GELİYOR

Tam valelerden yaka silkerken gördüm, beklediğimiz haber gelmiş! İstanbul’da yüksek fiyatlar sebebiyle tartışma konusu haline gelen vale hizmeti için azami fiyat tarifesi belirlenmiş. Valilik kararı ile İTO tarafından hazırlanan ve 1 Ocak 2025’te yürürlüğe girecek tarifeyle vale ücreti AVM’lerde 200-300 TL, hastanelerde 150-200 TL, otel restoran ve eğlence merkezlerinde 200-400 TL olarak uygulanacak. Ücret havalimanlarında 500 TL ile aynı kalacak. Söz konusu fiyatlar İTO’ya bağlı kurumlar için geçerli olacak. Bu işin kontrolü nasıl yapılacak, şikayet ettiğinde ne olacak, sistem nasıl işleyecek belli değil. İzleyip görelim bakalım.

Biraz da ‘en seksi’ mizahı...

Sosyal medyada yapılan bir ankette Zeynep Bastık ‘yaşayan en seksi Türk kadını’ seçilmiş. O dakikadan sonra yapılan yorumlar tam çekirdeklik! Güzellik ve seksilik tarihin her döneminde tartışma konusudur, bu da normaldir çünkü herkesin beğenisi, zevki bambaşka. Dolayısıyla ciddiye almamak lazım ama yapılan yorumlar gerçekten komikti, okumaktan kendimi alamadım. Şöyle şeyler yazanlar var:

* Sanki Zeynep Bastık özürlü de, bütün ülke onu mutlu etmeye çalışıyoruz. O bile kendine oy vermezdi, kim bu jüri üyeleri?

14 Kasım 2024, Perşembe 07:00

Serdar Ortaç ve Mali ile kamu spotu çekilsin!

Serdar Ortaç, yıllar önce verdiği bir röportajda kumara nasıl başladığını şöyle anlatıyor: “97 senesinde kumar oynamaya başladım. Orkestramdan davulcu Fuat adında bir arkadaşım vardı, at yarışını öğretti bana. Ben hep sonda kalıyordum. Sonra çok hırs yaptım, atı bıraktım, makinelere geçtim. Önce ruleti öğrendim, sonra pokeri...” Sonrası herkesin malumu; giderek büyüyen bir bağımlılık.

Yıllar içinde hep dinledik Ortaç’ın kayıplarını, pişmanlıklarını... Ne evler, ne paralar gitmiş ama değişen bir şey olmamış. Oturduğu ev dışında hiçbir şeyi kalmamış durumda. İnsan tanımasa da üzülüyor işte. Bu kez de yıllık 50 milyar dolarlık bir pazara ulaşan yasa dışı bahis batağına karıştı adı. Türkiye’nin diğer ünlü kumar bağımlısı Mehmet Ali Erbil ile birlikte, yasa dışı kumara teşvik ettikleri için gözaltına alındı. İkisi de ev hapsinde şu an. En azından, başlarını sokacakları birer evleri var diye sevinsinler. Çünkü bu öyle bir bela ki; o evleri de ellerinden gidebilirdi. Mehmet Ali Erbil’in en azından akıllı eşleri oldu zamanında, keza çocukları. Onu mümkün olduğunca koruyor, kol kanat geriyorlar. Bütün yatırımlarını da eski eşi Nergis Kumbasar’ın yönettiği söylenir. Ama Serdar Ortaç maalesef hep yalnız. Beğenin ya da beğenmeyin müziğiyle 90’lar popuna imza atmış, ortalığı kasıp kavurmuş bir şarkıcı, flaşlarla yaşayan bir adamdı. Yazık etti kendine. Yazılanları okuyorum da; “Eşi dostu yok mu?” diyenler var. Bir bağımlının herhangi birini dinleyecek noktada olduğunu mu sanıyorsunuz? Maalesef dinlemezler! Bakın mesela, bu ‘muhteşem ikili’nin başlarına neler neler geldi, ne hastalıklar, ne kayıplar yaşadılar ama bir şey değişmedi. Bence bu saatten sonra kamu spotu çekilsin ikisiyle de, filmleri yapılsın, pişmanlık dolu sözleri izletilsin herkese. En azından, belki yolun başındakileri etkilerler.

Kumar tedavi edilebilir mi?

Yeşilay’ın sitesine girip baktım, şöyle diyor: “Kumar bağımlılığı, kişinin kendisi üzerinde olduğu kadar toplumun temelini oluşturan aile kurumuna da önemli ölçüde zarar verdiği için bir halk sağlığı sorunudur. Bu rahatsızlığın tedavisi mümkündür. Patolojik kumar bağımlılığının tedavisinde sıklıkla madde bağımlılığı tedavisi modeli uygulandığından, bu kişiler madde bağımlılığı tedavi bölümlerine yönlendirilmelidir. Kişiye göre düzenlenen tedavi programıyla başarıya ulaşmak mümkündür. Bunun için ilk olarak kumar bağımlılığının (kumar oynayan kimse tarafından) patolojik bir rahatsızlık olduğunun kabul edilmesi zorunludur.” Bence Serdar Ortaç bunu kabullenmiş durumda. “Bu hayatta seni en çok üzen olay ne?” diye sorulduğunda anlatıyor zaten. “Ölümler, çok para kaybetmem, çok kumar oynamam beni mahvetti” diyor. Keşke birileri kol kanat gerse, yardım etse. Çünkü bunların hepsi, bazen de yalnızlıktan.

Amaçsızlık ve yalnızlık sorunu

Amerikan Psikiyatri Derneği de insanları kumar oynamaya yönelten en yaygın sebepleri şöyle sıralıyor:

* Heyecan arama /Eğlenme

10 Kasım 2024, Pazar 07:00

Görmedim, duymadım, bilmiyorum!

445 nüfuslu bir köy... Evet tamı tamına 445 kişilik bir köy ama Narin’i kim, nasıl öldürdü asla öğrenilemiyor. Narin Güran cinayetine ilişkin duruşma başladı biliyorsunuz, ikinci günde de elde var sıfır. Çünkü herkesin cevabı aynı: Görmedim, duymadım, bilmiyorum! Şaşkınlık içinde izliyorum, bunlar birbirine bu kadar bağlı bir aile mi? Birbirlerini bu kadar kollarken bir tek o küçücük kızı mı kollayamadılar? Bir tek çocuklar çark etti ikinci duruşmada.

Daha önce amca Salim Güran’ın yönlendirmesiyle Narin’i gördükleri saati yanlış verdiklerini anlatan 2 kuzen, hakim karşısında “Biz öyle demedik, baskı altındaydık” dedi. Bakalım neyi değiştirecek bu ifade? Öte yandan duruşma değil yalan rüzgarı yaşanıyor salonda... Anne Yüksel Güran, aldatma iddialarına “Çekin vurun beni” diye itiraz ediyor, kızı öldüğünde bile sinir krizi geçirmeyen baba yerlerde baygın, “eşimden hiç şüphelenmedim” diyecek kadar karısından emin, herkes başka bir şey anlatıyor ve tek sağlam ipucu yok! Sadece iddialar ve topu birbirine atanlar var. Tek korkum şu; gerçek suçlunun bu hengamede arada kaynaması! Ha bir de şöyle bir detay var... Bunca hikayenin ortasında, herkesin derdi ‘Gülben Ergen’in neden duruşmayı izlediği’ olmuş. Şaka gibi! Efendim reklam yapmak için gitmiş, ne işi varmış! İlgilenmezseniz reklam da yapamaz zaten! Ama o özel izni alması, üşenmeyip Diyarbakır’a kadar gitmesi, hiç kusura bakmayın bir çabadır. Samimi bulursunuz bulmazsınız size kalmış ama oturup klavye başında atar gider yapabilirdi herkes gibi. O yüzden herkese, her şeye burun kıvırmayı bırakın ve sadece şunu sorun: Narin’in katili kim? Konudan sapmayın.

Tabuta gelinlik koyanlar

Geçen gün seküler olanlarla başı örtülülerin savaşını anlatan bir dizide izledim; yeni doğmuş kızını kucağına alan baba “Allah bana evlendiğin günü de göstersin” diye dua ediyordu. Bakıcısı da dudağını bükerek, “Aa üniversiteye girişini görelim inşallah” diye düzeltiyordu onu, hafif alaylı. Aklıma hemen kağıt toplayıcısı Mustafa Örün tarafından öldürülen 6 yaşındaki Şirin’in tabutu geldi; üzerine gelinlik koymuşlardı. Tıpkı Narin’in tabutuna koydukları gibi. Hep aynı hikaye işte... Kızlarına sadece evlenmeyi layık gören, ancak evlenirse onu başarılı sayan bir toplumda, elbette o kızların varlıklarının, hayatlarının da zerre kadar önemi olmuyor maalesef.

 

Saflık dereceniz kaç acaba?

07 Kasım 2024, Perşembe 07:00

Hadi en ağır cezayı verin!

23 Eylül’de Beyoğlu’nda bir kulüpten çıkan ve evine gitmek isteyen kadını sokak ortasında yere yatırıp tecavüz etmeye çalışan Semir Tarhan ve o sırada etrafı kolaçan eden arkadaşı Ömer Konu kamuoyunda infial yaratmıştı...

Bu iki sapığın mahkemesi başlamış... Davaya bakan savcı, bu iki sapık hakkında ‘kişiyi hürriyetinden yoksun bırakmak’ ve ‘cinsel saldırı’ suçlarından 21 yıldan 36 yıla kadar ceza istemiş. Manşetlere bakılırsa, ibretlik bir ceza talebi bu. İnşallah istenilen cezalar verilsin diye beklemedeyiz. Haberi okuyunca umutlandım açıkçası, zira bize böyle savcı lazım! ‘Pişmanım’ diyen bu sapıklara inanmayan savcılar ve onlarla aynı fikirde hakimler, karar vericiler. Bu iki sapığın en ağır cezaya çarptırılması neden önemli biliyor musunuz? Kadınların sokaklarda özgürce dolaşabilmesi için! Kadınların gece evlerine güvenle dönebilmesi için! Hiç kimsenin gözüne kestirdiği kadına dokunamayacağını ve ona zarar veremeyeceğini bilmesi için! Dokunursa biri, yanacağını da bilmesi için! Hadi, bitsin artık bu cezasızlık. Yürekli savcılar kadar yürekli hakimler bu döngüyü kırsın artık.

Yılın kelimesi olmuş mu sizce?

Sosyal medya hayatımızı her konuda etkiliyor... Alışverişlerimizi, izlediklerimizi, tükettiklerimizi hatta konuştuğumuz kelimeleri bile! Bu öyle bir akım ki, köklü dil kurumları her yıl sonunda yılın kelimelerini belirliyor sosyal medyadan hareketle. Mesela geçen yıl Collins Sözlük ‘AI’ yani ‘Yapay Zekâ’ kelimesini 2023’ün kelimesi seçti. Çok yerindeydi çünkü en çok konuştuğumuz mevzuydu. Merriam Webster sözlüğü ‘Otantik’ (authentic), Oxford Sözlüğü ise ‘rizz’ olarak belirlemişti 2023’ün sözcüğünü; karizma kelimesinin içindeki ‘rizz’den yola çıkarak. Bizde ise ‘rizz’den ilhamla ‘kriz’ kelimesi yılın kelimesine yakıştırılmıştı. İşin mizahıydı bu ama pekala da olmuştu. Bu girizgahtan sonra gelelim; 2024’ün sözcüğüne... İngiltere merkezli Collins Sözlüğü ‘Brat’i yılın kelimesi seçmiş. ‘Yaramaz çocuk’ ya da daha çok ‘kendine güvenen, bağımsız, hazcı bir tavırla karakterize edilen kişi’ anlamında kullanılıyor. İngiliz şarkıcı Charli XCX’in haziran ayında yayınlanan albümü ‘Brat’ sayesinde kelimenin dünya çapında meşhur olduğu belirtiliyor. Bakalım diğer sözlükler neyi seçecek? Ama bana sorsalar cevabım netti; ‘Dubai Çikolatası’ pekala yılın kelimesi olabilirdi. İçimiz dışımız Dubai çikolatası olmadı mı bu yıl? Hakkını versinler, sonra da hayatımızdan hızla çıkarsınlar derim ben. Ama dinleyen kim!

Bir CEO’nun günlüğü...

Son yıllarda herkes başarıya aç. Dolayısıyla başarılı insanların hikayeleri, liderlik vasıfları, hayat mottoları, başarısız oldukları anlar, bu anlarda tekrar ayağa kalkma yöntemleri çok merak ediliyor, anlatıldığında/ yazıldığında çok satıyor. İşte böyle bir kitapla tanıştım geçenlerde. Boyner Yayınları’nın yayımladığı, Steven Bartlett imzalı ‘Bir CEO’nun Günlüğü’. Üstelik bu kitapla tanışmanın bonusu da vardı; Boyner Grup Yönetim Kurulu Başkanı ve CEO’su Cem Boyner’in ufuk açan, ilham verici sohbetini dinlemek. Yazarın 41 dile çevrilen, uluslararası satışı 1 milyona yaklaşan kitabından yola çıkarak araştırmacı yazar Akan Abdula sordu; Cem Boyner de başarılı olmayı anlattı.

03 Kasım 2024, Pazar 07:00

‘Dünya mirası’ salonda eşsiz bir konser gecesi

Çarşamba akşamı sanat, spor, cemiyet ve basın dünyasından bir grup davetli Barselona’daydık... Sebebi ziyaretimiz de şehrin kültürel simgelerinden Palau de la Musica Catalana’da (Katalan Müzik Sarayı) Limak Filarmoni Orkestrası’nın gerçekleştireceği çok özel konserdi. Ünlü İtalyan orkestra şefi Francesco Ivan Ciampa yönetimindeki orkestra; dünyaca ünlü tenorumuz Murat Karahan ve uluslararası üne sahip Katalan soprano Sara Blanch solistliğinde Akdeniz’in büyülü melodilerini icra etti.

 

Palau de la Musica, 1900’lü yıllarda modernist mimar Lluis Domenech i Montaner tarafından ülkenin önde gelen korosu Orfeo Catala’nın merkezi olarak inşa edildi. Dünya prömiyerlerine ev sahipliği yapan sahneyi çevreleyen ilham perileri, büstler, çiçekler ve ilginç figürler mekana mistik bir hava veriyor.

İtalyan ve İspanyol opera eserlerinin yanı sıra Türk eseri ‘Yaralı Gönlüm’ü de seslendiren orkestra; yüzlerce seyirciye unutulmaz anlar yaşattı ve uzun süre ayakta alkışlandı. Konserden elde edilen gelir ise İspanya’da sel felaketinden etkilenen afetzedelere aktarıldı.

Aslına bakarsanız bu geceyi özel kılan 4 önemli detay vardı: Birincisi... Müziğin mabedi sayılan Katalan Müzik Sarayı’nda Fazıl Say’dan sonra sahne alan ikinci Türk sanatçı oldu Murat Karahan. Limak Filarmoni de ilk Türk orkestra. Limak Filarmoni’nin de ilk yurt dışı konseriydi bu. İkinci detay... Limak, UNESCO tarafından 1997’de ‘Dünya Mirası’ ilan edilen bu görkemli salonun resmi destekçisi oldu. Üçüncü detay... Barselona Spotify Camp Nou Stadı’nın yenilenmesi ve genişletilmesi projesini üstlenen Limak İnşaat’ın bu sanat gecesine Barselona Spor Kulübü Başkanı Joan Laporta da katıldı. Ve dört... Konserde Barselona Spor Kulübü’nün sevilen Barça Marşı da seslendirildi. Kulüp başkanı Laporta da dahil tüm İspanyollar’ın ayakta alkışladığı marş ‘bis’ isteğiyle ikinci kez icra edildi. Başkan Laporta, Murat Karahan’ın Camp Nou stadının açılışında da marşı seslendirmesini teklif etti. Stadın 2026’da tamamlanması bekleniyor.

Mekanın resmi destekçisi Limak

27 Ekim 2024, Pazar 07:00

Baharat değil bir kadın hikâyesi: ‘Muskat’

Bilmeyen var mı? Muskat; bir tür Hint cevizi ama daha küçüğü. Yemek, sos ve salatalarda rendelenerek ya da toz halinde kullanılıyor. Karayipler bölgesinde, özellikle de Grenada’da yetişiyor. Aşırı tüketildiğinde ise halüsinasyona neden olabiliyor. Öyleymiş yani. Esra Dermancıoğlu’nun tek kişilik oyunu ‘Muskat’tan edindim bu bilgiyi. Ama oyun baharatla ilgili değil...

Susturulmuş, bastırılmış bir kadının annesiyle olan hikayesini anlatıyor. Daha doğrusu annesiyle bir türlü barışamayan bir kadının, onu kaybettikten sonra içinden geçenleri dinliyoruz. “Bugün annem öldü benim, dünyanın en mutlu günü” diye başlıyor. Bütün hayalleri, yapamadıkları, sustukları, özgürlük duygusu, Paris hayali, müzeler, sanatçılar ve içinden geçen tüm diğer şeyler. Drama ama komik de aynı zamanda. Hüzün dozunda; şakalar güncel ve yerinde. Bayıldım oyuna. Simsiyah, hiçbir şeyin olmadığı bir dekorda, sadeliğin ortasında, huzurlu ve çok samimi. Dermancıoğlu oyunla ilgili verdiği bir röportajda diyor ki; “Metnin beni en çok etkileyen yanı, içinde barındırdığı tuhaf anne-kız ilişkisiydi…” Tuhaf değil aslında, bizim jenerasyona çok tanıdık. Belki de oyunla yakın bağ kurmamız bu yüzdendir, sevmemiz. Yazar Aksel Bonfil, bizzat Esra Dermancıoğlu için yazmış oyunu; aynı zamanda yönetmiş de. En güzel yanı da 50 dakika olması. Dikkat eksikliğinin bu kadar yoğun olduğu bir çağda, şahane bir süre. Ara yok; dağılma yok, izle ve çık. Mis gibi. Tek kötü yanı şuydu; eğer yüksek bir sahnede oynamıyorsanız ya da sandalyeler basamak basamak yükselmiyorsa; oyuncuyu öndeki kafalardan göremiyorsunuz. Buna da bir çözüm bulunursa; bu minik, samimi sahneler on numara bence.

Bırakın deli desinler, yakışır!

‘Muskat’ oyununu izledikten sonra Esra Dermancıoğlu röpartajlarına baktım. Kendisi biraz ‘deli’ bulunanlardan, malum. Dans ettiği için, güldüğü için, itiraz edebildiği ve eleştirdiği için elbette. Kimi suçlama, kınama tonunda ‘deli diyor’, kimi de iltifat olarak. O ise bir röportajda şöyle diyor mevzuya dair: “Aslında delilik bir noktada benim yücelttiğim bir şey. Biz bence düşünmekten çok korkuyoruz, çünkü kalıplar ve bildiğin bilgi üzerinden yaşamak çok kolay. İnsanlara anormal gelen, onların doğasına aykırı gelen şeyi kabul ettirmek bana iyi geliyor. Görüyorsun ki herkes buna aç aslında...” Böyle delilere çok yakınlık duyuyorum, çok özeniyorum kendi adıma. ‘Ağlanacak halimize gülüyoruz’ mottosunu hayatında uygulayabilenlere de çok hayranım bu arada... Arazlı bir hal belki ama sürekli ağlak olmaktan iyi. Neyse işte, diyeceğim o ki; mutlu insan görmek, mutlu videolar görmek bile bazılarını rahatsız ediyor. ‘Deli’ diyorlar kötücül bir tonla, kınayan bakışlarla. Mutluluktan, mutlu olanlardan mutsuz olan bir güruh var. Geçenlerde sosyal medyada gördüm; sokakta gülerek video çeken kızlara bir kadın sataşmıştı. “Gülmeyin, ayıp, kızlar sokakta gülmez” diyordu. Kendi hayatında ne yaşamışsa, ne kadar mutsuzsa artık, başkaları da mutlu olmasın istemişti. Ayıp bulmuştu bunu. Bizim nesil de biraz böyle büyüdü aslına bakarsanız... En ufak kahkahada ‘Gülme, ağır ol’ diyen ebeveynler sağ olsun, neşemizi içimize kaçırdılar. Ama şimdiki nesil öyle değil; kızlar o “Gülme” diyen kadına, gülerek cevap verdi inatla; “Sen gülme o zaman teyze!” Bu kadar işte. Demem o ki, bir süredir ülkede öyle acı, tuhaf, kötü olaylar yaşıyoruz ki, neşemizi, gülüşümüzü saklar olduk. Herkeste bir ayıplama, kınama, ‘dur şimdi sırası değil’ hali. Delirelim mi yani, n’apalım? Bitmez ki bu ükenin derdi tasası. Geçmesini beklersek, kendimizi unutacağız, iyi olmayacağız. Duyarsız olmayalım ama bir yerde duralım. Birine faydamız olacaksa, bir hayata dokunabileceksek yapalım ama kendi hayatımızdan keyif almaya devam edelim; izleyelim, okuyalım, seyahat edelim, dans edelim, gülelim, birbirimize ve hayata tutunalım. İyi haberlere, pozitif insanlara konsantre olalım. Bırakın deli desinler, bu saatten sonra delilik yakışır bize de!

Belediyeler doğru mu yapıyor?

Cumhuriyet Bayramı kutlamaları için Şevval Sam ve Hadise’nin alacağı astronomik ücretler sosyal medyanın dilinde. Birine 5, birine 6 milyon ödeneceği konuşuluyor. Miktarlar doğru mu bilmiyorum, sorsan herkes ayrı şey söyler. Şimdi, burada iki ayrı detay var: Birincisi; sanatçıların ücret almasından rahatsız olmamız. ‘Neden bayramda ücret alıyorlarmış’ sorusu abesle iştigal. Doktor, mühendis bir iş yaparken nasıl parasını alıyorsa, sanatçı da alacak elbette. Sanatçının yaptığı işi eğlence gibi görüp ‘bir de para mı istiyosun la’ tadında, gerzek bir yerden eleştiri yapmak çok saçma. Kimse bu işi hayrına yapmıyor. Sahneye çıkıp şarkı söylemek onun mesleği. Öte yandan sahne organizasyonu pahalı şey; orkestrası, ses sistemi vs onlarca detay var, elbette karşılığı neyse ödenmeli. Gelelim ikinci kısma... Hayatın bu kadar zorlaştığı, pahalılığın can yaktığı bir dönemde, belediyelerin bu astronomik paraları ödemesi ne kadar doğru? Belediyeler elbette cumhuriyet düşmanlarına inat bu kutlamaları yapmalı, inatla bayramı en yüksek seviyede, en sevilen sanatçılarla ve coşkuyla kutlamalı ancak halkın ihtiyaçlarına rağmen bu paralar verilmeli mi? Tamam ‘neşemizi kaybetmeyelim’ dedik de, böyle bir devirde büyük israf değil mi bu? Öyle salyalar saçarak, haddini bilmez yorumlarla ve öfkeyle değil... Düşünerek, öneriler getirerek tartışılmalı bu konu.

24 Ekim 2024, Perşembe 07:00

Gençlik/güzellik merakına kanlı ve şiddetli bir eleştiri

Ne filmdi ama! Demi Moore’un başrolünde yer aldığı ‘The Substance’ yani ‘Cevher’ filminden bahsediyorum. Cannes Film Festivali’nde gösterildiğinde ayakta alkışlansa da, bazı seyirciler de ‘vahşi’ ve ‘tiksindirici’ bularak salonu terk etmişti. Geçen sabah basın gösteriminde izledim ve gerçekten midem kalktı! Peki mevzu ne bu filmde, derseniz...

Hayatın her alanında, özellikle de eğlence sektöründe kadınların sürekli karşılaştığı yaş ayrımcılığı ve gençlik/güzellik takıntısına kan revan eşliğinde sert bir eleştiri... Öyle ki Tarantino imzalı kanlı sahneler hiç sayılır bu filmden sonra! Hikaye; gençliğinde Oscar kazanmış, herkesin sevgilisi olmuş, şöhreti doya doya yaşamış Elisabeth Sparkle isimli Hollywood yıldızının, yaşlanma korkusunu anlatıyor. Artık 50 yaşına geldiği için sabahları ekranda yaptığı aerobik programından kovulmasıyla başlıyor her şey... O sırada gizli bir laboratuvar, onun gençlik versiyonunu ortaya çıkaracak bir ilaç öneriyor. Bu ilacı kullandığında, içinden genç bedeni çıkıyor. Resmen doğum yapar gibi. Farklı bedenlerde aynı kişi! İkisi eş zamanlı olarak birbirlerini beslemelidir ama bir süre sonra genç olan versiyon dengeyi bozar, diğerini sömürür, daha çok, daha çok ister. İkisi arasında savaş başlayınca da ortaya bir ‘ucube’ çıkar. Bundan sonrası anlatılmaz, yaşanır. Yani izlenir ancak. İzleyebilirseniz tabii! Zira şiddette, çirkinleşmekte, tiksindirmekte sınır tanımayan bir film. Absürd ötesi sahneler var, hatta gülecek kadar! Tam da bu noktada şunlar düşünülebilir: Gençleşmeye çalışırken bu kadar korkunç ve gülünç oluyoruzdur belki de.. Durmazsak, böyle bir ucubeye dönüşebiliriz belki de. Kendinle barışmazsan, varacağın yer burasıdır belki de. ‘Ben önemliyim’ demezsen kendine, kendinden olursun belki de. Bu film abartarak, aslında abarttığımızı hatırlatıyordur bize belki de. Vahşi bir yolla yapıyor ama bu dilden anlatmak gerekiyordur belki de! Olamaz mı yani? Sadece yüksek sesle düşünüyorum.

KİM DEMI MOORE GİBİ UCUBELEŞMEYİ GÖZE ALIR?

Fransız yönetmen Coralie Fargeat; ilk uzun metrajlı filmi ‘İntikam’dan sonra kadınlara yönelik şiddeti tavizsiz kınadığını ilan etmiş bir isim. Peki ‘Cevher’de bu kadar kan akıtarak mesajını doğru şekilde iletmiş mi oluyor? Yoksa yaşlanmaktan iyice korkmamıza mı yol açıyor? Burası bende biraz karışık açıkçası. Bu mevzu bir yana, Demi Moore’un bu rolü kabul etmesiyle ilgili konuşalım biraz da... Müthiş bir cesaret. Demi Moore 61 yaşında ve hâlâ çok güzel. Ucubeleşmeden estetik yaptıranlardan. Filmde görüyorsunuz, vücudu da müthiş hâlâ! Yine de kolay kolay kimsenin oynayamayacağı bir rolde oynuyor. Genç versiyonu onu sömürdükten sonra öyle hallere bürünüyor ki, benim diyen oyuncu kendini o hale sokmaz, kendini böyle ti’ye almaz! Bu arada şunu da düşündüm; bu rolü bizde kim oynardı acaba? Açıkçası kimse gelmedi aklıma. Kendini Moore gibi ucubeleştirecek bir oyuncu olduğunu düşünmüyorum bu topraklarda. Filmin büyüsü kaçmasın diye o halinden tek kare bile fotoğraf yok basında, düşünün. Gerçi film vizyona girer girmez bizde gizli çekim yapılır ve yayılır kesin, o zaman anlarsınız ne demek istediğimi.

DÜNYA KADINLARLA DEĞİŞİR